Sorunuza içtenlikle cevap vermek isterim.
Yalnız siz de kulaklarınızı duyacaklarınız konusunda uyarın. Zira bazı sözleri yalnızca söylemiş olmak değil duymuş olmak da geri alınamaz bir durumdur. Hafızanızın ve midenizin bundan sonra hatırladıkça ekşiyecek taraflarını açık pencerelere doğru döndürün. Işıkları da biraz kısın; öğrenecekleriniz loş iklimlerin hayvanlarıdır.
Tarifi zor. Tarife kalkışınca en güzel yanlarından çatlayıp su almaya başlıyor tüm o büyülü şeyler. Oldukları en biricik halleri daha önce var olmuş ya da yaşanmış bir şey sıradanlığına koşmaya başlıyor. Oysa bu, bayım, daha önce yer yüzünde hiç yaşanmamış bir hikayedir. Yine de birilerine anlatayım diye gelip benim dudaklarıma konmuştur. Yüküm ağır. Bir biçimde bu hissi size anlatabilmeliyim.
Söğüt ağaçlarının dalları gibi yayılır bu his ciğerlerimin altındaki ovaya. Havaya karışmıştır. Bir damla boyanın bir bardak suya karışması gibidir. İçimde dağılmıştır hale hale. Suyun her zerresi işini ciddiyetle yapmış ve ensemden ayak parmaklarımın sarp yamaçlarına kadar taşımıştır aynı ürpertiyi. Bir arabanın tümsekten geçerken göbeğimize düşürdüğü ılıklığa benzer. Eklemleri ağrıyan yaşlı bir kız çocuğunun hasta yatağında duyduğu türden bir umuda. Kelebek kanadı gibi kırılgan ve güzel. Uzun uzun seyredilmekle hiçbir yanı aşınmıyor. Böyle şeyler camdan üflenerek yapılır diye hayal etmek daha kolay; oysa değil. Plastikten bir his bu. Ne kadar hırpalansa şekli değişmiyor. Aynı metanetle bir temizlik leğeni gibi, kalın bir su şişesi, yazlıklarda giyilen terlikler gibi, öylece duruyor. Ömrü benim faniliğimin yanında arsızca uzun. Beni bir gün gömecekler. O ise, binlerce yıl boyunca sapasağlam, düştüğü yerdeki böceklerin antenlerine, otların tohumlarına, solucanların boğumlarına baka baka var olmaya devam edecek. Uyuyamadığınız gecelerden birinde gözünüzde ıssız mezarlıklar canlanırsa, sebebi, size doğru seslenen, ölmezlik iksirini tatmış o plastiktir. Şaşırmayınız.
Sıralı ölümlerde benim sizi duymam gerekir. Gelin görün ki sırasız bir his bu. Kum saatlerini istediği gibi tutup baş aşağı çeviriveriyor. Bertaraf etmiş yelkovanların anılarla savaşını. Ne kadar haklı tarafı tutmaya çabalasa yapamıyor, içten içe acılardan yana oluyor. Acılar her sabah taze bir somun ekmek gibi kokusuyla gelirken, anılar içilmeye kıyılamayan bir şişe şarap gibi mahzende eskiyor. Ekmeğin tarafını tutuyor böyle zamanlarda da. Bıçağa zahmet etmiyor, eliyle tutup ayırıyor ekmeğin kabuğunu. Pamuk gibi bir lokmasını, geceden ısladığı gözlerime banıp yiyor. Bazı hisler cılız olur. Tabağını hiçbir zaman bitiremeyen ilkokul çocukları gibi çelimsiz. Bunlar hep annelerine dert olur. Bu, öyle değil. Ekmeği banışından anlamışşınızdır bayım. Bu, öğleden önceki son teneffüste beslenme çantasını karıştırıp duran çocuk. Olur olmaz zamanlarda midesi kazınıyor. Gürbüzlüğü henüz yemediklerinden. Geceleri iliğine kadar çekip yaladığı kemiklerim sabaha iyileşmiş olunca iştahtan ağzı sulanıyor.
Kurak bir his bu. Çöl iklimine yakın. Bir gece yarısı ansızın geldiği son seferde, ayak baş parmağımın ucu buz tutup kırıldı. Ki zaten hep ansızın geliyor. Ne kadar ısrar etsem evine telefon hattı çektirmiyor. Çektirmediği için de nezaketen beni arayıp müsait misin, diyemiyor. Hep ev dağınıkken, tam sofraya oturacakken ya da ben topuğu yırtık çorabımla televizyon izlerken geliyor. Ki topuğu delinen bazı çoraplar bazı nedenlerden bir türlü atılamıyor. Çöldeki kumullarla beraber, rüzgar estikçe beni başka bir tarafa savuruyor bu his. Başım ağrıyor o günler bayım. Kafam tutuyor. Midem bulanıyor aydınlığa baktıkça. Benden başka kimse gün ışığında kımıldayıp duran dehşetengiz varlıkları görmüyor.
