11 Aralık 2013 Çarşamba

Paralel evren

Oturmuş o çok sevdiğim, gülümseyen fotoğrafına bakarken paralel evrenleri düşünüyorum. Bir şeyin bir kez olması ihtimali varsa, o şey, bir mekan ve bir zaman boyutunda yaşanmış olmalı. Dolayısıyla biz bir kez tanışıp birbirimizi bulduysak, bir yerde beraber mutlu olmuş da olmalıyız. Yoksa nerede yanlış yaptığını bir türlü bulamayan ben, başka bir paralel evrende kendimi çoktan karanlık bir ortaçağ kulesine kapatmış olmalıyım.

Bir alternatif evrende, şu an evde beni yemeğe beklediğine eminim. O ev, bugün gideceğim soğuk evin tam tersi istikamette bir ev. Yalın ayak bastığım masif parkelerin loş ışıkta parladığını, kapıyı açtığımda dalmaçyalı bir köpeğin üzerime atladığını görür gibiyim. Tekli bir koltukta oturan sen, kafanı okuduğun gazeteden kaldırıp bana sesleneceksin. Yanına gelip sarılacağım ve dünyanın tüm gürültüsü, anlamsız ve yorucu saldırıları kapının dışında kalmış olacak. Normalde ne yapsak normal bir sohbete dönüştüremediğimiz kesik konuşmaların önündeki setler burada kalkmış olacak.

 Birbirimizi kırma, kaybetme, üzme, yanlış anlama korkularını çoktan yenmiş olacağız. Çıplak iki insan rahatlığında oturacağız karşılıklı. İstediğimiz her şeyi yiyip içer ve gerçekten her ne isek, o olarak birbirimizin gözünün içine bakarken, dürüst olacağız. Hem kendimize hem de birbirimize sanki ellerimizden her an düşüp kırılacak birer kristal vazo muamelesi yapmamıza gerek kalmayacak. Köklerimizi toprağın çok derinlerine gömdüğümüzden, sert rüzgarlarda kafamızı eğdiğimiz değil, saçlarımızı savurduğumuz bir yer orası. Dokunuşların her an bir kaybedişe dönüşebileceği bir acelenin içinde değiliz. Üzerimizi yavaşça, parça parça çıkarmaya vaktimiz var. Oda sıcaklığı öyle bir dereceye ayarlanmış ki, üşümek de terlemek de mümkün değil. Sakin olmanın ne olduğunu, göz yuvalarımızdaki gerilimin nasıl yavaşça yok olduğunu kolayca hissedebiliyoruz. Güvenli bir yer. Kimsenin kapıları vurup çıkmayacağından herkesin emin olduğu bir yer. O yüzden köpek asla havlamıyor. Bavullar dolabın çok derinlerinde bir yerde tozlanıyor. Çok uzak tarihlere alınmış iki kişilik uçak biletlerimiz çekmecede uzanmış, zamanının gelmesini bekliyor. Gecenin uzun olduğu bir yer orası. Sabahın aniden odaya girip, bizi sarmaş dolaş yakalayabileceği bir yer değil. Son bir öpücük için insanın içinin titremediği bir yer. Zamanın gerçekten çok olduğu ve sanki giderek çoğaldığı bir yer. Şimdi beraber bir kahve içmek için bulamadığımız tüm zamanların toplanıp biriktiği bir yer. Birbirimize ne alacağımıza karar veremediğimiz günler değil de hediye paketleri açıldığında atılan çığlıklar var burada. Her görüştüğümüzde üzerinde yeni bir gömlek gördüğüm zamanlar yerine, hediye ettiğim hırkaların yavaş yavaş eskidiğini gördüğüm bir zaman dilimi. Mürekkebi biten kalemlerini dolduruşunu, yeni yıl ajandasının ilk sayfasına yazdığın anlamsız notları, okuduğun kitaplarda altını çizdiğin yerleri, biriktirdiğin anahtarlıklara giderek yenilerinin eklendiğini gördüğüm bir yer. Bütün yara izlerini, çocukluk maceralarını, uzak akrabaların acayip anılarını, en utanç verici ilkokul olaylarını kendim yaşamışım gibi bildiğim bir yer. Her gün bir yenisi öğrendiğim tuhaf alışkanlıklarının beni şaşırttığı bir yer. Başkası yapsa nefret edeceğim şeylerin nasıl olup da sen yaptıktan hemen sonra bu kadar normal şeylere dönüştüğünü anlayamadığım bir yer. Birbirimize yaptığımız sabah kahvelerinde ne kadar süt olacağını, rakılarımıza kaç tane buz atılacağını, buruk kırmızı şarapların sabah bende nasıl baş ağrıları bırakacağını tam olarak bildiğimiz bir evren. Orada, ellerimiz birbirini en derin uykularda ve birbirimizin dahil olmadığı rüyalarda bile bulacaklar.

Fotoğraftaki gülümseme, ben baktıkça soluyor. Kafanı yavaşça başka bir yöne çeviriyor gibisin. Paralel bir evrende beraber olduğumuz ve bunu sen ve ben dahil bozabilecek herhangi bir şey olmadığı düşüncesi olmasa hayata şu an küsmem şart olurdu. Gerçek, acımasız ve umursamaz bir gardiyan gibi başımda dikiliyor olurdu. İçime saplanmış bir diken gibi sen orada dururken, aklımı başka hiçbir şeye veremiyor ve neden farklı hayatlarda yaşadığımızı ve neden beraber de mutsuz olabilecekken ayrı ayrı mutsuz olmayı seçtiğimizi merak ediyor olurdum. Orada hava çok soğuk ve kar rüzgarla tam boynumdan içeri girip içimde buzdan nehirler gibi akıyor, her şey tek bir renge ve tek bir görüntüye dönüşüyor olurdu. 

Yine de karamsar olmayalım.
Belki bu yaşadığımız da senle hiç karşılaşmadan ölüp gittiğim başka bir evrenin paralel  evrenidir.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Sonbahar

Yağmurun okşadığı mevsim geldi.

Hangi çocuğunu en çok sevdiğini itiraf edemeyen bir anne gibi susup, sonbaharı kapıda görünce içten içe ayrı bir seviniyorum. En akıllı, en halden anlayan, en ihtiyaç duyulduğu an kollarını sıkı sıkı dolayan oymuş gibi geliyor. Hele güzelliğinin farkında ve bunu bütün şımarık isteklerini yerine getirmek için fütursuzca kullanan yazdan sonra, insan rahatlıyor. 

