26 Aralık 2015 Cumartesi

Tam tur

Her şeyin kendi etrafında bir tam tur dönüp aynı yere vardığı zamanlara gelmiştik. Bir yıl demek ki 360 dereceye eşitti. Bir balerin ayak baş parmağının üzerinde dönerken birkaç yıl birden yaşlanıyor. Tanrı bu mucizeleri çift taraflı yaratıyor. Kendi etrafında diğer yöne döndüğünde gevşemiş bir makara gibi kendi üzerine topluyor ipliğini ve gençlik gittiği hızla geri dönüyor. Ben balerin değilim ve bu yaştan sonra ne kadar dönsem ipliğim baleye başlanacak yaşlara yetmiyor.

Her senenin sonu dediğimiz bu zamanlara gelince, bir boy aynasının önünde birkaç saat oturup kendime bakıyorum. Soyunuyorum önce. Yavaş yavaş. Parçalarımda gözle görülür bir eksiklik var mı diye kontrol ediyorum. Saçlarımı tarıyorum uzun uzun. Benlerimi sayıyorum. Kemiklerimi tartıyorum. İyice yaklaşıyorum kendime. Göz bebeklerimin içine bakmaya devam ettikçe yabancı birine dönüşüyor yüzüm. İlk önce acımasızlık gelip incecik şişleriyle deliyor binlerce yerimden. Kan revan içinde bırakıyor çöken yanaklarımı, biraz kilo alan baldırlarımı, kaz ayaklarımı. Ardından şefkat koşup yetişiyor. Bazı açılardan bakınca güzel buluyor yüzümü. Bu sene bulup, ağzımın kenarlarına yerleştirdiğim yeni gülüşlerin başını okşuyor. Daha hüzünlü bakıyorsun sanki zaman geçtikçe diyor, gülünecek şeyler azaldı, diyorum.  Gözlerini deviriyor. Ayaklarını sürüyerek gidiyor. Temkinli bir tekinsizlik hissi yerleşiyor içime. En çok ne yaptığına pişmansın bu sene, diyorum. O kadar çoklar ki gözlerim doluyor. Ağlamayan yüzden ağlayan yüze geçerken insanın bütün kaslarının şekli değişiyor. Buna hala şaşırıyorum. Gülen halinin neye benzediğini fotoğraflardan biliyor insan. Oysa ağladığında neye benzediğini kendisi dahil çok az insan biliyor. Bir yaşın içimden çıkıp yüzümden aşağıya akışına bakıyorum. Gözyaşı bezi denen yer iki akciğerin tam arasında aslında. Gözle alakalı çok yanılıyor insanlar. Geçen senenin bu zamanlarını gözümde büyük acıyla geçirdiğimden, gözün işleyişine aşinayım. Gözünü üzmemeli insan, diye geçiriyorum içimden. Neredeyse gözlerime sarılmak geliyor içimden. Bu sene ne istiyorsun benden, diyorum kendime. Bu soruyla beraber yüzüm küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Öyle bir an ki kendimi alıp kendi kucağıma yatırıp saçlarımı okşaya okşaya uyutmak istiyorum. Kendimi sevmeyi ihmal etmişim en çok. Bazılarını çok sevmekten ve bazılarını ısrarla sevmekten vazgeçmeye çalışmaktan içimdeki ışıklı yerlerin renklerini soldurmuşum. Seni diyorum aynaya dümdüz bakıp, çok şımartmak istiyorum bu sene. Ne istersen yapma hakkı veriyorum. Canın ne isterse yeme, içme. Nereye isterse gitme. Böyle dedikçe kendi sesimdeki ani neşeye gülümsüyorum. Neredeyse kendi sesimin vaatkar tatlılığına yeminler ettireceğim. 
Ölüyor gibi hissediyorum kendimi. Ölüm yatağında gibi. Çok mutlu bir hayat yaşamış, daha geçen aylarda tüm mahalleye aşure kaynatıp dağıtmış, bayramda yakama broşumu takıp bütün torunlarıma elimi öptürmüşüm. Hiçbir pişmanlığım yok. Öyle bir huzurla ağlıyorum. 
Gidip yatıyorum. Sabaha kadar içimdeki oyuktan çan sesleri duyuluyor.