Dibi tutmuş bir his bu. Yanmaya yüz tutmuş pirinç pilavı gibi kokuyor. Sobanın üzerinde yanan kestaneler ya da incelikli bir ruhun bıraktığı portakal kabukları gibi değil. Zamanını azıcık şaşırsan bir tencere pilavı çöpe döküyorsun. Tabağında kalan pirinç tanelerinin çokluğu kadar şiddetli cehennem ateşinde yanılacağına inandırılmış çocuklarız, nasıl dökeriz? Dökemiyoruz. Bakışıyoruz tencereyle. İçimize dert oluyor. Günah oluyor. Çok yazık oluyor.
Bu hissin dertliliği çok bayım. Annelik gibi bir şey. Ne kadar uğraşsa insan bir şeyini ya az ya fazla yapıyor. Hep bir iç sıkıntısı. İç sıkıntısı kötü bir his değildir her şeye rağmen. İnsan o sıkıntının içinde gonca bir gül gibi katman katman açılıyor. Hiç bilmediği yerlerinden origamiler yapıyor. Yaz güneşinde kalmış omuzlarını tırnak uçlarıyla sokar gibi soyuyor kendini. Her sayfasına kenar süsleri çiziyor. Hiç yapamazsa, kenarına, kenar süsü, yazıyor. Yeni bir göz buluyor avuç içlerinde. Dokunduğu her tende tekrarı imkansız bir neşenin taklidini arıyor. Bulamıyor. Çok yanılıyor. Az gülüyor. Gülünce odalar çınlıyor. Apartman sahanlıklarındaki modası çoktan geçmiş seramiklerde gülüşünün buğusundan damlalar kalıyor.
Her sabah kendi burcundan hemen sonra onun burcunu okumak bu his. Televizyonda bir kaza haberi gördüğünde görüntülere korkarak bakmak. Kafanda kendininkiyle bazen tatlı tatlı çene çalan bazen ölümüne kavga eden ikinci bir sesin varlığıyla yaşamak. Giyinme kabininde denediğin paltolonun kalçasına bakarken biri de seninle beraber bakıyormuş gibi hissetmek. Kitaplardan cümleler, konserlerden ezgiler, gecelerden yergiler biriktirmek bir gün anlatmak için. Bir an bir zeytin tarlasının tam ortasında durup sonbahar rüzgarının yapraklara çarpan, olgun zeytinleri yere düşüren sesini dinlerken hüzünlenmek. On saniyelik videolarla yaşadığın her güzel anı bir gün ona göstermek üzere biriktirmek. Yüz kişiye bağıra çağıra anlattığın güzel haberin ağırlığının sırf birinin kulağına fısıldayamadın diye birkaç dakika içinde kantarla tartılabilecek ağırlığa gelmesi bu.
Bu hissin sahibi olmak zor bayım. Evcil hayvan evlat edinmişsin ama o evcil hayvan da dünyada kalan son vahşi kaplanmış gibi. Sen ona sahip olamıyorsun, o senin neyin olduğunu bir an bile düşünmüyor. Tam artık birbirimize alıştık, beni yemez, aniden kolumu koparmaz dediğin an gözünün içine baka baka boynunu ısırıveriyor. Şakası olmayan bir his bu. Kendini çırılçıplak önüne attığın an seni öldürüyor. Onun suçu değil, içgüdüleri öldürme düzenine meyilli.
Yargılıyor bu his. İşaret parmağı pek çok geceden daha uzun. Yüzüne doğru sallamaya başladıktan birkaç dakika sonra suçlu ilan ediliyorsun. Geniş meydanlarda yüzlerce insan önünce sallandırıyor bazen. Bir kadehin dibinde kendi göz bebeğinin içindeki sonsuz bir kuyuya kafa üzeri düşüyorsun. Vücudunun daha önceden dokunulmuş yerlerine elektrik çarpıyor en olmaz günlerde. Ensen uyuşuyor. Şapkan uçup gidiyor çamurlu sulara. Acımasız bir his bu. Dinlemiyor. Dinlemek istemiyor. İlgilenmiyor mazeretlerinle. Ne istersen anlat, onun gözleri ya uzaklara dalıyor ya da yoldan geçen uzun boylu kadının eteğinin pilelerine takılıyor.
Neyiniz var bayım, renginiz kireç gibi oldu.
Belli ki sorunuzun cevabı dar ceplerinize sığmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder