28 Ocak 2016 Perşembe

Kumbara

İnsan demirden bir kumbara.

İçine attıkça biriktiriyor. Birbirine eklenerek çoğalıyor. Birbirini çağırıyor. Elele tutuşup dönmeye başlıyorlar gün sonunda. İsimleri var. Bakınca yüzleri var. Tutunca elleri var. Dokununca sıcacık tenleri var. Abuk sabuk öfkeleri, birden gelen sinir krizleri var. Çok dikkatli bakılınca görülen derin kesik izleri var. Yanaklarında bırakılmış tokatlar, yüzlerine söylenmiş büyük yalanlar, bedenlerinin tam ortalarında imara kapalı ormanlık alanlar var. Arkalarından sövülmüş, ara sokaklarda sarhoşken dövülmüş, bazı gece yarılarında ansızın ölünmüş.


O gün kapıları açık bırakıp gidenlerle, çarparak vurup gidenler aynı anda bir sarma sigara yakmış. Dünyanın her yerinden bir çok insan artık bir kapıdan çıkıp gitmeleri gerektiğini idrak etmiş. Bazıları canlarından parçalar bırakmış, bazıları çıktıkları an rahatlamış, ferahlamış, derin bir nefes almış. Mahşer yeri gibi bir kalabalıkmış. O gün öfke, yıllardır arkasında hapis olduğu demir parmaklıkları kemire kemire devirmiş. Milyonlarca parçaya bölünüp havaya karışmış. İnsanlar içlerinde birden bir kıpırtı hissetmişler önce. Ne olduğunu anlayamadan çoğu pardesülerinin yakalarını kaldırıp binalardan sokaklara çıkmaya, bavullarına rastgele birkaç parça kıyafet atıp kapağını kapatıp taksiler çağırmaya başlamışlar. Evlerinden çıkarken dönüp geriye son kez bile bakmamışlar. Ki son kez bakılmayan şeyler en zavallılar. Duraklara, yollara, hava alanlarına, iskelelere, tren istasyonlarına akın etmişler. Birden içlerindeki her şeyi bırakıp gitme hissi dayanılmaz boyutlara gelmiş. Sanki biraz sonra dünya bitecekmiş gibi bir şaşkınlık ve korkuyla yanında olmak istedikleri o birinin yanına, annelerinin dizlerinin dibine, sevgililerinin yatağına, çocuklarının odasına, büyük annelerinin mezarına, anlayın işte, olmadıkları bir başka yere gitmek üzere yola çıkmışlar. İlk önce her şeyin anlamsızlaştığını hemen sonra aslında gözlerinin yalnızca anlamlıları görmeye başladıklarını anlamışlar. 

Koşmuşlar, hızlı hızlı yürümüşler, yorulup yol kenarlarında yan yana oturup dinlenmişler. Birbirlerinin sandviçlerini paylaşmışlar. Aynı su şişesinden hiç tereddüt etmeden su içmişler. Aynı taksinin arka koltuğuna yabancılar olarak oturup tanıdıklar olarak gittikleri adreslerde inmişler. Ayrılırken kucaklaşmışlar. Birbirlerini bir daha hiç görmemişler ama hep anımsamışlar. Anımsarken gülümsemişler. Ve zaten bu yeterliymiş. Susmuşlar. Susarken el ele tutuşmuşlar. Kumbara dolmaya devam ediyormuş. 

Son yolcular da varmaya çabaladıkları kapıların eşiklerinden içeriye adım atınca korkunç bir ses duyulmuş. Herkes aynı anda sağır olmuş. Kumbaralar teker teker patlıyormuş. İçinden demirden kollar, bacaklar, araba farları, nar taneleri, kar taneleri, tarçın taneleri, bozacının çığırtkan sesi, buğday başakları, fener balıkları, ada rüzgarları, teki kaybolmuş eldivenler, sebepsiz terk edenler, sebepli çekip gidenler, köşe başı kokoreç arabaları, balık ağları, üzüm bağları, büyükbaş hayvanlar, çorak topraklar, meksikalar, afrikalar, kayısı kıvamında pişmiş yumurtalar, rulo yapılıp kapı arkasına dayanmış el dokuması halılar, üzerinde yeni sevişilmiş kar beyazı çarşaflar, uzun pazar kahvaltıları, yatmadan önce çocuklara anlatılmış yalandan masallar, bağırışlar, geçmeyen hıçkırıklar, dinmeyen acılar, unutulmayan anılar ve mide boşluğunda donup kalmış at hırsızı suratlı haydutlar fırlamış. 

Kumbara fikri kimin aklından çıktı ki zaten, demiş bodrumun karanlığında oturan çocuk annesinin elini sımsıkı tutarken. İnsan demirden bir kumbaradır, demiş kadın. Hep sonradan, demek için biriktirir.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Kapı

Derin uçurumların kenarında
Her taşımızı ayrı rüzgarla yontmuşuz
Günle beraber solup gitmiş yüzümüzün rengi
Bir şahin alıp götürmek üzere göğsümüzdeki benleri
Bir tuhaf düşme korkusu imkansız kılıyor tüm telafileri
Belki de bin kere düşüp yine de birinde uçmayı umut etmeli
Ya da umut dediğimiz ne varsa hoyrat makaslarla paramparça.

Büyük kapıların arkasında
İtiraflara dökülmektense gizlice dinlemeyi sever olmuşuz
Parmak uçlarına saplıyor terk edenler avuç içlerini
Tanımaya diz kapaklarından başlamalı kışla beraber gelenleri
Boyun hizalarında kutsal topraklar yerle bir
Kulağımızdaki sinkaflı küfürlerle inlemeler aynı cümlenin öğeleri
Kapının kolu diğer tarafta besbelli
Kilidin dili acılaşıyor yanlış bir anahtar içinde dönmeye çalıştıkça.






7 Ocak 2016 Perşembe

Düşen şeyler


Atlayalım mı, dedi. Sarı çizgiyi geçmeyin anonsları kafamda yankılanıp dururken değil atlamak, onun gittiği kadar yakınına gidip bakamıyordum bile aşağıya. O ise ben sessiz kaldıkça cesur olma rolünü daha da abartılı oynuyordu. Ayaklarını yerden hiç kaldırmadan yaklaştı biraz daha kıyıya. Ayakkabılarının kauçuk tabanlarının altında çakıl taşları gıcırdıyordu. Bir şey söylemeden elini uzattı. Parmakları bana gel demeye çalışarak hareket etti. Elimi uzattım. Ben korkuyordum. Atlamaktan, onun atlamasından, beni itmesinden, kendisi atlarken tutup beni de çekmesinden ya da atlamak hiç aklımda bile yokken aşağıya düşüvermekten. Derin bir nefes aldım. Kan almadan önce hemşirelerin tembihlediği türden bir derin nefes. 

Bazı nefeslere bazı zamanlar çok büyük ihtiyaç olur. 
Restoranın hemen dışındayım. Deli olmalıyım ki gece yarısı kalkıp buraya kadar geldim. İçerisi loş, dışarısı tenha. Yerler buz kesmiş. Ellerimi ceplerimden çıkaramıyorum. Çıkarıp bir sokak lambasının direğine tutunsam yarın parmak izlerimden beni teşhis edecekler. Yarın gazetelere kendi hakkımda kayıp ilanı vereceğim. Hareket eden kabuğumu bu meftun, bu yarım akıllı halime bırakıp bambaşka diyarlara gitmiş olmalıyım, zira o kapının hemen ardında duran ben olamam. Derin bir nefes alıyorum. 

Nefesime kokusu karışıyor. Çok yakınımda bir yerlerde olduğuna şüphe yok. Birkaç adım daha atınca cam kenarı olmayan bir masada onları görüyorum. Kadın gülümsüyor. Abartısız. Dünyadaki her işin nasıl yapılacağını kolaylıkla tarif edebilecek gibi bakıyor. Garsona somonu pişirirken nasıl kurutmayacaklarını, rokaların en tazelerinin hangi tezgahta satıldığını, elma sirkesinin kadehleri nasıl da parlatacağını anlatabilir. Gidip merhaba desem, bana da öyle bir bakar ki hemen oracıkta ölürüm. Çünkü kaybettiğimi anlarım. Oturdukları masanın tam ortasından hayali bir çizgi çekiyorum. Kadın kendi yarısında sakin. Oysa adamın elleri sınırından çıkıp kadına dahil olmaya çok yakın. Göbek deliği kadına dönük. İçinde bazı yerler kadına ait olmuş. Kadının gülümsemesine dahil olma ihtiyacındaki sözcükler ağzının içinde telaşlı. Özlemiş gibi bakıyor. Kadına biat eden parçaları uyuşturulmuş gibi huzur içindeler. Bana ihanet eden sağ eliyle sol elinde tuttuğu bir lokma ekmeğin üzerine favadan kondurup kadının ağzına doğru uzatıyor. Teklifsizce. Reddedilme korkusundan uzak. Tuzaklı sorulardan, mesafeli kelimelerden, bekledikçe kurumaya yüz tutmuş heveslerden azade. Kadın ağzını yavaş çekimde aralıyor. Dili bir parça öne uzanıyor. 
Bu dil nelerin tadını biliyor? Acılı ezmeleri, rakılı geceleri, terk edilmeleri, ölüp ölüp dirilmeleri, yastığa dökülen iç geçirmeleri, pervasız sevişmeleri, dalından yeni kopmuş çavuş üzümlerini, dişle koparılan tırnak kenarı etlerini, ekmek arası kokoreçleri, boynunun ince çizgilerini, yara izlerini tattı mı? Adamı hayal ettiği bir an dilini kendi dudaklarının üzerinde gezdirdi mi? Beraber kahve içerken yaktı mı ucunu? Öğlen yediği yemeği adama dünyanın en mühim meselesi gibi anlatırken dilinde hissettiği acılı, ekşili tatminler mi? Hangi tahminlerle uzatıyordu şimdi dilini favayla ve  her saniye kirlenen havayla dolu o lokmaya. Kapattı ağzını. Her noktası taze bakla zerrelerine temas eden dilinin içeride dönüp durduğunu hissediyordum. Dili döndükçe görüntüler, gecenin sessizliği, kafamın içindeki tüm anılar, senelerce büyüttüğüm tüm dünya tahayyülleri boydan boya paramparça oluyordu. Adam kadının yüzüne, yüzündeki deliklerden tam içine, içinin kendi görüntüsüyle dolmasına hayranlıkla bakıyordu. Bana bir kez daha ihanet eden sağ elinin en hain parmağıyla kadının dudak kenarında kalan bir parça favayı aldı. Peçeteye silmedi. Parmağının masanın ortasına çizdiğim çizgiden yavaş yavaş kendi ağzına doğru hareket ettiğini, hiç kasılmadan dümdüz durduğunu, bir hamlede aralanmış ağzına girip çıktığını ve favanın ağzının içinde yok olduğunu gördüm.
 Derin bir nefes aldım. Bir tane daha. Bir tane daha. Hiçbiri içime dolmadı.

Atlayalım işte, dedi. Artık yan yana duruyorduk. Başım dönüyordu. Elim avucunda terden sırılsıklamdı. Sen gerçekten korkuyorsun, dedi. Bir an aşağıya baktım. Bir an içeriye. Bir an geride kalan manzaralara. 

Düşen şeyler aslında bir müddet uçuyorlardı.


5 Ocak 2016 Salı

Senin aradığın şey artık bende değil



Senin aradığın şey artık bende değil, dedi. Aynı rüya bulutunun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Burada daha önce hiç buluşmamıştık. Yaşım iyice küçülmüştü. Ellerimin boyutlarından anlayabildiğim kadarıyla ilkokula yeni başlamış olmalıydım. Sağ elimin orta parmağındaki nasır henüz kendini var etmemişti. Ayaklarımdakiler annemin ne yapsa beni atmaya ikna edemediği rengarenk rugan ayakkabılardı. Yavrum, ayağını sıkıyorlar artık dediğinde ve haklı olduğunu bildiğimde bile onlardan vazgeçmemiştim. Çocuk aklım ayakkabılar da benimle büyür diye umut etmeye devam etmişti. Her sabah yataktan kalkıp ısrarla belki o gün ayağıma olurlar diye denemiştim; bir gün bile olmamışlardı. Bir süre sonra kutuya koyup kendi ellerimle dolaba kaldırmış yine de atılmalarına müsaade etmemiştim. Şimdi onları yeniden ayağımda görüyor olmaktan o kadar mutluydum ki konuşurken gözüm sarı bağcıklara takıldıkça sırıtıyordum. Neşe bir yavru kuş gibi omzuma konmuştu. Neden neşeliydim, bilmiyordum. Oturduğum yerden parmaklarımla bir parça bulut koparıyor, ufaladıkça tarlaların üzerine doğru uçuşmalarını izliyordum. Yerde otlayan sürüdeki koyunlar bir süre gökten gelen bu tuhaf cisimlere bakıyor, hemen sonra ilgilerini kaybediyorlardı. Bunu yaparken  kendimi kaptırıp çok derin bir parça koparmaktan korkuyordum. Boyutlarımdan emin değildim. Küçük bedenim açtığım delikten aşağıya uçup gitsin istemezdim. 
Çok gülmüştüm buluşmanın başından beri. Anlattığı her şeyde çabasız bir nüktedanlık vardı. Ya da ben tüm tebessüm saatlerimi ona ayarlamış ve konuşmasını beklemeye başlamıştım. Beni ne anlatıp bu kadar eğlendirmiş olabilirdi. Hatırlamıyorum. Oysa kıkırdarken içimin bir sürahi su gibi berrak olduğunu hatırlıyorum. Net bir boşluk. Hiç dalgasız. Telaşsız. O kadar günlük hayatın içinde olamayacak huzurda anlardı ki bir rüyada olduğuma şüphe kalmıyordu. Bu gülüşlerden sonra bir yerlerde ağlamaya başlayacağımdan içten içe emindim, sadece zamanımı bekliyordum. Rüyada ya da değil, hiçbir hesapsız gülüş cezasız kalamazdı.

Ne demek sende değil, nerede bıraktın ki, dedim. Yüzüme baktı uzun uzun. Kocaman avuç içiyle uzanıp yanağımı okşadı. Elleri hep aynı kokuyordu. Anladığımdan emin olmak ister gibi tane tane konuşuyordu. Söylediklerini iyice anlayabilmek için dudaklarına bakıyordum. Söyledikleri tanıdık kelimelerdi ama birleştirdiğimde yetişkin halimin anlayacağı cümlelerden, o an bir anlam çıkaramıyordum. E ama bir yere bırakmışsındır, gidip arayalım, dedim. Yok yavrucuğum, dedi, bende olsa sana verirdim, ama yok oldu artık o, dedi. 
Yok olmak. 
İşte ağlamaya başlayacağım yer orasıydı. Yok olmak kaç yaşında olunursa olunsun aynı korkunçluktaydı. Yok olmasın, dedim.  Yok olmasın diye avazım çıktığı kadar bağırırken hala ağzından çıkacak tek bir lafta teselli bulabilirdim. Geri dönülmez yerlerde değildim. Başını önüne eğdi. Bağıra bağıra ama o benimdi, diye ağlamaya başladım. Düşme korkumu unutmuş, yumruklarımı buluta vura vura, bulalım onu, diye hıçkırıyordum. Vurdukça ikimiz de olduğumuz yerde sallanıyorduk. Sarıldı. Vücudu bana göre o kadar büyüktü ki kucağında kayboldum. Sesimi alçalttım. Bulabilirdik, dedim.Yanaklarımdan yaşlar akmaya devam ederken tüm vücudum sarsılıyordu. Hala, tamam, gidip bulalım, demiyordu. Hiç mi bulamayız, dedim. Bu kadar çaresi bulunamayacak bir şeyi aklım almıyordu. Sonsuza kadar mı gitti, dedim vereceği cevaptan ödüm koparak. İyice yaklaştırdı beni kendine. Söyleyeceği şeyi ömrüm boyunca hiç unutmayacağımı biliyordu. Az acıtsın istiyordu ama bazı şeylerin az acıtan halleri diye bir şey yoktu. Gözlerimin içine baktı. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Fısıldayarak, ölüm gibi bir şey oldu, dedi ama kimse ölmedi.

Gözümü açtığımda bir tahta sırada oturuyordum. Karşımdaki tahtada içimi sıkan birtakım ders notları yan yana sıralanmıştı. Saçlarını geriye doğru taramış bu gömlekli yetişkinin dersin öğretmeni olduğunu tahmin ediyordum. Gömleğinin tüm düğmelerini sıkı sıkı iliklemişti. Gereksiz bir ciddiyet vardı yüzünde. Ve bu ciddiyetin gömleğindeki komik yıldız desenleriyle oluşturduğu tezat her şeyi gerçek dışı bir hale getiriyordu. Ezcümle, dedi, hiçbir şey yoktan var olmaz, var olanlar da yok olmaz. İstemsizce güldüm. Bu vücudun başka hiçbir tepki vermesinin mümkün olmadığı anlarda verebildiği tek refleks olan türden bir gülüştü. Adam kafasını bana çevirdi. Yerimde doğruldum. Ayağımda hiç sevmeyerek aldığım siyah bağcıklı ayakkabılar vardı. Sağ ayağımın küçük parmağının sızladığını otururken bile hissedebiliyordum. Bir yorumun var mı bu konuda, dedi. Tüm sınıf aynı anda bir eğlence çıktığını ve dersin bundan sonrasının kaynadığını anlayarak bana doğru döndü. Yok, dedim. Sence var olan şeyler nasıl yok oluyor peki, dedi. Ölen canlılar mesela zamanla nasıl başkalaşıyor?
Beni gerçekten zorluyordu. Bildiğim her şeyi anlatmalı mıydım? Sessiz kalışımın onu içten içe sinirlendirmeye başladığını seziyordum. Kusura bakmayın ama yalnızca ortaokuldaydım ve otorite henüz beni korkutan bir şeydi. Gelip sıramın tam önünde durdu. Sesinin tonu değişiyordu. Gece uyumamış birinin sesinde olabilecek türden bir hırıltı vardı boğazında. Gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yakından bakınca alnındaki sivilceleri, saçlarındaki beyazları ve gözlerindeki delici bakışı daha net görebiliyordum. Çok yorgun gibiydi. Bu hali beni daha da tedirgin ediyordu. Bence zaman diye bir şey, dedim ve duraksadım. Söyleyemeyecek gibiydim. Tek solukta bıraktım gitti. Zaman diye bir şey yok, dedim. İlginç, dedi. İçimizde yaşayan şeyler bir sabah kalktığımızda orada olmayabilirler ve başka bir şeye de dönüşmüş olmazlar. Yok olmuş olurlar. O yüzden size katılamıyorum. 
O saniyeden sonra neden bana o kadar çok bağırdığını anlayamadım. Hiç. Size inanamayacağız, demek ki bundan sonra, demek ki benim sizi tüm yoklama listelerinden çıkarmam, dersten kaydınızı silmem ve hatta müdür yardımcısıyla hemen konuşup sizi bu okuldan attırmam gerekir, dediğini hayal meyal duyabildim. Bayılacak gibi hissediyordum. Sonraları her şeye en yakından şahit olan sıra arkadaşım bile bunları benim uydurduğumu, adamın bana yalnızca ilginç bir bakış açısı, deyip tahtaya döndüğünü söylemekte ısrar edip durdu. Oysa ben adamın gözlerini görmüştüm. Uydurmuyordum. 