9 Aralık 2015 Çarşamba

Tahta perde


Bu tahta perdeleri nereden bulmuşlar, diye soruyorum kafamı çevirmeden. İlhan İrem bırakmış zamanında, diyor o da bana bakmadan. İkimiz de tahta perdelerin aralarındaki boşluklardan görebildiğimiz kadarını görebilmenin peşindeyiz. İlhan İrem ne alaka, diyorum içimden. Dayanamıyorum, İlhan İrem ne alaka, diyorum. Yok mu şarkısı, kolların tahta perde diye, diyor. Ceplerinde çakmak arıyor bu sırada sabırla. Arka cebinde buluyor. Düşünüyorum. Var mı, diyorum. Var diyor. O önde ben arkada kapının önüne çıkıyoruz. Basbayağı soğuk. Ayak parmaklarım kabuklarına çekilmiş gibi ayakkabının içinde büzülüyor. Telefonunda arıyor şarkıyı. Bu arada sigarayı içine tüm vücudunu sigarayla doldurmak ister gibi çekiyor. İçerisi dumanla dolduğunda havasız kalan sorular kendiliğinden ölecek. 
Şarkıyı bulana kadar sigaranın yarısını bitirmiş oluyor. Buldum, diyor. Telefonu bana veriyor. Şarkı başlıyor. Kuş sesleri geliyor önce. Etrafımız kalabalık. Herkes kafasını çevirip bakıyor bir anlığına. O cebinden sigara paketini çıkarıp hala yanan sigarasıyla taptaze bir sigaranın dudaklarını ateşe veriyor. Küçük bir inleme duyuluyor. Müzik sesinde kayboluyor. Şarkı devam ediyor. Saçların sarmaşıklar, kolların tahta perde diyor adam ısrarla. Terk edilenlere özgü bir keder var sesinde. Kolların tahta perde ne demek diye düşünüyorum. Sarılmanın imkansızlığından mı bahsediyor yoksa perdeleri kaldırınca ortaya çıkacak bir şeyden mi? Şarkı bitiyor. O hep uzaklara bakıyor. Ben orada yokmuşum gibi bile değil umursamazlığı. Kendisi orada yokmuş gibi. O an sigaraya başlamak istiyorum. Sarmaşık saçlar sürekli aklıma dolanıyor. Midem bulanıyor. Sarmaşık saçlar ormanlardaki özgür hayatlarından vazgeçip banyo giderine dolanmış saçlara dönüşüyorlar. Ben gidiyorum, diyorum. Saçmalama haydi içeriye giriyoruz, diyor. İzmariti ayakkabısının ucuyla eziyor. Neden böyle zamanlarda söz dinlemelere teslim oluyorum bilinmez, peşinden içeri gidiyorum. Titriyorum. Perdeleri açmayacaklar mı, diyorum. Açamazlar, diyor, böyle aralarından bakacağız. Aralarından bakıyoruz. Dünya enine çizgili bir yer. Bir dolu bir boş. Sarılır mısın bana, diyorum içimden. Duyup sarılıyor. Sıkı sıkı sarılmıyor ama hala sesimi duyuyor. Kolların diyorum, tahta perde. Sabah olunca bile açmayalım.
Gerisini hatırlamıyorum.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Akşamüzeri

