Eski hayatının yükünden kurtulmaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Bakkalın para üstü olarak verdiği sakızlara sinir olmak yerine, daha kapıdan çıkmadan çilekli olanı ağzına atarak işe başlamaya karar verdi. Kapının önündeki standın önünde dikildi, gazete manşetlerinden aklını uzaklaştırarak, iki tane mizah dergisi kaptı. Geri dönüp parasını öderken sakızların bir kısmını vermek yerine, yine bir bütün banknot uzattı. Bakkal paraya şöyle bir baktı, daha fazla sakız veremedi. Bozuk yok şimdi, sonra alırım, dedi. Karşılıklı gülümsediler. Dergileri ikiye katlayıp çantasının ön gözüne sokuşturdu. Kapının önündeki daracık gölgeye iri cüssesini sığdırmaya çalışan ön ayağı sakat köpek kafasını kaldırıp ayak seslerinin sahibine baktı, hiç ilgilenmeden kafasını çevirdi. Dünyanın tüm yükü omuzlarında gibi boynu eğik, donuk bakışlarını yolun gri asfaltına dikti.
Karşı kaldırıma geçti. Normal günlerde hiç girmediği bir arka paralel sokaktan yürümeye karar verdi. Araba egzosu, korna sesi ve trafikte sinirleri gerilen insanlardan yayılan o tedirgin edici titreşimden kaçıyordu. Girdiği sokakta hiç ses yoktu. Yolun iki tarafındaki ağaçlar coşkuyla tüm yapraklarını açmış, göğü tutmak istercesine uzanmışlardı. Kediler. Sokağın daimi sahipleri. Nöbetlerini bir sonraki kuşaklara devrede devrede yaşarken, duvarlardaki gölgeleri, boş kalmış bankları, çocuk parklarındaki ihmal edilmiş salıncakları yalnız bırakmamışlardı. Yürüdü. Ağaçların altından, kedilerin yanından kaldırım taşlarını eze eze yürüdü. Tam da güneşin insanlığı eritmeye yemin ettiği saatlerdi. Terlemeye başladı. Sırtından damla damla terlerin süzüldüğünü hissediyordu. Umursamadı. En son ne zaman bu kadar terleyecek kadar esaslı koştum, diye düşündü. Hatırlayamadı. En son ne zaman bir şeyden delice korktuğunu, bir şeye hırsla sahip olmak istediğini, biriyle tutkuyla öpüştüğünü, bir şeye kahkahalarla güldüğünü de hatırlayamadı. Oda sıcaklığında ne eriyen ne de buz tutan bir cisim gibi, biri onu bir yerlerde unutmuştu sanki. Unutulmuş, dedi içinden.
Geçen sene gittiği bir sergide izlediği video geldi aklına. Bir tabak şeftaliyi bir masanın üzerine bırakıp gidiyorlardı. Gün geçtikçe renklerinin nasıl bozulduğunu, kabuklarının ne büyük hızla incelip dağıldığını, kadife tüylerinin küflerle ne kadar da savaşmadan kaplandığını, pes ettikleri an sularını nasıl salıverdiklerini, nihayetinde de kurtların içine doluşup onları şeftaliden bambaşka şeylere çevirdiğini gün be gün izliyordu insan. Sonraki günler aklına geldikçe midesini bulandırmıştı. Şimdiyse midesi bulanmıyor, kendini bizzat tabaktaki en ham şeftali olarak görüyordu. Her şey yaşanıp biter, geceler süren kavgalar gözlerinin altında halka halka birikirken, çekip gitmek aklına bile gelmemişti. Tabakta oturup küflenmeyi kabul etmişti. İçi kötü kokularla dolarken ağzını açıp içinden geldiği gibi bağıramamış, mutsuzluğu kabullenmiş ve terkedilmeyi beklemişti. Adamın, beni affet, her şey daha kötüye gidecek devam edersek, deyip kapıya yürüyüşünü izlemiş, kapı kapandıktan sonra gidip, gerçekten gitti mi diye evin içindeki tüm kapıların arkasına tek tek bakmıştı. O gece bile, bir şey daha olacakmış gibi sabaha kadar koltukta oturup sokağın ıssızlığını izlemişti. Neyi beklediğini hiçbir zaman bilememişti. Tüm hayatı bir gün başına gelecek bir olayın hayatını değiştireceğine, anlamsız gördüğü bütün bir yaşamdaki noktaları birleştireceğine içten içe inanarak geçtiğinden, durumunu yadırgamamıştı. Bu sabaha kadar.
Ve bu sabaha kadarki hayatı, hiç gelmeyecek bir günü beklemek için fazlasıyla uzun bir süreydi.