Aylardır soydun soğana çevirdin bizi yaz. Bizim bile orada olduğunu fark etmediğimiz doğum izlerinden çocukluktan kalma yaralara, bütün izlerimizi ortalara döktün. Üstümüzde avuç kadar kıyafetle uçsuz buçaksız denizlere soktun, derinlerde binlerce yıllık ürkütücü anılarımızı canlandırdın. Ne zaman kendimizi bir parça korumaya almak için üstümüze bir şey giymeye kalksak, sıcağınla boğdun. Kışın sessizce elmacık kemiklerimizde duran çillerimizi bile yoldan çıkardın. Çıplak tenimize ve diğerlerinin çıplak tenlerine gözlerimizi alıştırdın. Her yaz ilk kez denize girişimizi hatırlayın. Kabuğumuzu çıkarıp, kışın hırkaların altında unuttuğumuz göbek deliğimizi birden görmenin tuhaflığını. Kollarımıza, bacaklarımıza bizim değillermiş gibi bakışımızı. Yaz çok pervasız. Çok acımasız. Aklına gelen her şeyi, geldiği an yüzünüze dan diye söyleyen bir arkadaş gibi, her giydiğimiz şortta, tişörtte vücudun kusurlarını yüzümüze vuruyor. Saklanmaya izin vermiyor. Gece olup tüm sahiller birer açık hava rasathanesine dönüştüğünde yalnızlığı getiriyor akla birden. Şezlongların serin plastiğinde otururken, tutacak bir el bulamadıkça insanın içine anlamsız bir hüzün çöküyor. İçi sıkışıyor. Denize dik kıyılar, yavaş yavaş paralelleşmeye başlıyor. Bütün hisler en büyüğünden yaşanıyor. Mutluluklar ceplere sığmazken, mutsuzluklara gökler dar geliyor.Yazın gecelerin kısalmasının sebebinin, bu melankolik hislerin biraz fazla idrakının insanda geri dönülmez yaralar açacak olması olduğuna, eminim. Tam içimiz daraldığında bir bakıyoruz, güneş sapsarı doğuyor. Yaz neşesi sapsarı doluyor avuçlarımıza. Günün sarışınlığı aklımızı başımızdan alıp gidiyor.

Oysa, bakın. Sonbaharın gecelerinin uzunluğu kestaneyle, sahleple, yeni çıkan mandalinaların kokusuyla insanı merhametli bir kucaklaşmaya sürüklüyor. Sırtını okşuyor fark ettirmeden. Sarı yapraklar kaldırımlarda bırakılmış ekmek kırıntıları gibi, takip edersek bizi ılık bir yerlere götürüyor. Hırkaların sıcaklığı, battaniyelerin yumuşaklığı derken ten gevşiyor. Hücreler kendine sıcak bir yatak bulmuş kedi gibi mırıldanıyor insanın içinde. Bitki çaylarını içtikçe iç organlarımız kırlarda gezip dolaşıyormuş gibi oluyor. Renkler var sonra sonbaharda. Yazın her yeri ele geçiren o parlak sarı bile uysallaşıyor. Yavaş yavaş toprak renklerine çeviriyor yüzünü. İnsanın gözünü alan gün ışığı boynunu eğiyor. İnsan nihayet kafasını kaldırıp gökyüzüne uzun uzun bakabiliyor. Bakmalı çünkü. Çünkü sonbahar bir şey yapmanın, bir şeye başlamanın, bir şeye mutlaka karar vermenin mevsimi. Çünkü ayrılıklar en çok sonbaharda yaşanmak için var. Çünkü biri ağlayacaksa sonbaharda ağlamalı. Biri bir yeri özleyecekse en çok şimdi özlemeli. İnceden inceden acıtan ama bir yandan da mendil uzatan bir mevsim var karşımızda. Şen şakrak kahkahalar yok belki rüzgarlarda ama dinlerseniz sessiz iç çekişlerle beraber içten gülümsemeler var. Acı gerçekleri acıtmadan söylemek için kıvranan fazla kibar biri gibi tam karşımızda dikiliyor. 

Sevinenler ve üzülenler için.

Sonbahar geldi.

23 Ağustos 2013 Cuma

Kanatlar


Sabah, aslında iyi başlamıştı. Yalnızca işe gelirken sokaklarda gördüğüm, tekerlekli bavulunu kaldırımlarda yalpalaya yalpalaya işe ulaştırmaya çalışan adamları ve kadınları biraz kıskanmıştım.  Hayal dünyamda, aslında bunların hafta sonunu iş yerinde çok çalışarak geçirecek insanlar olduğuna inanmak istemiştim. Bavulun içinden, gece masanın üzerine koyup kafalarını yaslayacakları ortopedik  yastıklar, yalnızca hafta sonu çalışan insanlar kullandığı için normal çalışanların asla fark etmediği, koridorun sonundaki gizli banyoda giyilecek pofuduk terlikler, gece uykuları gelmesin diye içilecek kahveler için küçük boy bir su ısıtıcı, plastik bardaklar, şekerler, yedek sigara kartonları çıkabileceğini düşünerek avunmuştum. Üzülmüştüm hatta bir an onlar için. O bavulun içinde mayo, havlu, keten elbise üçlüsünden herhangi birinin sessizce,  yarın sabah yerinden çıkıp, özgürlüğüne kavuşacağı anı bekliyor olması ihtimali, sıcak  İstanbul sabahlarında dayanılacak şey değildi. Bunu düşündüğüm sırada yokuşlu bir sokağın başındaydım. Şehrin sesleri, renkleri ve hızı, bir şey hakkında gerçekten ve uzunca düşünmemizi nasıl daima engellemeyi başarıyorsa, yine yaptı. Yokuşun sonuna geldiğimde bavul, sahil, şezlong, tatil gibi milyonlarca hayalin arasına karışıp yok olmuştu. Ben de şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bambaşka şeyler düşünmeye dalmıştım.

Az sonra otobüsteydim. Yanımda oturan kadının yediği sandviçten roka kokusu geldiğini fark ettiğim ve ön tarafta şoförün 'inmek istiyorsanız düğmeye basacaksınız' diye bir yandan söylenip bir yandan da dikiz aynasından hangi münasebetsiz yolcunun sorun çıkardığını anlamak için arka tarafı markaja aldığı an, onu okudum. İki cümleydi. Baksan her gün yazdığımız harflerdi. Tuhaf bir halleri yoktu. Yalnız  öyle ağır iki cümleydi ki; yaz başından beri hayali  bir denizde, suyun kaldırma kuvvetine emanet, sırt üstü bıraktığım bedenim birden suya gömülmeye başladı. Çünkü gerçeklerdi. Bu yüzden okundukları an nefes borusundan geçip, sol akciğerin hemen altında bir yere yerleşeceklerdi. Ağırlıkları yüz ölçümleriyle ters orantılı olarak artacak, zaman geçtikçe beni daha da derine  iteceklerdi. Birkaç dakika içinde battım sandım.


"Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım." 

Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi.


Ağlayacak gibi oldum önce. Biz  burada ne yapıyoruz ? 

Herkes aynı şekilde yaşadığı için artık olağanlaşan bu hayatları gerçekten istiyor muyuz? Tüm yazı beton bloklar arasında içimiz sıkılarak, sıcaktan bayılarak geçirmenin bedeli ay sonunda aldığımız maaşlar mı? Kaç yaz gecesi dolunaya bakarak sahilde oturduk? Kaç kere gece denize girdik? Kaç defa deniz kokan bir balığın kılçıklarını masanın hemen altında oturan kediye yedirdik ellerimizle? Kaç kere karpuz, kaç tane kokusu aklımızı başımızdan alan şeftali yedik bu sene? İncirlerden, adada bağ bozumu zamanı olduğundan kaçımızın haberi var? Güne sahilde yürüyerek başlamanın, fırından taze ekmek almanın, evde kahvaltı etmenin yalnızca üst gelir sınıfına ait alışkanlıklar olabildiği bu şehirde ne işimiz var? Gelecek yaza ertelediğimiz düşler iyi güzel de, hala hayatta olacağımızın garantisi mi var? 

Türkiye' de bir çalışan, yılın 1877 saatini işte geçiriyor. Norveç için sayı 1360, Hollanda için 1426. Buna Türkiye' de kayıtlara geçmeyen, çoğu için ücret talep edilemeyen fazla mesailer dahil değil. 8 saatlik çalışma için hesaplarsak 234,6 günümüz çalışarak geçiyor. Buna bir çalışanın evden çıkma- işte koltuğuna ulaşma süresi olan 1,5 saati ilave edelim. Dönüşü de düşünürsek günde iyimser tahminlerle 2.5-3 saatimiz de yolda geçiyor. Bu da yılda 29.3 gün eder. Bu bir Hollandalının asla tahayyül edemeyeceği türden bir işkence ve zaman kaybı. Biz metrobüste vahşi bir yer kavgasının göbeğindeyken, o, bisikletiyle kanal boyunca yolda karşılaştıklarına selam vererek, evine ulaşıyor. Buna sevmediğimiz insanlarla yediğimiz ve ne yediğimizi tam olarak bilemediğimiz öğle yemeği saatlerini, iş dönüşü eve vardığımızda yemek sepetinden ne yiyeceğimizi seçmeye çalışarak geçirdiğimiz zamanları eklemiyorum. Yemekten sonra uykudan hemen önce geçirdiğimiz yaklaşık 3-4 saate de hayat dediğimizi hatırlatıyorum. 

İçimizde müthiş yetenekli ressamlar, müzisyenler, yazarlar, atletler, şarkıcılar, oyuncular, açacağı fırında harikalar yaratacak, dünyanın en güzel çiçeklerini yetiştirebilecek insanlar var. Her biri sabahları yanımızdan öylece geçip gidiyorlar. Biz de, onlar da içlerinde ne olduğunun farkında değiliz. Çünkü herhangi bir uğraşımıza odaklanacak vaktimiz yok. Şimdi yukarıdaki 1877 saati hatırlarsak, neyi ne için harcadığımızı tekrar düşünelim.

Her şey bittiğinde gözlerimizi kapatırken, ne güzel bir hayat yaşadık, diyebilecek miyiz?

En kısa sürede gerçekten neyi yaşamak istediğimize ve bunu nasıl yapacağımıza karar vermeliyiz.
Yere ne zaman çakılacağımız belli değil ve kanatlar gerçekten yok.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Yağmur

Adam bir kez daha saate baktı.

Önce elindeki telefonun saatine sonra da bileğindekine. Aralarındaki iki dakikalık zaman farkı kızın kırk beş dakika geç kaldığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu. Dışarıda, yağmur, caddedeki mağazaların üzerine uzanan tenteleri hırsla dövüyordu. İnsanlar, saçakların altlarına sığınmış, sağanağın geçmesini bekliyorlardı. Yağmur aniden bastırmamış olsa birbirlerinin yanlarından öylece geçip gidecek olan bu insanlar, şimdi  kamp ateşinin başında toplanmış bir  izci topluluğu gibi neşeliydiler. Saçakların altında birbirlerinden çakmak isteyen, birbirlerine saati soran, yol tarif eden insanlar arasında telaşsız bir yakınlaşma gerçekleşiyordu. Acıkan bir kadın hemen yanlarında duran simitçiye para uzatıyordu. Turistler havanın aniden bozmuş olmasına için için sinirleniyorlardı. Ayaklarındaki keten ayakkabılar önce caddenin tozuna boyanmış sonra da çamur içinde kalmıştı. Çakmağını kaybeden kızla, sigarasını yakarken aynı okuldan olduklarını öğrenen adam arasındaki muhabbet, ortak tanıdıklar bularak hızla ilerliyordu. İşe geç kaldığı için huzursuzlanan takım elbiseli adam dışında herkes, halinden memnun gibiydi. Çişi gelen küçük çocukla annesini  saymazsak tabii. En azından, herkes duruma uyum sağlamıştı, diyelim.

Adam, tekrar saatine baktı. Garson üçüncü kez masasının yanından geçince mecburen bir bira daha, dedi. Bir yandan sinirleniyor, bir yandan da sinirlenmek için bir sebep olmadığına kendini inandırmaya çalışıyordu. Güzel şeyler getirmeliydi aklına. Kızı ilk gördüğü zamanı anımsamaya çalıştı. Yine böyle yağmurlu bir havaydı, diye düşündü önce. Sonra yanıldığını fark etti. Kızın üzerindeki mavi çiçekli kolsuz elbise aklına gelince mevsimin basbayağı yaz olması gerektiğini düşündü. Kızın, ondan uzak bir köşede, yanındaki kız arkadaşına anlattığı hikayenin sonunda nasıl da kocaman bir kahkaha attığını hatırladı. Kızdan önce kahkahasıyla tanıştığını anladı o an. İtalik harflerle yazılmış bir anı gizli gibiydi o gülüşte. O seste sabahları anlatılacak kötü rüyalar, gün sonunda okulda yapılanlar, akşam yemeklerinde biraz utanarak anımsanacak çocukluk anıları saklıydı belki.  Belki şifresini yalnızca kızın bildiği bir kilitle, beraber yaşanacak günler saklanmıştı içine. Adam o billur gülüşü alıp cebine koymuş, o günden beri kırmadan cebinde taşımıştı. Kız, bu gece gelecek ve adamın ellerinden alıp tek hamlede açacaktı.

Soğuk birayı yudumladıkça midesinden sesler gelmeye başladı. Biraz da patates kızartması sipariş etti. Telefonun ışığı yanıp sönünce, uzandı baktı. Yağmura yakalandığını ama birazdan geleceğini, adam zaten biliyordu. Tuhaf biçimde, kız ona edepsiz bir şaka yapmış gibi gülümsedi. Mavi çiçekli elbiseyi düşündü tekrar. Saçlarının o zaman kısacık olduğunu, çok ciddi bir şey anlatıyormuş gibi yaparken bile gizleyemediği tebessümünü, topuklu ayakkabıları yüzünden dikilirken ağırlığını sürekli bir bacağından diğerine verişini hatırladı. Ellerindeki yüzüklerden birinin masmavi kocaman taşının firuze olduğunu tahmin etti. Yaz gecesinin  sakin, el değmemiş ipeksi sıcaklığının hepsini nasıl da terlettiğini anımsadı. Beraber tenha koylarda yüzemedikleri hafta sonları, yan yana bir bankta oturamadıkları deniz kıyıları ve izleyemedikleri her gün batımı için  kızı suçladı. İhtimal varken yaşanamamış mutluluğun burukluğu vardı içinde. Parfümünün kokusunun anısı, kafasının içindeki tüm mantıklı düşünceleri paramparça ederek geçirdiği geceleri aklına getirmemeye çalıştı. Bir yazın daha kapıda olduğunu düşündüğünde  içi ürperdi. Üzerine doğru dört nala koşan bu mutluluk hayalinden tedirgin oluyor, kendi kurduğu hayalden başı dönüyordu.

