27 Nisan 2016 Çarşamba

Sabah

Sonuncusunu ağzıma attığım biberlerin sapları, tabağın içinde askeri bir düzen içinde sıralanmışlardı. Kafamı eğip pijamamın üzerinden taşan göbeğime baktım. Anlaşılan o ki; normalde bunun yarısı zaten sudur diye, sayısını tartmadan yediğim biberler, biberlere çok yakışıyor diye kiloyla aldığım taze keçi peyniri ve kızarttıkça zeytin yağına da bolca banmam gereken kara çavdar ekmeği dilimleri, bir yerde vücuduma yerleşme kararı almışlardı. Doğruldum. Doğrulunca göbeğim bakış açımdan çıkmış oldu. Bakış açımdan kaybolan şeyler bana yeryüzünden de siliniyor gibi geldiğinden, zeytin yağına yatırdığım yarım dilim kızarmış ekmeği alıp zevkle ağzıma attım. Zeytin yağı çok faydalı, dedim içimde sesi yükselen ince belli kadınlara cevaben. Boşalan kahve fincanının dibinde kalan küçük yudumu uzun uzun içtim.  Bir kahvaltı zamanı daha bitiyordu. Günün en güzel zamanının bitiyor olması canımı sıktı. Çatalı elimden bıraktım. Kalkıp pencerenin yanına doğru yürüdüm.

Pencere dediğimiz yer, bir çeşit gözetleme noktası bu evde. Gidip önünde durduğunda, sokaktan geçen herkesi görüyorsun. Yavaş yürüyenlerle göz göze gelirken, hızla geçenlerin meraklı kaçamak bakışlarına maruz kalıyorsun. Bakanlara ayıp olur diye pijamayla gezemiyorsun evde. Üzerimdeki sabahlığın önünü sıkı sıkı bağlıyorum ben de. Sessizlik doluyor her yere. Aydınlık ve sessizlik manzaranın bir parçası gibi duruyorlar. Pencereden bakınca bir tankerin bacasından çıkan dumanı görüyorum. Dumanın masmavi gökte dağılışını da. Bulutsuz havanın üzerine saçılmış noktalara benzeyen martıların, ağızlarını açıp kapayışlarını da. Anlatacak ne çok şeyleri var ama sesleri benim frekansıma uymuyor diye düşünüyorum. Pencereyi açıyorum. Hafif rüzgarda saçlarımın at kuyruğundan firar eden telleri uçuşuyor. Gözlerimi kapatıyorum.
Yaşamak, diyorum. Yaşamak ne kadar çok bazı anlar. Bu, karşı tepenin üzerindeki erguvan ağaçlarının bana doğru dallarını salladığı bir an. Üzerimizden geçen uçağın içindeki yabancıların başlarını eğip, bana el salladığı. Bahar dallarının yüzüme doğru yeni bir filiz çıkardığı bir an. Durmadan ağlayan bir bebeğin birden sustuğu. Kurumuş derelerin eriyen kar sularıyla dolup, gürül gürül akmaya başladığı bir an. İçime yaşayan ya da bir zaman yaşayıp ölmüş her şeyden iyi huylu bir parça efsunun akarak geldiği bir an. İçimde bir sebepten açılmış krater gibi kırığa dolup, şahane bir dağ gölü yaratıyorlar. Kaslarım kendiliğinden gevşiyor. Kollarımı geriye doğru açıp iyice esniyorum. Hafifliyorum. Biraz sonra pencereden uçup gidecek kadar teslim oluyorum esen melteme.

Neden gülümsüyorsun sen, diyor adam bana oturduğu koltuktan. Yüzü sabahları ilkokula yeni başlamış bir oğlan çocuğu berraklığında. Dudak kenarlarındaki kıvrımları teker teker öpmek geliyor içimden.

Hiç, diyorum. Hiç.
Bazı hislerin tarifi yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder