Suluk almak için çıkmamıştım aslında evden o gün.
İşi bıraktığımın ertesi gününün tamamını yatakta yatarak geçirdim. Akşama doğru acıkınca en büyük boy bir karışık pizza sipariş ettim. İki dilimini geldiği gibi, iki dilimini gece yarısı, bir dilimi sabaha doğru su içmeye mutfağa gittiğimde yedim. Öğlene doğru uyandığımda da kahvaltı olarak kalan son dilimi. O gün yatakta yatarken vücudumun stresten yavaş yavaş nasıl arındığını tüm benliğimde hissettim. İçimde binlerce antilop onlara doğru koşarak gelen aslanlardan kaçıyormuş gibi acelem vardı sabah uyandığımda. Nefesim bile düzensizdi. Artık her sabah yetişmem gereken bir yer olmadığını fark ettiğimde saçlarım dahil tüm uzuvlarım şaşırdı. Sizi taramayacağım bu sabah, dedim. Sıcak maşalarla hiçbir yerinizi kıvırmayacağım. Yatın. Yıkanmak da yok, dibinizden ucunuza kadar yağlanın.
Gün meğer ne uzunmuş. Öğlen olana kadar o günden sonraki hayatımla ilgili düşünmem gereken her şeyi düşünüp bitirmiştim. Terk edildiğime, yanlış işlerde senelerce mutsuz olduğuma, yalnızlığıma, başarısızlığıma defalarca ağlamıştım. Sonunda açlığım galip gelmişti. Bakkalı arayıp altı adet köy yumurtası, Edremit zeytini bir de Ezine peyniri istemiştim bir kalıp. Taptaze, sıcacık bir francala bul getir bana bir yerden, demiştim. Gülmüştü bana telefonda. Çırağı getire getire poşetli dilim ekmek getirmişti. Sesimi çıkarmamıştım. Kapıda sabahlıkla dikilirken ilk kez yüzüne bakmıştım çocuğun. Olsa olsa ortaokul öğrencisi olacak, kıvırcık saçlı, kavruk bir çocuk. Gözlerinin siyahı normal gözlerden daha parlak. Kafasını kaldırıp merdiven boşluğuna bakmıştı üst katta birine bakar gibi para üzerini verirken. Üst kata da mı sipariş var, demiştim. Yok abla sabah götürdüm gazetesini de, valizini çıkarttırdı bana, yazlığa mı gidecek diye merak ettim, demişti. Genç mi, nasıl biri, diye sormuştum. Üst kat komşumu tanımamama hayretle bakışını görmezden gelmiştim. Gazete getirme daha fazla diye arar gidecek olsa, demiştim. Çocuk bana gülümseyerek bakmıştı. Doğru dedin abla, demişti. Gülünce tüm yüzü büyümüştü. Dişleri bembeyazdı. Ağzı çocuğun yüzünden bağımsız biriymiş gibi, çocuk o kadar güzel değilken çok güzeldi. Hep gülse bambaşka bir yüzü daha olacaktı. Bozuk paraları avucuna tutuşturup, haydi kolay gelsin, demiştim. Sanki sabah okula giden oğlumu uğurluyordum. Tutup alnından öpecektim. Merdivende kayboluyordu ki, adın ne senin, diye seslenmiştim arkasından. Mahsun, demişti dönüp bakmadan. Hayatın kendisi bir komedi değilse neydi.
Peynirler sahanda eriyip biraz kıtır kıtır olana kadar başlarında beklemiştim. Her şeyde şairane bir yan buluyordum. Peynirlerin eriyerek tavada yarattıkları şekil bile bana bir şey anlatacak gibiydi. Üç tane yumurtayı, nasıl yerim yaz günü, bana çok değil mi diye bir saniye bile düşünmeden kırmıştım. Terk edildiğimden beri kendi içimden başka biri çıkmış ve alışkanlıklarımı yerle bir etmişti. Yaptığım hiçbir şeyi eskiden yaptığım gibi yapamıyordum. Göz göz yumurtalara ekmek banacak değilim diyerek tavadaki yumurtaları oralardan bir kasırga geçmiş gibi karmakarışık etmiştim. Yumurtaları karıştırırken dün gece üst kattan gelen sesler takılmıştı aklıma. Alıştığım saatte duymayı beklediğim sifon sesi, yer döşemesi gıcırtısı yoktu. Onun yerine sabaha kadar balkon kapısı açılıp kapanmıştı. Sabaha karşı mahur beste çalmıştı üst üste defalarca. Müziğin sesi o kadar açıktı ki gece yarısının sessizliğinde sokağın köşesinden bile duyulmuştur. Ağlama sesi bulmuştum sanki şarkı aralarında. Duyunca ben de ağlamıştım. Ben zaten kolayca her şeye ağlıyordum. Üst kat komşumdan da birkaç damla göz yaşını sakınmayacaktım. Balkonda rakı mı içmişti arkadaşlarıyla da, birkaç kadeh sonra kederlenmiş ağlamıştı. Öyle olsa konuşma sesi duyardım, yoktu. Yalnız başına oturmuş ağlamış mıydı? Neye üzülüyordu bu kadar? O da mı terk edilmişti yoksa daha acı bir olay mı vardı? Neden düşünüyordum bu kadar çok bunları. Yumurtayı çok pişirmeden kapattım altını. İki dilim ekmeği iyice kızarttım. Balkona çıkıp oturdum. Akşama kadar da oturdum. Bir demlik çayı tek başıma içtim. Hafif hafif rüzgar esti akşama doğru. Balkonu yıkadım, ayaklarım suyun içindeyken serinledim. Çiçekleri