Yağmur, başladığı gibi aniden durdu. Tentelerin altındaki büyülü hava bir anda bozuldu. Kaldırım taşlarından havaya binlerce ayak sesinin yankısı dağılıyordu. Kız, sigarasının izmaritini yere atıp, üzerine bastı. Telefonunu çantasına koydu. Yanında dikilen adamla sanki senelerdir tanışıyorlarmış gibi sarılıp, vedalaştı. Yarın, orta bahçede, dedi adam kız arkasını dönerken. Kızın yüzünde, ağzına sığmayan bir tebessüm asılı kalmıştı. Hızlı hızlı yürüyüp, restaurant merdivenlerini üçer beşer çıktı. Önce el sıkışmaya kalktı, sonra çok saçma bulup sarıldı adama, çok geç kaldım, derken. Sesler, sustu. Adam, kızın yüzüne baktı. Tuhaf karşılanabilecek kadar uzun bir bakıştı bu. Kaybettiği bir ismi yüzünde arar gibi alnındaki küçük yara izine, rimelleri yağmurdan akmış kirpiklerine, gözlerinin içindeki yeşil hareye baktı. Bulamıyordu. Sonra kızın acele acele hareket eden uzun parmaklarına, saçlarını düzeltişine, üşüyüp hırkasının önünü kapatışına, göz ucuyla ışıkları yanan telefonuna bakışına, bacak bacak üstüne atarken havalanan ayağına baktı. Hayır, yoktu.

Yanlış otobüse bindiğini çok geç fark eden biri gibi ne sesini çıkarabiliyor ne de otobüsü durdurup  inebiliyordu. Ne yiyelim, dedi menüyü açarken. Ben çok aç değilim, dediğini duydu yalnızca kızın. 

Kızla ilgili hatırladığı son şey bu oldu.

10 Nisan 2013 Çarşamba

25

Ve insan 25 yaşında kayboluyor.

Yan yana evlerde artık iki farklı dünya yaşanıyor.

Şanslı bir kesim var. Onlar, bu yaş gelip, kapıyı çalmadan önce gerçek aşk dedikleri şeyi bulmuş, her şeyi doğal sıralamasına koymuş olmanın huzurunu yaşıyorlar. Önce başarıyla okullarını bitirip, kariyer hırsıyla, az maaş çok yükselme umudu vaat eden bir yere kapağı atıyorlar. Sonra yüzüklerini takıyorlar sol parmaklarına. Akşamları, ellerinde ekmek, yoğurt poşetleriyle eve yorgun argın dönerken, hayatın en karmaşık kısmını başarıyla geride bırakmış, alınması en zor kararları almış oluyorlar. Eve gittiklerinde, onları yan kanepede uzanıp televizyon izleyen başka birinin beklediğini biliyorlar. Hiç konuşmasa bile varlığı yeten biri oluyor orada. İkisi de uyuyakaldıkları kanepeden kalkıp yataklarına yattıklarında, sımsıkı sarılıyorlar. Soğuk ayaklar bir anda ısınıyor. Biraz daha zaman geçince, yan evde birilerinin geceleri yaşadığı iç sıkıntılı uykusuzluk nöbetleri, onlarda bebek bu defa uyanınca kim kalkıp bakacak sıkıntısına dönüşüyor. Yan yana evlerin ışıkları yanıyor sabaha karşı. Biri kucağında bebekle, diğeri elinde sigarasıyla, camdan dışarı bakıyorlar.

Yalnız bir kesim var. Hayattaki en büyük amaçları saydıkları o şahane işe de girip, haritalarındaki bir köşeyi daha dönüyorlar ve o an yolun bittiğini görüyorlar. Biraz para kazanıp, daha yalnız olunabilecek evlere de yerleşince, geceler ansızın uzamaya başlıyor. Mutlu sona bağlanmayan bir filmde ansızın çıkan son yazısı gibi huzursuz ediyor insanı bu hayat. Önlerine çıkan her soruda yanlış şıkkı işaretlemiş gibi bir pişmanlıkla dolup taşıyorlar. Ekranı gittikçe büyüyen televizyonlarla, telefonlarla konuşulamadığını o günlerde anlıyorlar. Mutlu olmadıklarını fark etmeye başladıklarında neyle mutlu olacaklarını da bilmediklerini anlıyorlar. Çok uzun zamandır aldatılıyormuş gibi hissediyorlar kendilerini. Uyuyamamak ve hiçbir sabah zamanında uyanamamak da o zaman başlıyor. Camı açıp dar sokaklara uzatıyorlar kafalarını. Kaldırımlar boş ve gece çok karanlık oluyor her defasında. Evler hep sigara, yalnızlık ve hayal kırıklığı kokuyor. Buzdolabında şişeler nereye gittiğini bilmeden yuvarlanıyor. Büyük yataklar ucu bucağı gözükmeyen vadiler gibi uzanıyor. Yan daireden bebek ağlamaları geliyor. Ve işte insan tam o anda kayboluyor.

Geceleri restaurantlar iki farklı insan grubuyla doluyor artık. Birileri, arkadaşlarının tanıştırdığı kızlarla ilk randevuları için en iyi gömleklerini giymiş, geç kalan kızı beklerken üçüncü birasını yudumlayanlar. Onları evde bekleyen kimsesizlik hissinden öyle çok korkuyorlar ki kalkıp gidemiyorlar. Bekliyorlar. Yapacak hiçbir işi olmayan biri gibi bekliyorlar. Gidecekleri yere giden tek otobüsü bekler gibi bekliyorlar. Sonra o his geliyor. Daha önce tanıştığı hiçbir kızla bir ilişki yürütememesinin sorumlusu olan o his. Her şeye rağmen birine gerçekten aşık olabileceğine olan umudunu kaybetmeyen o his. Sessizce gelip yanına oturuyor.  Ondan sonra gelen kızlar, yüzlerindeki ışıltıyı ansızın kaybediyor, içlerindeki lambalar sönmüş gibi, bir gölge saçlarından kalkmıyor. Adam yan masada el ele oturan o genç çifti işte o zaman fark ediyor.

Ve insan 25 yaşında kayboluyor.
Çoğu zaman da bir daha bulunamıyor.

22 Mart 2013 Cuma

Yollar

O an seni dinlemiyordum.

Aklım çok uzaklardaydı. Şu anki zaman bana bir şey ifade etmiyordu. Zavallı buluyordum içinde bulunduğumuz anı.  Sanki bugün, dünün üzerimde unuttuğu soğuk gölgesiydi. Rüzgar esince ürperiyordum. Ayaklarım, keten ayakkabıların içinde demirden birer tokmak gibiydi. Arada bir, sana doğru bakıyordum. Sesini duymuyordum. Yalnızca güzel yüzünü izliyordum. Gözlerim  sürekli kımıldayan dudaklarına denk geldikçe, içimden kalkıp öpmek geliyordu. Ama o kadar. Sihir gibi bir şeydi bu. Acımasız bir şeydi aynı zamanda. Sanki sevmiyordum seni. Sanki dudakların senden başka biri gibiydiler. Bir sen vardın bir de dudakların. Seni bırakıp gitsem; onları terk edemiyordum. Her öpücük bir kuşun kanadından düşen tüy gibi, döne döne inip, göğüs kafesimi deliyordu. Her zaman içeride kendine konacak bir dal, asılı kalacak bir ağaç buluyordu.  Oysa senin ormanların, dün, yana yana kül oldu.

Seni aldatıyordum.

Onlar hep oradaydı. Göğüs kafesimde yaşayan vahşi hayvanlar vardı. Her gün içimdeki başka bir organı kemiriyorlardı. Biri gelip, ansızın  kapaklarını açınca, önce ne yapacaklarını bilemediler. Gözleri kamaştı anın aydınlığından, gölgelere kaçtılar. Etraflarına şöyle bir bakıp, bacaklarının farkına vardılar. Duyulmayan bir ses onları çağırıyormuş gibi dört nala koştular. Meğer topraktanmış benim içimdeki yollar. Kışın bu yüzden çamurlu, sıcak zamanlarda bu yüzden toz duman. Hızla giderlerken bastıkları yerler taşlaştı. Toprak çatladı bana yakın yerlerinden. Gökyüzü berraklaştı. Sonunu bildiği bir hikayeyi okuyan biri gibi yürüdüm arkalarından. Yüzün, iklimimden hızla uzaklaştı. 

Tüm bunlar olurken sen beni dinlemiyordun.

Duysan, sesim seni çağırıyordu. Her nefesim, yine de bana dönsen diye adaklar adıyordu. Oysa içi çoktan boşalmış bir deniz kabuğunun yanında oturuyordum.  Ortak dilimizin kelimelerini nerede kaybettiğimizi düşünüyordum. Yüzümü sana biraz yaklaştırsam çam kozalağı gibi kokuyordun. Sık ağaçlı bir ormanda yürür gibi, eğilip bükülerek yollarından geçiyordum.  Senin yolların her mevsim buzlarla kaplı, gökyüzün sürekli bulutlu. Bir kez bile sana giden yolları kısaltmıyordun. Bir an olsun bana elini uzatmıyordun. Kimsesizliğin ipleriyle beni her yanımdan bağlayıp,sessiz odalara hapsediyordun.  Ben de seni aklımın her kuytusunda başka biriyle aldatıyordum. Yalnızlığın kulesindeki taşlara her gece yeni bir tane ekliyordum. Elimde değilmiş gibi davranıyordum. Seni bulamadığım her yeri, başka birinde arıyordum. Açmadığın her kapıda, kendime açık bir tane buluyordum. Her yeri senin kollarına, her kokuyu boynuna benzetiyordum.

O an kayboluyordum. 





7 Mart 2013 Perşembe

Belki mutlu olmak mümkün.

Belki mutlu olmak mümkün .
Belki şu an, belki  burada değil. 

Uykusunda çok güzel bir rüya gören ya da uykusunu almış gerine gerine yataktan kalkan biri var şu an bir yerde. Alarmı defalarca erteleyerek, hafta sonuna kaç gün kaldığını hesaplayarak kendini yataktan kazıyan biri değil, kafasını yastıklara gömerek yataktan çıkmamak için mazeretler uyduran biri hiç değil. Bir kerede yataktan kalkıp, camı açıp, gökyüzüne bakan birileri var. Bunlar; hava yağmurlu diye sinirlenmeyen, karın yağdığını görünce, çamurunu düşünmeden içindeki çocuğu sevindiren insanlar. Bahar sabahlarında yürüdükleri sokaklarda, hangi çiçeğin hangi meyveye dönüşeceğini bilenler. Duruşu dünyaya meydan okur gibi olmayan ama yıkık dökük de durmayan, dünyayı olduğu gibi kabullenmiş bir rahatlık var üzerilerinde. Bir yağmurluk ya da şapka gibi lazım olunca giydikleri mevsimlik bir hal değil bu. Hayatın onları hep koruyup kollayacağına sonsuz bir inançları var. Hiç çıkarmadıkları tek kıyafet bu üstlerinden. Geriye kalan her şey değişebilir, yitirilebilir ve bitebilir onlar için. Onlar yeni aldıkları ayakkabıları çok çabuk yıprandı diye, gömleklerinin yakaları epridi diye, giye giye en sevdikleri kazak eskidi diye üzülmeyenler. Her acıyı ve mutsuzluğu çabucak katlayıp, ceplerine koyabilirler. Kendilerini kötü hislerden koruyup kollamaya öyle meyilliler. Hiç kötü günleri olmadığından değil; kötü hissetmeye övgüler düzmediklerinden, her şeyi az hasarla atlatan birileri bunlar. Yaşadım, bitti der, yürüyüp giderler.

Şu an bir yerlerde içten gülen birileri var. Kahkahalarının ardına söyleyemediklerini saklamayan birileri. En sevdiği arkadaşıyla deniz kıyısı bir bankta oturmuş sıcak simit yerken, martıları izleyen. Ya da Karaköy' de bir sokak arasında, kırık dökük yüksek duvarlara bakıp, çene çalarken işten birileriyle, birdenbire duvarda kendi hayatının bir projeksiyon aletinden yansıyan karelerini gören. Gören ama incinmeyen biri. Her karede yaptığı ve yapmadığı şeyler için saçlarında bembeyaz pişmanlıklar büyütmeyen biri. Gördükleri karşısında bacak bacak üstüne atıp, bir bira daha sipariş edebilecek biri.

Kendi röntgenine bakan biri var şimdi gri bir hastane koridorunda. Hiçbir şey anlamadan göğsünün karanlık bir fotoğrafına bakan biri. Elinde defalarca çevirip, orada tanıdık bir şey arayan biri. Bu kadar yabancı duran ciğerler nasıl benim içimde olabilir, diye şaşıran biri. İnsanın içinin nasıl da kopkoyu olduğunu ilk kez fark eden biri bu. Dilinin ucuna gelmiş ama söylenmemiş kelimelerin, pas tutmuş hırsların, sessizce eriyip gitti sandığı öfkelerin, ağlayamadığı üzüntülerin, nefretin ve acımanın içinde nasıl da biriktiğini ilk defa gören biri. Akciğerlerinin tam ortasında bunların nasıl da dipsiz bir kuyu açtığını görünce inanamayan biri. Hemen ardından, doktorun içindeki bu kadar kötü hissi  görünce ne diyeceğinden tedirgin olan biri. Koridordaki bankta oturup, elindeki röntgene baktıkça ilk kez aynaya bakan biri gibi kendisiyle ilk kez göz göze gelen biri var şu an.

Ayakkabılarını çıkarıp buz gibi  kumsalda yürüyen biri var bir yerde. Sabahın en erken saatlerinde, yatakta açık gözlerle yatmaktan sıkılıp, kendini deniz kıyısına atan biri bu. Tüm hayatını ya televizyon ekranına bakarken kanepede nasıl olduğunu bile anlamadan ya da kafasını yastığa koyduğu an, uykuya dalan biri olarak geçirmiş biri. Şimdi uykuyu ne yapıp da küstürdüğünü bir türlü anlamayan biri. Herkes uyurken uyanık olmayı ilk kez tatmış biri. Yorgunluktan biraz gözleri kapansa her seferinde o aynı rüyayı gören biri bu. Bir maskeli baloda, her maskenin altından aynı insanın yüzünün çıktığı, odadaki binlerce renk ışıktan ve sürekli artıp azalan gürültüden midesi bulanıp, odanın tam ortasına kustuğu bir rüya. Her maskenin altından çıkan kişi, onu nasıl olup da böyle kolay terk etti bilemeyen biri. Terk edenin ilk paragrafta bahsedilen kişi olduğunu da bilmeyen biri bu. Onun üzerine hiçbir zaman toz bulaşmayan pantolon paçalarının, ütüsü asla bozulmayan ceket kollarının, boyası hep parlak ayakkabılarının gerçek üstülüğünü sonunda kavrayan biri. Gözyaşlarını yosundan bir kolyeye tek tek dizip boynuna takan biri. Denize baktıkça insanın en kötü şeyleri hep en çok sevdiklerine yaptığını anlayan biri. Bir kez sevmenin bir ömre yetecek kadar neşe ve hüzün getirdiğine karar veren biri bu. Çok sevmek diye bir şey olmadığını, sevmek ve bir zaman sonra artık sevmemek olduğunu anlayan biri var bir yerde. Dolayısıyla bir yerde başlayan mutlu bir anın, eninde sonunda mutsuz bir ana döneceği gerçeği var. Ya da bu anların birbirine dolaşmış misinalar gibi iç içe geçmiş, denizin içinde durduğu bir dünyada, hepimizin bir çeşit balık olduğumuz gerçeği var.

Belki mutlu olmak mümkün.
Belki de mümkün değil.
Belki tamamen ve sonsuza dek sürecek kadar mutlu olmak diye bir şey yok. 
Hayat ve insan böyle büyük bir karmaşayken,
Belki  yalnızca mutsuz olmamak var. 

26 Şubat 2013 Salı

Nereye?

Bu geçen günler nereye gidiyor? 

Bir yerde birikiyor, üst üste yığılıyor olmalılar. Kimileri daha ağır kimileri yokmuşcasına hafif. Bir konser mekanı vestiyerindeki paltolar gibi; üst üste, omuz omuza askılara asılıyorlar mıdır? Her şey bitince gidip oradan istediğimiz birini alıp, giyebilecek miyiz üzerimize? En çok sevdiğimiz birini, bir hayatmış gibi yaşayabilecek miyiz? Zaten tek bir günün tekrarı gibi geçen ömürlerimiz için, bize en çok yakışanı seçebilecek miyiz? Hangini denesek üzerimize tam oturacak, tam da o ana uyacak mı renkleri? Bilemiyorum. Kıymetini bilemeden eskittiğimiz bazılarını, birileri bizden önce giyip gidecek belki.


Peki uyuyunca insanlar nereye gidiyor? 

Ansızın birini uyandırdığınızda yüzünde başka bir yerden o an oraya düşmüş gibi bir ifade oluyor ya. Yattığımız yerde olmuyoruz bence geceleri. Belki tüm insanlık toplanıp gündüz yapamadığımız her şeyi yaptığımız inanılmaz zamanlar yaşıyoruz. Belki uyanıkken olduğundan çok daha güzel hayatları uykuda yaşıyoruz diye bu kadar seviyoruz uyumayı. Sabah niye beş dakika daha uyumak için kıvrandığımızı düşünün. Uyku alemindeki işlerimizi toparlamaya çalışıyor olamaz mıyız o ertelenen beş dakikalık alarmlarda? Vücudumuzun yorgun numarası yapıp bizi erkenden rüyaların kollarına yuvarladığı gecelerin sebebi bu olmasın sakın! Sabahları çok mutsuz uyanan insanların daha çok sevdikleri hayatlarından kopup geldiklerine inanıyorum. Zaten böyle bir şeyler dönüyor olmasa o tarafta, uykuda yaşanan uykuda kalır, uyanınca da hiçbir şey hatırlayamazsınız, hatırlasanız da beş dakikaya unutursunuz kuralı olmazdı.


Tüm gün gördüğümüz her şeye ne oluyor peki gün bitince?

Bu kadar şeyi görüp, duyup sonra unutuyor olamayız herhalde. Gördüğümüz milyonlarca kare fotoğraf bir şekilde aklımıza kazınıyor olmalı. Yaptığımız konuşmaları hiç mi hatırlamıyoruz üzerinden birkaç gün geçince? Tanıştığımız yüzleri? Hatırlamıyoruz.
Olduğu şekliyle hatırlamıyoruz ya da. Bir yerde duyduğunuz şarkının hangi filmin sonunda çaldığını kaç defa yanlış iddia ettiniz? Yüz kere yanlış yazıp düzeltip, bir sonraki sefere yine yanlış yazdığınız bir adres yok mu? Kaç kere yeni tanıştığınız birinin adını yanlış ezberleyip, ömür boyu o isimle hatırladınız? Bunlar hep tesadüf olamaz bence. O yanlış söyleyip durduğunuz isim, size gerçekte kimi anımsatıyor düşünmek lazım. Geçmişten tanıdığınız biriyle yeniden ve yeni baştan tanışmak, bembeyaz bir sayfa açmak istiyor olmayasınız? Ya da o filmde o şarkı çalarken siz kendinizi baş roldeki kızın yerine koyup aşık olmuş? Yanlış adreslerde kaybolmuş mektuplar yazmış olmayasınız bir zamanında hayatınızın?

Beraber yaşadığımız olayları en yakın arkadaşımızla bile aynı şekilde hatırlamıyoruz. Akıl da kalp de hep oyun oynuyor bize. Nasıl bir anı olarak hatırlamak isterse öyle kaydediyor geçen zamanları. Kötü anıları bir süre sonra gülümseyerek hatırlamanın başka mantıklı bir açıklaması olamaz. Çekilen tüm acıya rağmen eski aşkları özlemenin ya da. Sabahlara kadar çalışmaktan uyumadığımız, parasızlıktan süründüğümüz, sınav stresinin saçlarımızı beyazlattığı öğrencilik günlerini neden özlüyoruz? Orada, gençlikle, rahatlıkla ilgili şeyler kaydedilmiş aklımıza. Ne zaman anımsasak, gerçeğin, üzerinde oynanmış bir görüntüsünü görüyoruz. Belki o anları değil, o anı yaşayan kendimizi özlüyoruz. Henüz hırpalanmamış hayallerimizi, taze yüzlerimizi, hiç kırılmamış kalplerimizi özlüyoruz. Belki birini özlediğimizde de aslında onu değil onunlayken yaşadığımız mutluluğu özlüyoruz. Elimizi tuttuğunda içimizde koşmaya başlayan atları, mevsimsiz çiçek açan ağaçları, davetsiz gelen bahar yağmurlarını özlüyoruz.
Gerçekte ne hissettiğini bilmesi ne zor insanın. Aslında neyi özlediğini çözmesi imkansız.


Tüm bu sorular nereden geliyor peki aklıma?

Karanlık havalardan sıkılmış, elimde bir çomakla aklımı karıştırıyor olmayayım ben bu günlerde? Sorular, sordukça artıp beni boğuyor olmasın.





14 Şubat 2013 Perşembe

Bugün


Bugün bizi korkutan; bir yerde yaptığımız geri dönülmez bir hatanın, pişmanlığı da koluna takıp gelmesi ihtimali olacak. Her hatırladığımızda baştan yazdığımız aşk hikayelerinde artık, tam da şu an, aslında hatalı tarafın biz olduğumuz gerçeği, tokat gibi yüzümüze vuracak. O'nun, ne bizi ne de beraber olmanın getirdiği mutluluğu hak eden biri olmadığı düşüncesi sırtımızı sıvazlayıp, yola devam et, derken, içimize bir kuşku düşecek bugün. Çığ gibi düşecek. Bir dağın tepesinden bunca zamandır aşağıya yuvarlanıyormuş da bugün, tam biz oradan geçerken üzerimize düşmüş gibi düşecek. Hiç yaşayamadığımız anlar etrafımızı çevirecekler. Bir gömleğinin yakaları bile eskimeden daha, nasıl yıprandı bu hisler bu kadar? Kırıldığını sandığımız duygular belki de bir avuç kadarlar. Geriye kalanlar da bugün bizi sabaha kadar ağlatacaklar. Her beraber yaşlanma ihtimali, ayrı ayrı gelip hesap soracaklar. Zamanın silemediği tüm kötü sözcükler, ok gibi  içimize saplanacaklar. Zamanın sildikleri de unuttuk sandığımız diğer şeylerle beraber içimizde dönüp duracaklar. Döndükçe midemizi bulandıracaklar. 

Bugün bizi korkutan, zamanın tek yöne ilerlediği gerçeğini kabullenmek olacak. Keşke arada bir zamanı geri de alabilseydik. Her gitme - kalma ihtimalinde yaşanabilecek hayatları görüp, içlerinden bu yaşadığımızı seçmedik. Bu kadar mutsuz olacağımızı tahayyül edebilsek, kapıları vurup gitmezdik hiç. Her saç telinin yerini ezberlerdik bu kadar özleyeceğimizi bilseydik. Biraz alttan almayı, biraz sessiz kalmayı belki de öğrenebilirdik. Büyük kelimeleri, sonsuz gibi görünen öfkeleri, henüz yaşamadığımız anların hayaliyle törpülerdik. Hırçın yanlarımızı sükunetle terbiye edebilirdik. İçimizdeki nereye gittiğini bilmeden delice koşan vahşi atları onun elleriyle evcilleştirebilirdik. O'ndan sonraki her günün bir yerinden delinmiş plastik bir poşet gibi olacağını, içine ne koysak akıp gideceğini, akşam eve hep elimiz boş döneceğimizi bilsek, dışarıda gördüğümüz şeylerin hayatımızı doldurabileceğine güvenmezdik. Her gecenin içi yanık, bağrı açık bir delikanlı ruh haliyle yastıkla kendimizi boğmaya çalışarak geçeceğini bilseydik. Gitmenin kolay, gittiği yerde kalmanın insanı paslandıran nemli bir yaz öğleden sonrası kadar ağır olacağını sezebilseydik. Her sabah O'na gitmek üzere uyanıp yola çıkan adımlarımızla, her kokuda O'nu hatırlayan anılarımızla, her gece buz tutan ayaklarımızla savaşmanın ne zor olacağını önceden görebilseydik. Yine de gider miydik?

Bugün bizi korkutan, vurup çıktığımız kapılara geri dönemeyecek, kimseye tek bir şey diyemeyecek, üşüdükçe bir elimizle diğeriyle tutacak ve her şeye rağmen yaşamaya devam edecek olmak.

Merak etmeyin, yarın her şey eskisi gibi olacak.




7 Şubat 2013 Perşembe

Karavan

Ayaklarımı yere vuruyorum sürekli. Olmadı parmaklarımla masada ritm tutuyorum. Onu da yapamazsam ayak başparmaklarımı oynatıyorum ayakkabılarımın içinde. Ortam buna da müsait değilse, uzaklarda bir yere bakışlarımı kilitleyip, gidiyorum. Dışarıdan bakanlar kafası karışık, düşünceli ve dudak uçları aşağıya düşmüş birini görürken; ben çok uzaklarda oluyorum. Ağaçlı orman yollarında koşuyorum nefesim kesilene kadar. Sonra bulduğum ilk çimenli düzlükte saatlerce yuvarlanıyorum. Havanın berrak bir bardak su gibi olduğu bir coğrafya bulup, başım gökyüzüne değene kadar hoplayıp zıplıyorum. İçimde bitmeyen bir şarkı çalıyor benim. Ben de onunla dünyanın tüm dans pistlerinde, içimdeki her şey bir yolunu bulup kendini havaya karıştırana kadar, dönüp duruyorum. 

Sonra dönüyorum. 

Sevmediği biriyle evlenmiş bir insan gibi dönüyorum kendime. Dağınık bir öğrenci evine giren anne gibi atıyorum adımlarımı içeriye. Her adımda temizlemeye nereden başlasam diye düşünüyorum. Sonra bir bakıyorum, kanepeye oturup, televizyonu çoktan açmışım. Hemen alışmışım. Yine de içimde her an kalkıp gitmek isteyen bir ses var. Çok duyulmuyor henüz. Birazdan bağırmaya başlayacak. Birazdan ayaklarım sallanmaya ve gözlerim gerçekten görmek zorunda olduğu sıradan şeylere bakmak zorunda kalacaklar. Bu yüzden de durmadan şikayet edip, benim istediğim yerlere değil de, saatlere bakacaklar. 

İstiyorum ki; kapılarım hep açık kalsın. Ne zaman istesem bu sıradanlığın çemberinden çıkıp gidebileyim. Bu beden bu hayata karavan olsun. Karavanda yaşayan biri gibi yaşasın ruhum. Her gün yeni bir manzaraya uyansın. Kafamı çevirince içimde yeni birini uyandıracak bir şey göreyim. Bir şey giyince adımlarımı artık eskisi gibi atmadığımı bileyim. Bir şey yiyince dilim dişlerim titresin. Öyle bir söz duyayım ki; dudaklarım söylemeye çekinsin. Bir şey hissedeyim. Bir şey. İyi ya da kötü olsun, kabul, kafamdaki düşünceler kadar içimde duygular da olduğunu hissedeyim. Elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir his, beni yaşadığım ana mühürlesin.

Tüm evraklar turuncu kalemlerle imzalansın. Bütün takım elbiselerin gökkuşağı renklerinde olması zorunlu tutulsun. Güneş çıktığı an limonata içmek, kar yağınca kardan adam yapmak, sonbaharda kurumuş yapraklara basıp, çıkan sesi dinlemek ofis kurallarına işlensin. Herkes elinde bitki çayı dolu termoslarla gezsin. Yasemin koksun içimiz, biraz tarçın, adaçayı koksun. Tüm sokaklar trafiğe kapanıp, çocuklara açılsın. Gökten şekerlemeler, fırından yeni çıkmış simitler, taze hayaller ve boş vakitler düşsün. Kafamızda her sabah açılan beyaz sayfaya rengarenk resimler çizilsin. Her nefeste birini o kadar çok sevelim ki içimizdeki tüm kuşlar kanat çırpa çırpa bir daldan öbürüne konsun. Bunları yapmayanlara daha çok sevilme cezası verilsin. İçlerindeki karanlığa bir parça ışık düşene kadar durmadan öpülsünler.

Sonra düşünüyorum.

Tamam, bunlar olmasın.

Ama ne olursa olsun dışarıdaki sesler içimizdeki şarkıyı susturmasın.






21 Ocak 2013 Pazartesi

Gitmediğimiz yerler atlası


Gitmediğimiz yerler atlası var avuçlarımızda. 

