Mavi gömleğini giydiği günler kaldırımda yürürken çizgilere basmazdı. Ceket cebine de muhakkak, ucuna baş harfinin kırmızı iplikle işlendiği beyaz mendilini takardı.
Sabah evden çıkmadan önce üç yumurtanın beyazını kar gibi köpürene dek çırpar, boy boy tavaların olduğu orta çekmeceden en küçük boyu çıkarıp, ocağa koyardı. Yumurtaları iyice pişene dek birkaç kez çevirir, bu sırada da ocağın başında dikilirdi. Beklerken tezgahın arkasındaki pencereden görünen ağaçlara her seferinde ilk kez görüyormuş gibi dikkatlice bakardı. Mevsimin bu günlerinde tüm ağaçlar akıl almaz biçimde sürgün veriyor, dallar giderek daha da yeşil hale geliyor olurdu. Bazı sabahlar yeşil kuyruklu cennet papağanını görürdü uzak dallardan birinde. Hemen koşup salondaki ceviz ağacından televizyon dolabının çekmecelerini karıştırır, dürbünü bulup boynuna takardı. Dürbün ne kadar gösteriyordu bilinmez. Koşar adım koridoru geçip mutfağa döndüğünde dürbünü gözlerine dayayıp bakmaya başlardı. Göremezdi. Papağan uçup gitmiş ve omletin bir yüzü hafif yanmış olurdu. Tabağa yanık tarafı aşağıya gelecek şekilde yerleştirdiği omletin üzerine çörek otları dökerdi. Biraz da karabiber. Ve susam. Gökten yağan taneler usulca yuvarlanıp kendilerine duracak yerler bulurlardı. Uzunca zamandır ekmek yemiyordu. Yemediği için de çoğu zaman doymuyordu. Yine de kararlıydı. Göbeğindeki yağlardan yaz gelmeden kurtulacaktı. Böyle deyince yazla ilgili akıl almaz planları var sandınız, biliyorum. Yok. Tek bir planı bile yok. Bırakın plan yapmayı, dün akşam yediği yemeği bile hatırlamıyor. Hafızasını uzun zaman önce bir uzun yolculukta çaldırdı.
Hikaye şöyle. Dört kişilik bir tren vagonunda tam yirmi iki saat , on altı dakika seyahat etti. Vagona adımını attığı an onunla beraber seyahat edecek kişileri avucunu yukarı kaldırarak, usulca selamladı. Ve başına bir şey geleceğini anladı. Nasıl diye sormayın, bilmiyoruz. Küçük bavulunu baş üzeri dolaba sessizce yerleştirdi. Diğer yolculardan biri, başındaki kareli kasketinden hatırladığı, güçlü kolları kısa kollu gömleğinden taşmış gibi duran bir çiftçiydi. Yanındaki kadının adamın karısı olduğunu anlaması biraz zaman aldı. Adamla kadın birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Aslında başkalarıyla da konuşmuyorlardı. Adam yolculuğun ilk zamanlarını elindeki gazetenin tüm satırlarını tek tek okuyarak geçirdi. Kadın adamdan yaşça çok gençti. Oysa yüzünde tuhaf bir yorgunluk ve yaşlılık ifadesi vardı. Sapsarı saçları kafasının üzerinde yabani bir bitki gibi duruyordu. Bir ormanın derinliklerinde yürürken kafasında bir tohum yeşermiş, hızla büyümüş ve öylece kalmış gibi. Dipleri düz olan saçlar uçlara doğru gittikçe kıvrılmaya ve birbirinin içinden geçmeye başlıyordu. Kadın sağa sola fışkırmış gibi duran saçlarının tek bir telini bile kımıldatmadan oturuyor ve camdan dışarıya bakıyordu. Baktığı yerlerde bir şey görüp görmediğini anlamak zordu. Bizim adamın oturduğu koltuğun yanındaki koltuk ise trene bindikleri durakta boştu. Adam elindeki küçük yolculuk çantasını oraya yerleştirmekte sakınca görmemişti. Çanta yıpranmış dana derisinden bel çantasının az irisi bir modeldi. Çantanın içinde su matarası, ton balıklı sandviç, iki elma, yara bantları ve ağrı kesici, sabun, ev anahtarları, hazırladığı yolculuk dosyası ve geçenlerde bir ikinci elciden yok pahasına aldığı fotoğraf makinası vardı. Ton balıklı sandviç kokusu şimdiden burnuna geliyordu. Üç durakta yalnızca yolcuların inmesine ve binmesine yetecek kadar durarak iki saat hızla yol aldılar. Bu sürenin sonunda kasketli adam gazetesini bitirmiş ve uyuklamaya başlamıştı. Kompartıman ısındıkça havaya uyuyan insan, ton balığı ve azıcık aralık pencereden içeriye sızan kır çiçeklerinin kokusu karışmıştı. Bizim adamın karnı acıkmıştı. Çantasını koltuğun boş tarafından kucağına alıp içindeki sandviçi çıkardı, yavaş hareketlerle sarılı olduğu paketi açtı, kağıt peçeteyi önlük gibi yakasına sıkıştırdı ve iştahla yemeye koyuldu. O sırada çiftçinin karısı nihayet birbirinin aynı kır manzaralarına bakmaktan sıkılmıştı. Kaçamak bakışlarla adamı süzmeye başladı. Adam göz göze geldikleri bir an, siz de biraz ister misiniz, dedi fısıldayarak. Bunu söylerken gayri ihtiyari sandviçi kadına doğru uzatmıştı bile. Kadın uyuyan kocasına dönüp baktı. O da bunu gayri ihtiyari yaptı. İzin almaya alışkın kişilerde görülen bir davranış, dedi adam içinden. O sırada koca derin bir uykunun kollarındaydı. Uykusunda terlemişti. Arada bir çıkardığı tuhaf homurtulardan başka bir cevap vereceği de yok. Kadın da bunun farkına varınca önüne dönüp, birazcık alırım, dedi. Adam sandviçi tam ortasından bölüp ucunu bir peçeteyle tuttu ve kadına uzattı. Kadının suratında hiç beklenmedik anlarda bastıran yağmurlar gibi bir gülümseme peyda oldu. Gülümsemeyle beraber güzelleşti. Yüzündeki yorgunluk silindi. Üst dudağının yanında fındık şeklinde bir gamze ortaya çıktı. Teşekkür ederim, dedi. Yine pencereden dışarıya bakmaya başladı ama artık yüzü kız çocuğu yüzüydü. Aralarındaki mesafe bir anda yok olmuştu. Bakışları da kaçamaktan utangaç ama dosdoğru bakışlara dönüşmüştü. Tam o anda makinist ayağını frene olanca gücüyle bastırdı. Tren raylarda gıcırdayarak ağırlaşmaya başladı. Raflardaki bavulların metal parçaları birbirlerine çarptıkça insanın dişlerini kamaştıran sesler çıkarıyorlardı. Koridorda kalın sesli bağırışlar ve sinkaflı küfürler duyuldu. Az sonra sesler yakınlarında bir yere doğru koşmaya başladılar. Adım sesleri oturdukları kompartımana yaklaştı ve kapı hızla açıldı. İçeriye uzun boylu, zayıf, saçları kafasının tepesinden dökülmeye başlamış bir adam girdi. Yaşını kestirmek zordu. Belli kırklarının sonunda ya da ellilerinin ortasındaydı. Hemen arkasından kapıyı kapattı. Soluk soluğa o an boş olan yere oturdu. Cebinden oldukça kirli gözüken beyaz bir mendil çıkarıp, alnındaki teri sildi. Kadın şaşkınlıkla bakarken bir yandan sandviçini küçük ısırıklarla yemeye devam ediyordu. Adam derin bir nefes verdi. Soluğu henüz düzelmemişti. Vagonda uyuyan kasketli adam memnuniyetsizlikle gözlerini araladı. Olanlara anlam veremeyince kafasını çevirip karısına baktı. Ne oluyor der gibi ağzını büzdü. Kadın omuzlarını silkti. Adam tekrar gözlerini yumdu. Kafası koltuğun arkasına düştü ve hafif hafif horlamaya başladı. Kompartımana yeni giren adam mendilini katlayıp ceketinin cebine geri koydu. Merhaba, dedi. Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim. Bizim adam, yo, önemli değil derken sandviçin son lokmasını yuttu. Peçetesini poşetin içine koyup, poşeti de çantasına yerleştirdi. Elini bir kolonyalı mendille sildikten sonra tokalaşmak için yeni gelen adama uzattı, Salih ben, dedi. Salih Mete. Adını her zaman soy adıyla beraber söylerdi. Diğer adam, memnun oldum, dedi. O sırada ayak sesleri ve haykırışlar yine koridoru doldurdu. Tren neredeyse durmuştu. Ne olduğunu anlayamadan vagonun kapısı şiddetle açıldı. O ana dek hayatlarında gördükleri en şişman kadınlardan biri içeriye daldı. Yeni gelen adam eli havada yakalandı duruma. Ne olduğunu bile anlayamadan şişman kadın uzanıp, adamı yerinden kaldırdı. Bu kadar şişman bir kadının bu kadar seri hareket edebilmesi sık görülebilecek bir şey değildi. Sen, dedi, sen. Hırsından ağzından kelimeler çıkmıyordu bir türlü. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, konuşmaya çalıştıkça paramparça ettiği harfler bir çeşit tıslamaya dönüşüyordu. Adamın gözlerine bakarken birden yanağının ortasına kallavi bir tokat yapıştırdı. Büzülen adamı tükürür gibi koridora fırlattı. Vagonun kapısını gürültüyle kapattı. Sarı saçlı kadın yavaş yavaş çiğnediği son lokmasını da nihayet bitirdi. Salih Bey' e dönerek, işaret parmağıyla dışarıyı işaret etti. Gitmemiz gerek, dedi fısıltıyla. Terden bluzunun koltuk altları koyulaşmıştı. Kocası uyumaya devam ediyordu. İçerideki ton balığı kokusu dağılmış, yerini ter ve heyecan kokusu almıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder