18 Eylül 2017 Pazartesi

Yokum, güzel kardeşim.

Gelin, önce yemyeşil çimenleri çekip alın ayağımın altında. Sonra göğün en parlak sarı yerlerine siyah keleminizin kirli ucuyla çirkin kargalar kondurun. Parmağınızın ucuyla sabah sisleri doldurun en berrak yerlerine. Denizimin dibine pis izmaritlerinizle dolu kül tabaklarınızı boşaltın. Balıklarımın midesini bulandırın gecenin en mahrem saatlerinde her yeri aydınlattığınız lambalarınızla. Dalgasını küstürün boğazın çirkin teknelerinizde çalan şarkılarınızla. Üç tanesi beş kuruşa aldığınız korkunç parfümlerinizle martılarımı boğun. Olmadı yüzlerine sakızlarınızı şişirip şişirip patlatın. Yetinmezseniz; ki siz ne zaman neyle yetindiniz? Yetinmezsiniz. Dudaklarınıza öptüğünüz her ismin üzerini boyamak ister gibi sürdüğünüz rujlarınızın izlerini camilerimin kubbelerinde bırakın. Sürüdüğünüz eteklerinizde açlığınızın kırıntılarını dökün yollara. Sümüklü böceklerin izlerini, sidikli bezleriyle bebek dizlerini, faili meçhul cinayetlerin gizlerini aynı cümlede kullanın. Tuhaf mutsuzluklarınızı çıkmaz sokakların bağrına inci gibi dizin. Dünyanın tüm hikayelerini aynı bozuk gözlerinizle izleyip, en sıradan günlere hayret edin. Tenleriniz hep bronz, eteklerinizin pilileri hep ütülü. Her güzel kapının önünde bıkmadan aynı pozu verin. Her sabah aynanın karşısına geçip bugün hangi güzellikler başıma gelecek diye düşünürken çekinmeyin, bağrınızı açıp tüm deniz kazazedelerini, sellerde, fırtınalarda, savaşlarda evsiz ve halsiz kalmışları emziriverin. Bulaşıkları bana bırakın, siz duvardaki tablonun sağa doğru eğrilen çerçevesini düzeltin. Sabahın köründe kalkıp şeker fabrikalarına, tekstil atölyelerine, fındık bahçelerine, dolunun vurduğu biber tarlalarına kamyon kasalarında giden çocuk işçileri uykunun sabahla sınırından ben atlatırım, siz bir zahmet sabah avokadonuzu iyice limonlayıp yiyin. Hepimizin bindiği trenin ilk durağında siz inin. Tüm yabancı şehirlerin en güzel yerlerini siz bilin. İki kuruş hesaplar ödediğiniz lokantaların en güzel masasına mekan sahibi gibi kurulun, en tatlı bağların şaraplarını siz için. Ben turist kazıklayan kalabalıkların içinde her seferinde ellerinde kalmayan yemekleri sipariş ederim. Uçaklarım rötar yapar, tatili böyle böyle hiç ederim. Hiç bozulmayan tırnaklarınız, neredeyse hiç var olmamış tüyleriniz, kıllarınız, bir teli bile yerinden oynamayan saçlarınızla uyanın uykulardan. Bu ay kirayı, kredi kartı borcunu, çocuğun servis parasını, evin aidatını nasıl ödeyeceğimi ben kendime dert ederim. Elinizde küstahlığın bayrağıyla vardığınız zirvelere buyurun taht kurup oturun. Ben kaya tırmanışlarında dizlerimi paramparça ederim. Bir araya getiremediğiniz üç kelime, siz ve ben aynı yuvarlak masanın etrafında oturalım. Hemen ardından da masayı kaldırıp atalım. Ayakta ellerimizde maşalarımızla dikilip manzaraya bakalım. Siz boğaza her seferinde tekrar aşık olun, ben uskumru kırk yıl sonra döndü diye sevineyim. Gelin, soyunup birbirimizi didikleyelim. Sevinecek şeylerde çoğalıp, eleştirdikçe saçlarımızı yolalım. Hayat çok pahalı şekerim diyelim ağızlarımızı büzüp. Akşam trafiğine aynı anda küfredelim. Dümdüz yollarda ikimiz de takılıp düşelim. 
Kaçıncı baskısı şimdi okuduğumuz bu dünyanın? Aynı sarayın bin yılllık avlusunda aynı güvercinler uçup uçup Aya İrini' nin çatısına konuyor. Birileri birilerini sürekli bir yerlerden kovuyor. Aynı yaşlılar senelerdir yağmur yağmadan önce dizlerini ovuyor. Bir tuhaf kıskançlık hissi ne tarafa doğru başımı çevirsem, beni derin yerlerimden oyuyor. Bir kadın pencereden sokakta saklambaç oynayan oğlunu izlerken hiç bozmadan tüm elmanın kabuğunu soyuyor. Biri köşe başında elindeki fotoğrafı bakkala gösterip beni soruyor. Yokum güzel kardeşim. 

Gidin kolaysa bir başkasının ayağına basın bu kadar tenha bir otobüste. Azıcık cesaretiniz varsa yalnız yaşayan başka bir kadının ziline basın yanlışlıkla gecenin bir yarısı. Bir başkasının arabasının yan aynasına çarpın dar yollardan hızla geçmeye çalışırken. Kapınızın önüne park etti diye başkasının sileceklerini kaldırın. Başkasının gözüne kaçın tozlar. Onların bacaklarını da ısırıyor mu yaz boyu kahrolasıca sinekler? Başkalarının da bisikletinin tekerleğinin havası durup dururken mi iner? Devlet daireleri tam içeriye adım attığım an nasıl birden öğle arasına girer? En gereken zamanda o gömleğin düğmesi nasıl kopar? Evde tam kek yapacakken kabartma tozları kendiliğinden biter? Biraz da onların sipariş ettiği etleri yakın. Hangi sayfasında kaldığımı hatırlayamadığım kitapların arasından düşen ayraçlar. Kendi kendine devrilen süt dolu bakraçlar. Rüyalarımda sırtımda şaklayan kırbaçlar. Saklanıp bir türlü bulunamadığım saklambaçlar. Aramayın boşuna. Yokum güzel kardeşim.

Durun ya da ne olur biraz daha yavaş gidin. Hiçbir bebeğin altını temizlememiş, eviyenin deliğine tıkanan maydanozları avucunuza toplamamış, zeytinyağlı barbunya pişirirken baştan ayağa kavrulmuş soğan kokmamış, kusan birinin kusmuğunu temizlememiş, ön camın tam ortasındaki kuş pisliğini kazıyıp atmamış, sarhoş olup pis bir kaldırıma oturmamış, dibi gelmiş saçlarınızla işe gitmemiş, kırık tırnakla öpüşmemiş, yanlış otobüse binip yanlış mahallelere gitmemiş, cebinizdeki parayı düşürüp kaybetmemiş, telefon dolandırıcılarına neredeyse inanmamış, kaşıyıp bir yarayı kanatmamış, otoparkta arabayı nereye park ettiğinizi unutmamış, şehrin orta yerinde kaybolmamış, eski sevgilinizi gizli numaradan aramamış, ahlaksız rüyalardan uyanmamış, küçükken salıncaktan düşüp ön dişinizi kırmamış, sineklerin kanatlarını koparıp yakmamış, sakızlardan çıkan fallara inanmamış gibi davranmayın. Küçük kibirlerinizle beni boğmayın. Hiç yaşanmamış anılarınızla yalanlarınızdan yaptığınız buketi kucağınıza alıp yollarda koşmayın. Ya da, bana ne. Koşun da beni gerilerde bırakın. Fihristlerinizden silin, fotoğraflardan kesin. Kendi elimi tutup kendi rüyamda uyuyayım. Sabahın erken saatlerinde de aramayın. Ben bunlara doydum güzel kardeşim.