Yorganın bembeyaz bulutlar gibi karmakarışık durduğu yatakta çırılçıplak yatıyorum. Odanın içindeki hava önceden bildiğim bir yeri anımsatıyordu bana. Tanıdık bir koku gibiydi ama çıkaramıyordum. Odanın anahtarını nereye koydun, dedi kapıdan başını uzatıp. Bende değil, dedim. Ama sevgilim sana vermiştim az önce, dedi. Hatırlamıyorum, dedim. Bende değil işte, değil, değil. Bende olmayan bir şeyi de kimseye veremem. Gelip yanıma oturdu. Birkaç gündür tatildeydik. Uzun ve derin uykular gözlerinin altındaki torbalara iyi gelmişti. Elleri sıcacıktı. Hiçbir şey söylemedi. Gelip sarıldı. Boynunun kokusu o an benden daha çıplaktı. Gözümü kapatınca kokusuna kimlerin kokusunun karıştığını, girdiği fırındaki ekmekleri biraz yaktıklarını, yolda durup kendine yeni çekilmiş koyu bir kahve aldığını, tanımadığım bir kadının gereksizce yakın mesafeden boynuna parfüm kokusundan hareler bıraktığını hissedebiliyordum. Beni bırakma, dedim. Ne bırakması, dedi. Ağladığımı vücudum onunkini de sarsmaya başlayınca fark ettim. Bundan çok günler sonra bir gün, bana sende olduğunu ve gözün gibi baktığını sandığım bir şeyin, artık yok olduğunu söyleyeceksin. O gün gelmesin, dedim. Ne diyeceğini bilemedi. Saçlarımdan öptü. Söz ver, dedim. Sırtımı okşarken uykularda dolaştım, rüyalarda gezindim, kabusların  kapı önlerinden geçtim.
Gömleğinde yıldızlar olan adam uzakta bir yerden, gününü bekleyen bir pişmanlık gibi gözlerini dikmiş bakıyordu.




2 Ocak 2016 Cumartesi

Karanlık


Elektrikler kesildiğinde banyoda saçımı tarıyordum. Elektrikler çoğul çünkü tuhaf bir tedirginlik içime aniden gelip yerleştiğinden, evin neredeyse tüm ışıklarını yakmıştım. Kimsenin olmadığı mutfakta, pişirilmedikleri için oldukları yerde an be an küflenmekte olan kestaneler, sıkıntıdan oflamalarına spot ışıklarının altında teatral bir hava katıyorlardı. Saçlarımı tarıyordum, evet. Bir yere gideceğimden değil. Yeni de yıkanmamıştım. Banyoya kirli sepetine bir çift çorabı atmak için gelmiş ve kalmıştım. Büyük mekanlarda ve açık havada kaybolduğum hissine kolaylıkla kapıldığım günlerdeydim. Çoğunu kaplayabildiğim daracık mekanlarda sıkışmak içimde aptalca bir güvenlik duygusu yaratıyordu. Muhtemelen anne karnı emniyetini arıyordu otuz yaşına yeni girmiş bedenim ve ben de onu üzmüyordum. Ona küçük mekanlar arıyor ve buluyordum. Banyonun kapısını kapattım. Aynaya bakmaya başladım. Banyoların her tarafının seramikle kaplanmış olmasını çoğu zaman komik buluyorum. Aynaya yansıyan 30x60 fayanslara bakıp yine gülümsedim. Demek siz, ev sahipleri, bir zaman banyoya girdiğimiz an tüm duvarları ıslatmamızdan korkup önlemler aldınız, öyle mi? Keşke bizi lavabo önünde yıkanmadığımızı  ya da yağlı boya duvarlara çişimizden resimler yapmayacağımızı bilecek kadar tanısaydınız. Neyse. Bunları düşünmekten sıkılınca meşgale olsun diye çekmeceden fırçayı alıp saçlarımı taramaya başladım. Saç derime değen fırça uçlarının hareketi hoşuma gitti. Gözlerimi de kapatıp tuhaf bir hazza kendimi teslim ettiğim an, elektrikler kesildi. Önce gözlerimi açmadığımı sandım. Açıp kapattım. Aynı anda karşı komşumun, mum nerede görkem, mum, diye oğluna seslendiğini işitince emin oldum. O anı bekler gibi mülayim, fırçayı çekmeceye geri koydum ve hiçbir ışığı alışkanlıkla kapatmaya yeltenmeden banyodan çıktım, salona gittim.

Dışarıda kar yağıyordu. Lapa lapa. Şehir bembeyazdı ve bu bana anlayamadığım bir ferahlık hissi veriyordu. Son yıllarda kışı seviyordum. Hava soğumaya başladığı an; karlarda yuvarlandığım, çok uzun boylu ağaçların arasında yürüyüşlere çıktığım, dışarıda üşüyen ayaklarımı şömine başında elimde saleple otururken ısıttığım, kaybettiğim iştahımı bile bulduğum bir hayal gelip içime yerleşiyordu. Oysa öyle bir yere tek bir kış bile gitmişliğim yoktu. Pencereden dışarıya baktığımda o alternatif evrende karanfil kokulu sıcak şarabını içen hayalim bana el salladı. Karşılık verdim. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yanıyordu. Mutfakta bulaşık yıkayan kadın beni izliyordu. Elektrik bir tek bizde gitmiş olmalıydı. Sokak lambalarına bakınca kar tanelerinin şeffaf kıyafetlerinden içleri görünüyordu. Buz tutmuş yolda temkinli adımlarla gideceği adresi arayan taksi de sokağı terk edince mutlak bir sessizlik oldu. Karanlık ve sessizlik. Az önce karanlıktan korktuğumu unutmuş gibiydim. Aradığım his belki aydınlıkta değil de karanlıktaydı. Yorganın altı gibi bir şeydi belki. Sıcak, karanlık ve sessiz. Şimdi salon o hisle dolmuştu. Dev bir yorgan üzerime iniyor ve aniden uykum gelmiş gibi kaslarımı uyuşturuyordu. Ayakta dikiliyordum. Yorulup koltuğun kenarına iliştim. Salona dönüp baktım. Eşyaların acımasız pervasızlığına. Bir gece olsun kafamı koyduğumda saçımı okşamayan koltuk kollarına. Nasıl bıraksam öyle duran yastıktaki başımın izine. Çalmadıkça vahşi bir hayvan gibi parmaklarımı ısıran telefona. Dün dışarıdan gelince tekli koltuğun üzerine bıraktığım kol çantama. Sabah dudak kenarımdan dahi öpmemiş olan kahve fincanına. Karanlığın içinde hepsi acımasız siluetleriyle ayaktaydılar. Her an kalkıp gidecek gibi hazır olda.

İyice yoruldum. Üçlü koltuğa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim. Derin derin iç çektim. Neden vazgeçemiyorsun, dedim. Bazen akışına bıraksan daha kolay değil mi? Ne olacaksa olsun desen. Uçuruma düşen yüzlerce insanı aynı anda tutuyormuşsun ve avuç içlerin durmadan terliyormuş gibi bir korkuyla yaşamak yerine mezarlarının başlarında dua ederek huzura varsan? Hep aynı saatlerde gelen o his yine ayak parmaklarımdan göğüs kafesime doğru yükseliyordu. Birazdan içim arabayla tümseklerden geçerken dolan o hisle dolacak ve hemen ardından da dışarıya taşacaktı. Kaynamaya başlayan sudan yükselen buhar gibi. Az önce fırçanın değdiği saç diplerimden fosforlu bir duman çıkacaktı. Telefonun saatine baktım. Gece yarısına geliyordu. Şarjım bitiyordu. Salona arkamı dönüp battaniyeyi kafama kadar çektim.