Çingene bir falcı gelip avucumuzu ellerinin arasına aldığında, oraları görüyor. Hani kafasını kaldırıp tam içine dikiyor ya gözlerini gözlerimizin. Çıplak kalıyoruz karşısında, ürperiyoruz. Bir bakışta hayatımızın gizemini çözmüş oluyor. Gittiklerimizden çok gitmediğimiz ya da bir türlü gidemediğimiz yerler belirliyor hayatımızın gidişatını. Yaptıklarımızdan çok yapmadığımız şeyler bizi biz yapıyor.

Ben hangi cümlenin içinde yaz geçse, kendimi adadaki bir evin taş duvarlarına sırtımı dayamış hayal ederim. Bağbozumlarındaki neşeyle üzüme, sonra üzüldükçe şaraba ve nihayetinde tüm hırçınlığımla sirkeye benzerim. Bir tekneyle dünyanın tüm denizlerini geçerim. Eski bir keten elbisemden bile olabilir yelkenlerim. En derin yerlerine dalarım belki okyanusların bir gün. Parlak pullu balıklara bakınca, çoktan unuttum sandığım eski bir dostla göz göze gelebilirim. Çöllerde develerin üzerinde gezerim. Sıcakladıkça çıkarır atarım üzerimden kat kat öfkeleri. Sonu olmayan ormanlarda kafamı kaldırır, dallardan bir gökyüzüne denk gelirim. Her dalda çarşaf çarşaf asılıdır kırılmış hayallerim. Bir uçurumun ucunda dikilip, dünyaya bir de o açıdan bakabilirim. Tam düşerken hiç affedemediğim biriyle barışabilirim. Bir karavanla haritaların görünmez sınırlarını tek tek ihlal edebilirim. Her çizgide incelir bileklerim. Güneşin batmadığı yerlerde gökyüzüne bakıp, her defasında hayret edebilirim. Dar sokaklarında sarhoş olurum bazı şehirlerin. Göl kıyılarında yeşilin her tonuyla kahvaltı ederim. Her nehrin üzerindeki köprüde durup, fotoğraf çekerim. Ne kadar ada varsa bir kara parçasından kopup uzaklaşmış, gidip denizini tadabilirim. Bir trenden inip öbürüne binerek günlerce yürüyebilirim.  

Bugün gidebilirim. 

Çok hapislik bir çağa da denk gelmiş olsak yaşamak için. Ne olduğunu bilmediğimiz şeyler bizi olduğumuz yerlere sıkı sıkıya kelepçelemiş de olsa. Ne zaman durup hayatın neresinde olduğuma baksam, kendimi gitmediğim yerler atlasında kaybolmuş bir nokta gibi hissediyor da olsam. 

Tüm korkuları bırakıp gidebilir miyim? Şu an gözlerimi kapatsam nerede olmak istiyorum? Kimin elini tutuyorum? Şahane manzaralara bakarken kimi düşünüyorum? Diyelim şu an kalkıp ilk uçağa biniyorum. Yarın bu saatlerde şu an oturduğum koltuğu özlemeyeceğimden emin olabiliyor muyum? Her sabah otobüste denk geldiğim insanları bile bir sabah görmesem merak eden ben. Herkesi ceplerime doldurup bu ağırlıkla yürüyebilir miyim? Her keşke de sırtımdaki kambur büyüdükçe, adım atabilir miyim? 

Belki de, bugün gidemeyebilirim.





17 Ocak 2013 Perşembe

Yaz meyveleri


Karakteri o kadar net yiyecekler var ki; şaşırtıyor insanı ama asla şaşmıyor.

Kereviz var mesela, karnabahar, lahana var. Elli metreden onları sevmeyen insanları tanırsınız. Onlar bana anneanne - dede sevgisi yaşamamış gibi gelirler. Bir kış günü, okul sonrası, yemek kokan bir evde onlarla beraber sofraya oturmamışlar gibi. Çocukluklarının albümünden bir fotoğraf kayıpmış gibi.

Dereotu var mesela. Onu seven bir insanın kötü olabileceğine inanmıyorum ben. Rakısının yanında illaki fava yemek isteyen bir insan, ne kadar hoyrat olabilir? Semt pazarlarına inip pembe domates arayan bir adam, olsa olsa şair olabilir ya da heykeltıraş. Ada üzümleri tezgahlara çıktı diye mutlu olan bir insan düşünün. Yolda giderken incir ağacı görünce arabasını kenara çeken birini. Çağlaların çıktığı gün işe gitmeyip bir ağaç altında tüm gün huzurla uyuyan. Çilek yetiştirip her sabah topladıklarının kokusunu yemeden önce derin derin içine çeken. Yazlıktaki bahçesine, tüm komşuları binbir çeşit gül dikerken, bunun çiçekleri daha güzel, deyip börülce diken. Kirazlardan küpe yapan bir insan her daim naif her daim kırılgan.

Vişne suyu seven insanın, kendine has bir dili var. Nar ayıklarken aklının yarısını kaybedenler ne kadar kibar. Kestane mevsimlerinde evinde soba yok diye üzülenler, hayat boyu çocuklar. Taze zeytinyağları çıktığında ekmek yemekten kilo alanlar asla yalnız kalmazlar. Hala erik ağaçlarında midesini bozanlara her mevsim bahar. Çekirdek yerken dudaklarını çatlatan insanlar, bir üzüntünün ne sığ ne de derin yerinde batarlar. Balla kaymakla kahvaltı edenlerin yanında insanın ömrü uzar. Sıcak pidenin üstüne tereyağı süren birini görünce benim içimdeki yaşama sevinci artar. Fırından ucu yenmiş ekmekle dönenler, can sıkıntısının ne olduğunu asla bilmeyecek çocuklar.

Sevgilisine gül yerine taze gül reçeli hediye eden bir arkadaşım var. Reçel kavanozunu okşar, biriyle beraber reçel yerken duygulanıp, ağlar. Her duygunun adını da tadını da bilir gibi geliyor bana böyle insanlar. Bir çiçeğe bakınca her yaprağıyla ayrı ayrı konuşur. Sanki her istavrit onunla dertleşir, gökteki her martı onunla kavga eder, küsüp barışır. Bizim üstüne basıp geçtiğimiz her şeyle, o, geçerken selamlaşır. Bana bakınca da aklımdan geçen her şeyi görür. Sustuğum ne varsa bilir. Tam  gerektiği anda gelip sarılır. Canı bir gece vakti kazandibi çeker gibi sevse beni, diye düşünürüm bazen, bir ömür yeter.

Sanki içimizde biri diğerinden daha ince ve daha kalın yerler var. O incecik yerler en sevdiğimiz yiyeceklerin tatlarını, kokularını, yumuşaklıklarını muhafaza ediyorlar. Hepsini de güzel bir ana, bir anıya bazen birine bağlıyorlar. Karpuzla beraber çocukluk anıları, dondurmayla ilk aşklar peş peşe çıkıp geliyorlar. Yediğimiz her şeyin bir parçası kalbimize takılı kalıyor. Karamel kokuyor bazı zamanlar. Çürük gibi bazı acılar. Çiğnedikçe büyüyor ağzımızda bazı yıllar.

Beni yaz meyvelerinin yanında saklayınız.