Elektrikler kesildiğinde banyoda saçımı tarıyordum. Elektrikler çoğul çünkü tuhaf bir tedirginlik içime aniden gelip yerleştiğinden, evin neredeyse tüm ışıklarını yakmıştım. Kimsenin olmadığı mutfakta, pişirilmedikleri için oldukları yerde an be an küflenmekte olan kestaneler, sıkıntıdan oflamalarına spot ışıklarının altında teatral bir hava katıyorlardı. Saçlarımı tarıyordum, evet. Bir yere gideceğimden değil. Yeni de yıkanmamıştım. Banyoya kirli sepetine bir çift çorabı atmak için gelmiş ve kalmıştım. Büyük mekanlarda ve açık havada kaybolduğum hissine kolaylıkla kapıldığım günlerdeydim. Çoğunu kaplayabildiğim daracık mekanlarda sıkışmak içimde aptalca bir güvenlik duygusu yaratıyordu. Muhtemelen anne karnı emniyetini arıyordu otuz yaşına yeni girmiş bedenim ve ben de onu üzmüyordum. Ona küçük mekanlar arıyor ve buluyordum. Banyonun kapısını kapattım. Aynaya bakmaya başladım. Banyoların her tarafının seramikle kaplanmış olmasını çoğu zaman komik buluyorum. Aynaya yansıyan 30x60 fayanslara bakıp yine gülümsedim. Demek siz, ev sahipleri, bir zaman banyoya girdiğimiz an tüm duvarları ıslatmamızdan korkup önlemler aldınız, öyle mi? Keşke bizi lavabo önünde yıkanmadığımızı ya da yağlı boya duvarlara çişimizden resimler yapmayacağımızı bilecek kadar tanısaydınız. Neyse. Bunları düşünmekten sıkılınca meşgale olsun diye çekmeceden fırçayı alıp saçlarımı taramaya başladım. Saç derime değen fırça uçlarının hareketi hoşuma gitti. Gözlerimi de kapatıp tuhaf bir hazza kendimi teslim ettiğim an, elektrikler kesildi. Önce gözlerimi açmadığımı sandım. Açıp kapattım. Aynı anda karşı komşumun, mum nerede görkem, mum, diye oğluna seslendiğini işitince emin oldum. O anı bekler gibi mülayim, fırçayı çekmeceye geri koydum ve hiçbir ışığı alışkanlıkla kapatmaya yeltenmeden banyodan çıktım, salona gittim.
Dışarıda kar yağıyordu. Lapa lapa. Şehir bembeyazdı ve bu bana anlayamadığım bir ferahlık hissi veriyordu. Son yıllarda kışı seviyordum. Hava soğumaya başladığı an; karlarda yuvarlandığım, çok uzun boylu ağaçların arasında yürüyüşlere çıktığım, dışarıda üşüyen ayaklarımı şömine başında elimde saleple otururken ısıttığım, kaybettiğim iştahımı bile bulduğum bir hayal gelip içime yerleşiyordu. Oysa öyle bir yere tek bir kış bile gitmişliğim yoktu. Pencereden dışarıya baktığımda o alternatif evrende karanfil kokulu sıcak şarabını içen hayalim bana el salladı. Karşılık verdim. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yanıyordu. Mutfakta bulaşık yıkayan kadın beni izliyordu. Elektrik bir tek bizde gitmiş olmalıydı. Sokak lambalarına bakınca kar tanelerinin şeffaf kıyafetlerinden içleri görünüyordu. Buz tutmuş yolda temkinli adımlarla gideceği adresi arayan taksi de sokağı terk edince mutlak bir sessizlik oldu. Karanlık ve sessizlik. Az önce karanlıktan korktuğumu unutmuş gibiydim. Aradığım his belki aydınlıkta değil de karanlıktaydı. Yorganın altı gibi bir şeydi belki. Sıcak, karanlık ve sessiz. Şimdi salon o hisle dolmuştu. Dev bir yorgan üzerime iniyor ve aniden uykum gelmiş gibi kaslarımı uyuşturuyordu. Ayakta dikiliyordum. Yorulup koltuğun kenarına iliştim. Salona dönüp baktım. Eşyaların acımasız pervasızlığına. Bir gece olsun kafamı koyduğumda saçımı okşamayan koltuk kollarına. Nasıl bıraksam öyle duran yastıktaki başımın izine. Çalmadıkça vahşi bir hayvan gibi parmaklarımı ısıran telefona. Dün dışarıdan gelince tekli koltuğun üzerine bıraktığım kol çantama. Sabah dudak kenarımdan dahi öpmemiş olan kahve fincanına. Karanlığın içinde hepsi acımasız siluetleriyle ayaktaydılar. Her an kalkıp gidecek gibi hazır olda.
İyice yoruldum. Üçlü koltuğa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim. Derin derin iç çektim. Neden vazgeçemiyorsun, dedim. Bazen akışına bıraksan daha kolay değil mi? Ne olacaksa olsun desen. Uçuruma düşen yüzlerce insanı aynı anda tutuyormuşsun ve avuç içlerin durmadan terliyormuş gibi bir korkuyla yaşamak yerine mezarlarının başlarında dua ederek huzura varsan? Hep aynı saatlerde gelen o his yine ayak parmaklarımdan göğüs kafesime doğru yükseliyordu. Birazdan içim arabayla tümseklerden geçerken dolan o hisle dolacak ve hemen ardından da dışarıya taşacaktı. Kaynamaya başlayan sudan yükselen buhar gibi. Az önce fırçanın değdiği saç diplerimden fosforlu bir duman çıkacaktı. Telefonun saatine baktım. Gece yarısına geliyordu. Şarjım bitiyordu. Salona arkamı dönüp battaniyeyi kafama kadar çektim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder