16 Eylül 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-16

Gülüyor. 
Hayatının tüm sessiz gülümsemelerini bu gece için biriktirmiş de hepsinden bir anda intikam alıyormuş gibi, dev kahkahalar atıyor. İlk duyduğunuzda bile çok içinden gelerek güldüğünü anlıyorsunuz.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Kız Bolonez soslu spagetti alayım, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, ben de aynısından alayım, diyor. Bir de kola istiyor. Kız daracık masaya sığmayan kocaman makarna tabaklarına bakarken içinden ağlamak geliyor. On dakika sonra adam kolasını bitiriyor. Makarnasının kırmızı sosu bir kan gölü gibi görünüyor kızın tarafından baktıkça. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Aklı bomboş bir sayfa. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki bu adamla bir daha buluşmayacak. Bu gece ayrılırken otobüste yanına oturduğu bir yabancı gibi, rahatça kalkıp inecek arabasından. Hiç tanımadığı biriyle tuvalet kuyruğunda ettiği sohbet kadar bile sürmeyecek vedalaşmaları. Bu geceyi katlamaya bile gerek duymadan, naftalin kokan halı rulolarının, elektrik süpürgesinin, kışlıkların durduğu hurçların, eski perdelerin katlı durduğu poşetlerin tam yanına, ardiyenin iyice dibinde bir kuytuya tıkıştıracak. Birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç hatırlamayacak.

Neden bunu bu kadar dert ediyor, diye düşünüyorsunuz, biliyorum. Bazılarınız gayet de kibar adammış, bu kız daha ne arıyor, aman zaten yalnızlığı hak ediyor diyorsunuz, itiraf edin. Biliyorum ki pek çoğunuz bu buluşmada kızın neden bu kadar hayal kırıklığına uğradığını anlamıyorsunuz. Ve siz, kusura bakmayın, inceliklerden o kadar bihabersiniz ki, ne kadar anlatsam yine de anlayamıyorsunuz. 
Aşk diyor kız, sarhoş olduğu bir gece, elindeki şarap kadehinin dibini bir yudumda içip bitirirken, ondan uzaktayken sevdiği bir şey yediğinde, boğazından geçmemesidir. Kelek çıkan bekar kavunları yerine baldan tatlı bir kavunu bir dilim ezine peynirine arkadaş ederken gözünden bir damla yaşın istemsizce akıvermesidir. Ne kadar istemiyorum da dese, yediğin cevizli dondurmanın sonunu ona saklamaktır. Ekmek kızartmaktır sabah kahvaltılarında ev güzel koksun diye. Sonra da kızarmış ekmeklere biraz bal biraz kaymak sürüp kendin parmağını yalarken önce ona bir lokma yedirmektir. Dilim dilim, lokma lokma, yudum yudum, kadeh kadeh bir şeydir sevmek. Beraber yemek yerken birini zaten sevdiğinden daha çok sevmiyorsan, yok hayır, sevmiyorsundur, diyor. O kadar büyük bir kederle konuşuyor ki, insan hemen biten şarabının yerine yenisini dolduruyor. Sarılıp omuzunda ağlasın, ne yaşadı daha önce, anlatsın istiyor. Ketum da aynı zamanda. Bu kadar konuşuyor, gerisini anlatmıyor. Belli ki kız vücudunun bir yerinde dev ayrılıklar, boyundan büyük pişmanlıklar ve ne savaşarak ne barışarak geride bırakabildiği hatıralar besliyor.  Belki de o yüzden, bilekleri gün geçtikçe biraz daha zayıflıyor. 

Hala anlamıyorsunuz değil mi kızcağızın neden sofralarda bu kadar mutsuz olduğunu? O zaman aynı geceyi bir paralel evrende yaşayalım. Biraz zorlanın ama ne olur, sonunda anlayın.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Adam, henüz karar veremedik, birazcık daha zaman verseniz bize diyor? Şarap menüsünü alıyor eline. Uzun sürsün istiyorum bu gece, şişe açalım, diyor. Ne seversin diye, soruyor listeyi elinde evirip çevirirken. Kızın içine bir salkım misket üzümü gelip yerleşiyor. Ada üzümü olsun diyor. Seçiyorlar. Biraz hamur çekiyor canım bugün, şu keçi peynirli salatayla bir erişteyi paylaşalım mı diyor? Kız nasıl olup da adamın içinden geçenleri okur gibi sipariş verebildiğine şaşıyor. Bozcaada'ya gittin mi hiç, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, yok, hayır, gitmedim, diyor. Garson gelip gidiyor. Kadehler gelip gidiyor. Tabaklar bitip gidiyor. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Gözlerine bakıyor. Alnındaki kırışıklıklara. Konuşurken bu kadar çok gülümsediğine şaşırıyor. Yanağında belli belirsiz ortaya çıkan gamzeye uzanıp dokunmak istiyor. Adam yemekten önce gelen esmer ekmekten kopardığı çıtır lokmayı zeytin yağına bandırıp kıza yedirdiğinden beri, kızın aklı gitmiş gibi. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki, bu adam onu asla bir sınava sokmayacak. Gece uzuyor. Adam, kız doydum demesine rağmen çikolatalı bir tatlı sipariş ediyor. Bir parça kesip tabağına servis ediyor. Kızın dudağının kenarında kalan çikolatayı işaret parmağıyla siliyor. Neden bilinmez, kız adama o an, tam o esnada, adam daha parmağını bir peçeteye silemeden aşık oluyor. Göğüs kafesi kalbini muhafaza etmeye çalışan bir tel kafese dönüşüyor. Birkaç ay sonra adanın sahillerinde denize girerlerken o gecenin üzerinden bir ömür geçmiş gibi geliyor. Gelin görün ki mutlu zamanlar hep genç ölüyorlar. Kuşlar eninde sonunda uçup gidiyor. Kız birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç unutmayacak.


Gülüyor.
Gülüşü bu kadar uzun sürünce, ilk randevularına çıkan çiftten hemen sonra ben de kafamı çevirip bakıyorum. Bir saniyeliğine gördüğüm o sırt, yanağıma o anda tokadı yapıştırıyor. Önüme dönüp titreyen elimi diğeriyle tutarken derin bir nefes alıyorum. Evet, o. Çekip gittikten sonra tek bir kez aramayan, kendime yenilip aradığım gecelerde telefonuma cevap vermeyen adam. Bir gece yarısı kapıyı vurup gittiğinde geride bıraktığı beni, nasıl bir enkaza dönüştürdüğü hakkında en ufak bir endişe yaşamayan adam. Her küçük yalnızlık anında onunla yapmadığımız şeylerin beni tarumar ettiği adam. Her gün nasıl uyandığını, öğlen yemeğinde ne yediğini, geceleri kaç saat derin uykuya dalabildiğini, olgun şeftalilerin tadına bakıp bakamadığını, batan tırnağının iyileşip iyileşmediğini deliler gibi merak ettiğim, evet, işte, o adam. Sırtından tanıyorum. Omuzlarının üzerinde oturan görünmez hayaletlerden. Omurgasının üzerindeki derin vadide esen rüzgardan. Upuzun bir kitabe gibi üzerinden akıp giden yazlardan. Her gece dışarı çıkarken başka bir yüz taktığı  yakışıklı gölgesinden. Parmak izlerimi görüyorum. Ne kadar uğraşsa keselerken elinin ulaşamadığı yerlerinde kalmışlar sırtının. Metruk bir binanın cephesinde unutulmuş bir bina numarası ya da giriş kapısının üzerinde çok uzun zamandır yanmamış bir lamba gibi, asılı duruyorlar.

Gülüyor. İçinde ufacık bir yer bile kırılmamış gibi. Tüm hayatını neşe içinde, su muhallebisi kıvamında yaşamış gibi. Zamanı ferah fezaymış da asla ölmeyecekmiş, her hatayı telafi etmeye vakti, her acıyla yüzleşmeye mecali varmış gibi gülüyor. İnsan kılığına girmiş bir bulut olabilir bu, diyorum içimden. Önümdeki papatya çayı dolu fincana çarptığımda çıkan tok ses gülüşünün içinde neredeyse duyulmuyor. Fincan masanın üzerinde iki tur dönüp yere düşüyor ama kırılmıyor. Eteğimin üzerindeki küçük pembe çiçekler üzerilerine dökülen çayla beraber canlanıyor, tomurcuklar açılıyor. Garson hızlı adımlarla gelip iyi misiniz, diye soruyor. Yalandan kimse ölmüyor. İyiyim evet, diyorum. Kalkıp yürüyorum. Yürürken kafamı çevirip, hiç de saklamaya uğraşmadan masalarına doğru bakıyorum. Beni görmüyor. Bana doğru bakmak aklının ucundan bile geçmiyor. Kapının önündeki duvara yaslandığımda başım dönmeye başlıyor. Handan, o an gelip sarılıyor, aa erken gelmişsin, diyor. Başka bir yere gidelim, diyorum. Ne oldu, diyor gözlerime bakıp. Dur rengin atmış, ne oldu, diyor bu defa gözleri büyüyerek. Dur, arabayı alıp, geliyorum, diyor. Duruyorum, zaten bir yere gidebilecek halim yok. Bana gidiyoruz. Balkonda sabaha kadar rakı içiyoruz. Sahilden döndüğümden beri ağrıyan göğsümü ve boğazımı hiç umursamadan kadehe attığım buzları iki gün sonra koltuk altlarıma bile koysam ateşimi düşüremeyeceğimi o gece bilmiyorum. İçimde bir akciğer daha oluşturabilecek kadar ilaç içeceğimi de. Günlerce yataktan çıkamayacağımı da. Handan'ın her akşam elinde bir kase tavuk suyu çorbayla kapıma dayanıp, bir anne şefkatiyle alnımı okşayacağını da. Bir öğle vakti bakkalın çırağının elinde bir maşrapa keçi sütüyle gelip, abla bunu içersen çok çabuk iyileşirmişsin, annem gönderdi, köyden, dediğinde gözlerimin dolacağını da. Bahadır'ın günde beş kere arayıp, buralar sensiz çok keyifsiz, diyeceğini ve hatta bir keresinde çok duygulanıp telefonda ağlayacağını da. Hiçbir şeyi bilemiyorum o an. Çok acıklı şarkılar dinleyip, içimde nefes alacak boşluklar açılana kadar ağlıyorum. 

Kahkahasının sesi kulaklarımdan gitmiyor. Karşısında oturan o esmer güzeli kızı, puslu bir dolunay gibi parlayan gözlerini ve gülerken saçlarını eliyle başının bir tarafından diğerine savuruşunu ateşimin yükseldiği geceler boyunca rüyalarımda görüyorum. 
Yan masadaki kızın sorusu geliyor aklıma durup durup.
 -Bu kadar gülünecek ne var?