Her mutlu anın eşi, daha az mutlu bir an var. Bu an, içinizden gelerek attığınız büyük bir kahkahanın hemen peşinden gelip, siz başka bir köşeyi dönemeden omuzunuza elini koyabilir. Aniden dönüp baktığınızda görmeyi hiç ummadığınız sevimsiz yüzünü görebilirsiniz. Gülüşünüz solar. Güneşinizin üzerine perde perde korkular iner. Ertesi gün uyanıp en sarı kazağınızı giyersiniz. Fayda etmez.
Yine lakerdanın basbayağı ev sahibi olup bizi ağırladığı bir sofrada oturuyoruz. Akşam öyle genç ki, bu saatte yemek yiyecek kadar aç mıyız diye düşünmüştük masaya oturduğumuzda. Ama aynı zamanda da gençtik. Çok yer, çabuk acıkırdık. Her şeyi sorunsuzca sindiren sistemlerle dolu vücutlarımızı henüz yeterince eskitememiştik. Meze yapıp yiyeceklerimiz ceplerimizde hazır duruyordu. Boğazdan tankerler geçiyordu. Rotası bu kadar belli her şeyi için için kıskanıyordum. Kıskançlığım esnasında da boş durmuyor, mısır ekmeğinden kopardığım iri bir parçayı yutmaya uğraşıyordum. Boğazdan kayıklar, iş dönüşü feribotları, balıkçılar, köpeğini gezdiren ve bu havada nasıl oluyorsa hiç üşümeyen insanlar geçiyordu. Çiğneyip durduğum fava boğazımdan geçmiyordu. O an mutlu muydum mutsuz muydum bilmiyorum. İnsanın mutsuz olmak için somut bir gerekçesi olmadığı halde kendini mutlu da edemediği anlardı sanırım. Üzerimde geçmek bilmeyen bir yorgunluk, bolca kaygı yüklü omuzlarımda tutulmuş yerler ve şakaklarımda gün aşırı nükseden hafif bir ağrı vardı. Efendim?, dedi birden bana. Anlaşılan o ki, yine farkında olmadan konuşuyordum. Oysa hem konuşup hem elimdeki çatal ve bıçağa hükmedemiyordum. Tabağın yanına yan yana uzandılar. Geleceğe bakınca sonsuz bir endişe denizi görüyorum, dedim. Hatta deniz gibi değil. Çöl gibi. Ne kadar yürüsem bitmeyecek bir çölde gibi hissediyorum. Şu geçen tankerlerden birine yüzüp, yetişmek, içine saklanıp makine dairesinde yaşamak istiyorum, dedim. Ben ne olacağım, dedi. Onun çatal bıçağı durmadan hareket ediyordu. Lakerdanın kırmızı soğanına sıktığı limon zerreleri yüzüne sıçradı. Biri nasıl olduysa gözüne kaçtı. Gözlerini kırpıştırırken yüzünün ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Çocukken oynadığım bebeklerin yüzlerindeki gibi düzgün çizilmiş dudakları kıpırdanıyordu. Çocukken bebeklerle oynayıp, büyüyünce ve büyüdükçe gerçek bir bebek fikrinden nasıl bu kadar uzaklaştım acaba diye düşündüm. Mesela dedim, bebekler yeni doğduklarında iki saatte bir uyanıyorlarmış, düşünebiliyor musun, bir bebeğim olsa nasıl uyuyabilirim ki geceleri? Ertesi gün kalkıp nasıl işe gidebilirim? Hamileyken aldığım kiloları nasıl verebilirim? Oturduğumuz eve sığamayız, nereye taşınırız? Taşınmak istemiyorum ki.
Bir sorunla karşı karşıya olduğunu saniyesinde anlayan her yetişkin gibi cevap vermeden önce lokmasını uzun uzun çiğnedi ve çatal bıçağını sakince tabağının yanına koydu. Düşünsene ne kadar büyük bir mutluluk kaynağı olacağını, dedi. Üstelik bebek fikri de nereden çıktı?
Ne yani, bizim bebeğimiz olmayacak mı dedim, hırsla. Neden hırsla olduğunu bilmeden. Ellerimi sanki gerçekten hamileymişim gibi karnımın üzerinde birleştirdim. İçimden, bu kötü adam seni üzemeyecek yavrum, diye fısıldadım. Sonra da kendi kendime gülümsedim. Delilik böyle başlayan bir histi belki de.
O gülümseme gecenin anahtarı oldu. Gülümsediğimi görünce rahatladı. Olacak tabi, dedi. Ben de o andan sonra sanki bana uzatılan bir merdiveni fark edip tırmandım ve başka bir zamana geçtim. Bu yeni zamanda çok güzel bir akşam yaşanıyordu. Garson getirdiği iyice kızarmış barbunları tabağıma koydu. Ve o da gülümsedi. Kadehimi tazeledi. Bana hiç erimemiş buzlar getirdi. Buzlardan birini bardağıma birini ağzıma attım. Serinlik diş etlerimden içime yayıldı. Yine gülümsedim. Hatta gülümsemek durduramadığım bir şeye dönüştü. Kucağımda bebekle koltukta sallandığım o anın fotoğrafı gözüme takılı kaldı. Geleceğe, dedim kadehimi kaldırırken.
Mutsuz anların eşi mutlu anlar da var. O an oydu, gözünden tanıdım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder