Duvarlarıyla konuşuyorum, dedi. Neyin duvarlarıyla, dedim. Kafasını sokağa çevirdi.
Elindeki çatalı masanın üzerine bıraktı. Gözlerinde savaş sonrası şehirler, fırtınaya tutulmuş dağ köyleri, orman yangınları, batık gemiler ve kökleri toprakla beraber kayıp giden sedir ağaçları var. Biri eline keskin bir makas alıp, yüzünü paramparça etmiş sanki. Sonra da anlaşılmasın diye gece hepimiz uyurken itinayla birleştirmiş. Oysa eski halini bilen benim için yüzüne her bakışımda, yüzünde tanıdık olmayan bir şeyler var. Bakışları her önüne gelenden dayak yemiş sokak köpekleri gibi tedirgin. Sesi hep ağlamakla ağlamamak arasında. Neresinden tutacağımı kestiremediğim yeni doğmuş bir bebek gibi ellerimde duruyor.
Böyle anlarda karşımdakiyle aynı anda iştahım kesilmediğinden suçluluk duygusuyla beraber yemeğime devam ederim. Tabağımdaki et soğusun, sertleşsin ya da biram ılıyıp çirkinleşsin istemem. Yemek masalarında konuşmanın tatlıya kadar ertelendiği sohbetleri tercih ederim. İlla anlatılacaksa şen hikayeler ve şen şakrak kahkahalar olsun isterim. Karşımdaki allah aşkına şunun bir tadına bak diye kendi yemeğinden bir çatal ikram ettiğinde sevinirim. Tabağındaki marulu çatalının ucuyla didikleyip, yağsız tuzsuz galetalardan iki ısırık alınca doyan bir kadın değilim. Bu sebepten belim onlarınki kadar ince değil. Onların spor salonlarında alınlarında ter damlarken ben penceremden dışarıya bakıp tatlı tatlı hayaller kuruyorum. Dolayısıyla onlar pantolon denedikleri kabinlerden benden daha mutlu ayrılıyorlar. Ve karşılarındaki insanlar hüzünle yemeğe ara verdiklerinde önlerindeki orta-az pişmiş sulu kuzu etinden kafalarını kolaylıkla kaldırabiliyorlar. Sanırım anladınız, ben onlardan değilim.
Uzun uzun çiğneyip ağzımdaki son lokmayı da her zerremde hissederek yuttuktan sonra çatalımı tabağa bıraktım.
O da, nihayet, der gibi kafasını bana doğru çevirip gözlerimin tam içine baktı. Aramızdaki masa yaşadığımız dünyaları ayırıyordu. O günlerde çok mutluydum. İçimin kuş sesleriyle dolu gürültüsü ağzımı açsam dışarıdan duyulabilir gibi geliyordu. Hayatta ilk kez dertsiz tasasız olmaya kesin olarak karar vermiş ve gazetelerdeki kötü haberlere bile gözümün ucuyla dahi bakmayarak da oldukça başarılı olmuştum. Nihayetinde salyangoz kabuğu gibi bir kabuk üretmiştim bir gece uykumda. Kabuğu üretmek için de bolca kemik suyu çorba kaynatmış, gece yarılarına kadar içki içip denizin üzerine vuran ayı izlemiş, kendime kar yağarken giymek için etiketlerine dahi bakmadan beğendiğim tüm kazakları ve elimi haritanın neresine koyduysam oraya denk gelen güzel şehirlere uçak biletleri almış, coğrafyayı beğenmediysem, benim elimde değil mi, küreyi bir tur daha çevirip kendime yeni şehirler seçmiştim. Bolca öpüşmüş, rüyalarımda bile el ele tutuşmuş, tüm geceliklerimi uykularım rahat olsun diye ipekli kumaştan diktirip, evin kaloriferlerini sonuna kadar açmıştım. Gün ortasında canım isteyince oturup bir saat kitap okuyordum, bir komedi filmi açıp izliyordum ya da sevdiğim bir arkadaşımı arayıp liseli kızlar gibi gülüştüğümüz sohbetler ediyordum. Canımın istediği kadar ocak başında oturup, üzerime sinen soğan kokularına aldırmadan közlenmiş biberler, terbiyeli etler, acılı ezmeler ve rakımın yanında hiç durmadan fava yiyordum. Hiçbir bakla bir daha çiçek açmayacakmış gibi keyifle kızarmış ekmeğimin üzerine bir çatal fava koyup ağzıma götürürken içimde çok yetenekli birileri piyanonun tuşlarına basıyor, tohumu ender bulunan çiçekler tomurcuk açıyordu. Sabahları gözlerimi açtığımda içimde fırından yeni çıkmış ekmek kokuları tarçınlı sütlaç kokularına karışıyordu. İnsanlar yüzüme baktıklarında kafamda yanıp sönen şiir mısralarının ışıkları görüyorlar gibi bir hisse kapılıyordum. Oysa anlaşılan görmüyor ve çatallarını dokunmadan soğumaya terk ettikleri yemeklerinin yanına bırakıveriyorlardı.
Bahsedilen duvarların adamın duvarları olduğunu konuşmaya başlayınca anladım. Kıza arkasını dönüp uyuduğu geceler adamın sırtı geçilmez sur duvarlara dönüşüyordu. Kız, bir masalda atıyla dört nala gidip elindeki kılıcı sallayarak devasa şatonun etrafında dönüp dolaşıyor ancak içeriye girilecek tek bir açıklık bulamıyordu. Ve de bulamazdı. Bazı sırtlar bazı kollara açılmazdı. Her anahtar yalnızca kendini bekleyen kapının kilidini açardı. İnsan bunları ne zaman kabulleniyordu da elindeki kılıçla tüm dünyaya karşı savaşmaktan vazgeçiyordu? Kaç uykusuz gece sonra kendi kalbini bir yavru serçe gibi avuçlarının içine alıp okşamaya başlıyordu? Kaç veda sonrası evim diyebileceği bir düzlükte huzur buluyordu?
Bilmiyordum. Ben, kabuğum ve tabağımdaki ekmeğimi banarak bitirmek istediğim et parçası çaresizdik. Bir dakika, bir dakika, kabuklar bu günler için varlardı. Sessizce tabağımı alıp kabuğun içine doğru süzüldüm. Şimdi adımı söyleyen bir sesin beni aradığını duyuyor ve yanıma bir dilim de ekmek almadığım için üzülüyordum. Dünyayla ilgili üzüntü seviyemi bu noktaya getirmiştim.