10 Nisan 2013 Çarşamba

25

Ve insan 25 yaşında kayboluyor.

Yan yana evlerde artık iki farklı dünya yaşanıyor.

Şanslı bir kesim var. Onlar, bu yaş gelip, kapıyı çalmadan önce gerçek aşk dedikleri şeyi bulmuş, her şeyi doğal sıralamasına koymuş olmanın huzurunu yaşıyorlar. Önce başarıyla okullarını bitirip, kariyer hırsıyla, az maaş çok yükselme umudu vaat eden bir yere kapağı atıyorlar. Sonra yüzüklerini takıyorlar sol parmaklarına. Akşamları, ellerinde ekmek, yoğurt poşetleriyle eve yorgun argın dönerken, hayatın en karmaşık kısmını başarıyla geride bırakmış, alınması en zor kararları almış oluyorlar. Eve gittiklerinde, onları yan kanepede uzanıp televizyon izleyen başka birinin beklediğini biliyorlar. Hiç konuşmasa bile varlığı yeten biri oluyor orada. İkisi de uyuyakaldıkları kanepeden kalkıp yataklarına yattıklarında, sımsıkı sarılıyorlar. Soğuk ayaklar bir anda ısınıyor. Biraz daha zaman geçince, yan evde birilerinin geceleri yaşadığı iç sıkıntılı uykusuzluk nöbetleri, onlarda bebek bu defa uyanınca kim kalkıp bakacak sıkıntısına dönüşüyor. Yan yana evlerin ışıkları yanıyor sabaha karşı. Biri kucağında bebekle, diğeri elinde sigarasıyla, camdan dışarı bakıyorlar.

Yalnız bir kesim var. Hayattaki en büyük amaçları saydıkları o şahane işe de girip, haritalarındaki bir köşeyi daha dönüyorlar ve o an yolun bittiğini görüyorlar. Biraz para kazanıp, daha yalnız olunabilecek evlere de yerleşince, geceler ansızın uzamaya başlıyor. Mutlu sona bağlanmayan bir filmde ansızın çıkan son yazısı gibi huzursuz ediyor insanı bu hayat. Önlerine çıkan her soruda yanlış şıkkı işaretlemiş gibi bir pişmanlıkla dolup taşıyorlar. Ekranı gittikçe büyüyen televizyonlarla, telefonlarla konuşulamadığını o günlerde anlıyorlar. Mutlu olmadıklarını fark etmeye başladıklarında neyle mutlu olacaklarını da bilmediklerini anlıyorlar. Çok uzun zamandır aldatılıyormuş gibi hissediyorlar kendilerini. Uyuyamamak ve hiçbir sabah zamanında uyanamamak da o zaman başlıyor. Camı açıp dar sokaklara uzatıyorlar kafalarını. Kaldırımlar boş ve gece çok karanlık oluyor her defasında. Evler hep sigara, yalnızlık ve hayal kırıklığı kokuyor. Buzdolabında şişeler nereye gittiğini bilmeden yuvarlanıyor. Büyük yataklar ucu bucağı gözükmeyen vadiler gibi uzanıyor. Yan daireden bebek ağlamaları geliyor. Ve işte insan tam o anda kayboluyor.

Geceleri restaurantlar iki farklı insan grubuyla doluyor artık. Birileri, arkadaşlarının tanıştırdığı kızlarla ilk randevuları için en iyi gömleklerini giymiş, geç kalan kızı beklerken üçüncü birasını yudumlayanlar. Onları evde bekleyen kimsesizlik hissinden öyle çok korkuyorlar ki kalkıp gidemiyorlar. Bekliyorlar. Yapacak hiçbir işi olmayan biri gibi bekliyorlar. Gidecekleri yere giden tek otobüsü bekler gibi bekliyorlar. Sonra o his geliyor. Daha önce tanıştığı hiçbir kızla bir ilişki yürütememesinin sorumlusu olan o his. Her şeye rağmen birine gerçekten aşık olabileceğine olan umudunu kaybetmeyen o his. Sessizce gelip yanına oturuyor.  Ondan sonra gelen kızlar, yüzlerindeki ışıltıyı ansızın kaybediyor, içlerindeki lambalar sönmüş gibi, bir gölge saçlarından kalkmıyor. Adam yan masada el ele oturan o genç çifti işte o zaman fark ediyor.

Ve insan 25 yaşında kayboluyor.
Çoğu zaman da bir daha bulunamıyor.