bol bol suladım. Okul servisleri doldurdu caddeyi öğleden sonra. Bir büyük bardak kahve içtim. Yanında normalde ağzıma sürmediğim sütlü çikolatalardan yedim. Yetmedi. Bir paket kakaolu bisküviyi birazını kahveme banarak, birazını iki parça bisküvinin arasındaki kremayı yalayarak, yedim, bitirdim. İş çıkış saati geldi. Geçti. İşten çıkanlar sokakları doldurunca biraz daha ağladım. Ağlamam geçince içeriye girip müziği açtım. Beraber dinlediğimiz şarkıları dinledim önce. Şarkıların bazı sözleri bazı Bozcaada şaraplarını çağırdı. Atlas'ta gördüğüm piknik görüntüleri gelip gözlerime dolandı. Yazın ortası olmuşken hala bir kez bile ayağımı sokmadığım denizler gelip beni boğdu. Henüz tadına bakmadığım şeker kayısılar, yarma şeftaliler, boynu bükük ahlatlar boğazıma sıralandı. Bir yerlerde pişen zeytinyağlı börülce kokusundan içim dağlandı. Okşamadığım kediler, emzirmediğim bebekler, beslemediğim kuşlar, kalbini kırdığım adamlar, dinlemediğim güzel şarkılar, isimlerinden listeler yapıp okuyamadığım kitaplar önümde sıralandı. Yapamadığım her şey, beraber gidilmemiş yerler, gülünmemiş hikayeler, anıya dönüşemeyen günler üzerime çullandı. Bir hayatın yükünü üzerimden atıyordum. Kolay değildi. Çok ağladım. Sabaha kadar ağladım. Bir yerde durdum yine.
Karşı apartmanın karşı dairesinde yeni doğmuş bebeğini iki saatte bir uyanıp emziren Aysel, iki gecedir sabaha kadar ışığı yanan balkonlardan gelen müzik sesini dinlemişti. Balkona çıkıp hava alırken karşı balkonda oturan kıza bakıp, ne derdi var bu insanların bu kadar demişti. Derin bir nefes alıp yaz sonunda kızı biraz büyümüş olsa da annesinin Datça'daki yazlığına gidip kalsalar biraz diye düşünmüştü. Ev bebek kokuyordu. Birazdan her şeyi unutmuş, kafasını yastığa koyduğu an uyumuştu.
Önceleri işe giderken hızla ya saçımı toplayarak ya telefonumu, dosyamı, cüzdanımı aldım mı diye çantamı alt üst ederken geçerdim önünden hırdavatçının. Hırdavatçı çoktan kepenkleri kaldırmış, taburesini kaldırıma çıkarmış olurdu. Elinde tavşan kanı çayı, gözünde gözlükleriyle gelene geçene bakardı. Gelene geçene bakmanın pekala yapılabilecek bir meslek olduğunu hiçbir yere geç kalmadığım bir sabah kapısının önünden geçerken düşünmüştüm. Hiç girmemiştim içeriye. Yine de o bana devamlı müşterisiymişim gibi incecik bir gülümsemeyle bakmıştı her geçişimde. Başını azıcık yana eğerek selam verir gibiydi. Balkonda sabaha kadar oturduğum gecenin sabahında, aylardır dip bucak temizlenmemiş evi temizlemeye karar verdim. Cebime birkaç kağıt para sıkıştırıp, elimi kolumu sallayarak evden çıktım. Fırından sıcacık iki simit aldım. Hırdavatçı ben bu defa önünden geçmeyip içeriye girince şaşırdı. Günaydın, dedim. Çamaşır suyu, bir vileda sapı bir de yerleri silmek için deterjan istiyorum. Hepsini tek tek aldı büyükçe bir naylon poşete koydu. Ne kadar borcum, bir de kahvaltı ettiniz mi siz, dedim. Bu her sabah alışveriş yaptığım her esnafa sorduğum bir soru gibi, rahattım. Kahkahası gürültülüydü. Gülerken göbeğini hoplattı. Kalın, tok bir sesi vardı. Ettim kızım, dedi. Sen bu sabah işe gitmedin herhalde. Elimde cebimden çıkardığım paraları görünce, gel sana bir çay koyayım, verirsin parayı sonra, dedi. Tezgahın arkasındaki bölmede kayboldu. Elinde iki cam bardak çayla çıktı. Gel kapının önüne, şu yan taraftaki tabureyi de al, dedi. Çocukluğuma dönmüş gibiydim. Bana ne denirse yapıyordum. Paraları cebime geri koydum. Yanına oturdum. Simitlerin kağıdını açtım. Koparıp uzattığım her simit parçasını yedi. Seçimleri konuştuk, arada bir sesi yükseldi, güldük. Dükkanın önünden geçen herkesle konuştu. Bazılarına bana önceleri yaptığı gibi boynunu azıcık yana eğerek sessiz selamlar yolladı. Geçen yaşlı teyzelere Nebahatcim var mı bir arzun, Nergis temizlik yok mu bugün, Hamdiye kızın okul işi ne oldu, diye seslendi durdu. Geçen hiç kimse de bana, ne yapıyor bu kız orada, diye tuhaf tuhaf bakmadı. Beraber üçer bardak çay içtik. Ramiz Abi bana poşete koyduğu deterjan yerine başka bir markanın deterjanını verdi çıkarken. Ben de poşetime bir sıra mandal, çilek kokan el sabunu ve metal bir kuş suluğu ekledim. Mandallar benden olsun, dedi. Haydi uğra yine, deyip koluma dokundu çıkarken.
Eve döndüğümde deterjanları, toz bezlerini, viledanın yeni sapını koridora yığdım. Kapının hemen önüne oturup biraz daha ağladım. Dünyadaki iyiliği ilk kez fark ediyor, insan sıcaklığından uzak kalmış, uzun zamandır doğru düzgün sevilmemiş biri gibi ağlıyordum.
O sırada apartman merdivenlerinde bir gürültü koptu. İçindeki türlü eşyanın sağa sola savrulduğu bir orta boy bisküvi kutusu en alt basamağa kadar yuvarlandı. Kapımın önüne bir gümüş terağlık düştü, bıçağı da içinden fırlayıp az önce çıkardığım spor ayakkabımın içine girdi. Üst basamaklarda birkaç kartpostal, sayfaları sararmış dünya atlasları, kitaplar ve kitapların arasından dağılan pirinç saplı kitap ayraçları başka bir dünyadan düşmüşler gibi sıralanmışlardı. Yaşlı adam elindeki valizi merdivenlerden tekerleklerini her basamağa vura vura indirmeye çalışıyordu. Benim kapıyı açtığımı fark etmedi. Kendi kendine konuşuyordu. Ah Rauf Bey, diyordu, ah Rauf bey, nasıl düşürdün o kutuyu, hem de geç kalıyorsun. Rauf Bey geç kalmamalıydı. Merdivenlere dağılan her şeyi bir çırpıda koliye yerleştirdim. Koliyi büyükçe bir poşete koydum. İki ucundan tuttuğumuz valizi beraberce apartman girişine indirdik. Uzun zamandır tanıyormuşuz da uzunca bir süredir görüşememişiz gibi sevgiyle baktık birbirimize ayrılırken. Sarılıp defalarca teşekkür etti. Çağırdığı taksi kapıdaydı. Şoför eşyalarını da Rauf Bey'i de güzelce yerleştirdi.
Sokağın köşesini dönerken arkasına dönüp, üzerini yaşlılık lekelerinin kapladığı elini bir kez daha salladı bana. Bu, üst kat komşumu ilk ve son görüşüm oldu. Üst kattan gelen sesler sonsuza kadar yok olmuştu.
O sırada apartman merdivenlerinde bir gürültü koptu. İçindeki türlü eşyanın sağa sola savrulduğu bir orta boy bisküvi kutusu en alt basamağa kadar yuvarlandı. Kapımın önüne bir gümüş terağlık düştü, bıçağı da içinden fırlayıp az önce çıkardığım spor ayakkabımın içine girdi. Üst basamaklarda birkaç kartpostal, sayfaları sararmış dünya atlasları, kitaplar ve kitapların arasından dağılan pirinç saplı kitap ayraçları başka bir dünyadan düşmüşler gibi sıralanmışlardı. Yaşlı adam elindeki valizi merdivenlerden tekerleklerini her basamağa vura vura indirmeye çalışıyordu. Benim kapıyı açtığımı fark etmedi. Kendi kendine konuşuyordu. Ah Rauf Bey, diyordu, ah Rauf bey, nasıl düşürdün o kutuyu, hem de geç kalıyorsun. Rauf Bey geç kalmamalıydı. Merdivenlere dağılan her şeyi bir çırpıda koliye yerleştirdim. Koliyi büyükçe bir poşete koydum. İki ucundan tuttuğumuz valizi beraberce apartman girişine indirdik. Uzun zamandır tanıyormuşuz da uzunca bir süredir görüşememişiz gibi sevgiyle baktık birbirimize ayrılırken. Sarılıp defalarca teşekkür etti. Çağırdığı taksi kapıdaydı. Şoför eşyalarını da Rauf Bey'i de güzelce yerleştirdi.
Sokağın köşesini dönerken arkasına dönüp, üzerini yaşlılık lekelerinin kapladığı elini bir kez daha salladı bana. Bu, üst kat komşumu ilk ve son görüşüm oldu. Üst kattan gelen sesler sonsuza kadar yok olmuştu.