Sonsuz bir akşamüzeri şimdi hasret, gitmez, çakıldı kaldı semaya, dedi bir şarkı önünden geçerken. Birden. Şarkının önünden değil, o an, sokağa aniden park etmeye karar veren efkarlı arabanın önünden geçiyordum. Apartmanın kapısına doğru hiç acele etmeden yürüdüğüm bir gece yarısıydı. Adımlarım kendiliğinden gidiyordu. Tanımadığım istikametlere yol almaya karar verseler itiraz edecek mecalim yoktu. Gün kararırken tüm itiraz haklarımı silip süpürmüştü. Kış geliyordu. Akşamüzeri denen zamanlar bir solukta geçiyordu. Gece aklımın üzerine devasa bir bulut gibi çörekleniyordu. Oysa şarkı, sonsuz bir akşamüzerinden bahsediyordu. Başka bir şey deseydi böyle olmazdı. Sırtımı böyle bir ürperti kaplamazdı. Böyle bir anason kokusu gelip enseme yerleşmezdi. Belki de saatlerdir yürümekten bitap düşmüş bacaklarımın yorgunluğunu fırsat bilir, yatar uyurdum. Küstürdüğüm uykuların gönlünü almak için bir bardak ballı süt, olmadı bir fincan ılık papatya çayı yeterdi. Biraz bulmaca çözerdim, yine olmazsa okuyup bitirdiğim aylık dergileri baştan okurdum. Sırtüstü yatıp karanlığa bakardım. Bütün uzuvlarım bir bataklık beni içine çekiyormuş gibi yatağın içine gömülürdü. Talihi nerede küstürdüm diye hatırlamaya çalışır, o kadar eskiye giderdim ki yolumu kaybederdim. Bu yüzden dolambaçlı yollarda oyalanır, sabahları olduğumdan biraz daha yaşlanmış uyanırdım. Hiçbir şey gözlerimi kapatmaya yetmezse, derin ve düzenli nefesler almaya başlardım. Aklımda şekerin üzerinde aklını kaybetmiş bir karasinek gibi dönen cümlelerini başka cümlelerinle kovalar, bir sarılış için o an henüz yaşanmamış birkaç yılımı verebileceğimi hissederdim. Dünyadaki varlığımın en büyük yalnızlık olduğunu düşündükçe yorganın içine doğru çekilirdim. Küçülürdü vücudum. Hücrelerim suyu çekilmiş meyvelere dönerdi, kururdum. Kaz ayaklarım derinleşirdi o saatlerde. Yastıkta alnımdaki çizgilerin izini bulurdum sabahları. Kimse görmezdi. Kimse kimsenin yastığındaki çizgileri göremezdi kolayca ve ben bunu kendime dert ederdim. Çünkü yoktun. Olmadığın yerlerde tutunacak şeyler azalıyordu.

Sonsuz akşamüzerinin takılı kaldığı sema benim üzerimde değildi.
Gece öldü. 

Sabahın tazesi sel gibi doldu odaya. 
Duramadım. Kendime en güzel akşamüzerini bulmak üzere çıktım evden.

9:15 vapuruna geç kalmayan insanlar olarak salonda yerlerimizi aldık. Alışkanlıkla, yetişmeyeceğim yerlerin telaşı içindeydim. Vapurun saati geldi, düdüğü ötmedi. Oysa ben vapur düdüğü duymayı ne çok severim. Yerleri önceden belli seyirciler gibi herkes yerini buldu. Bazıları dışarıda oturup gizlice sigara içtiler. Ben içmedim. Bazıları cam içlerindeki girintilere ince belli çay bardaklarını koydular. Ben koymadım. Bazıları boğaza kayıtsızca şöyle bir bakıp ellerindeki kitaplara gömüldüler. Ben de kitabımı açtım ama okuyamadım. Dizlerimin üzerine koyduğum kitabı kalkarken düşürdüm hatta unutup. Ben  uyuyakalıp yanındaki yabancının omuzuna kafası düşen biri gibi seni düşündüm. Düşündüğümü fark ettikçe düşünmemek için Galata kulesine baktım. Yine içim geçti, sana düştüm. Kız kulesi aslında güzel değil, diye düşündüm. İçimden geçtin. Haydarpaşa garından kalkan bir trene binip gitsem, dedim. Yüzünü gördüm. Modaya kadar yürüsem, çok mu uzak, dedim. Uykuya hızla ve sayısız kereler yenilen 3-5 nöbetindeki bir acemi asker gibi defalarca düştü kafam. Defalarca seni andım içimden. Basbayağı bir savaştı. Vapur Kadıköy'e yaklaşırken manevra yapınca güneş tam üzerime düştü. Körpecik bir parça kış güneşi. Gözünü almaya çekinir, sırtını ısıtmaya cüssesi yetmez. O an güneşte vapurun camları parladı. Bütün kirleri ortaya çıktı. Çöllerde yolculuk yapmış olmalı bu vapur bir önceki hayatında, dedim içimden. Yol yol toz toprak üzerinden akıp gidememiş, kalmış. Gördüğüm manzaralar bir anda siyah beyaz, uçları sararmış fotoğraflara döndü. Zaman eskidi. Vapurların camlarını kim siliyor, diye düşündüm. Bunu gerçekten de uzun uzun düşündüm. Vapur cam silicileri genel bir greve gitse ve aylarca kimse silmese ve o sırada muson yağmurlarından kaçıp kurtulan bir bulut Boğazın üzerine denk düşse. Yağmur değil kum yağsa üzerimize. Yolcuların hiçbiri martıları göremese. Yaklaşınca hemen kapının önüne sıralanan aceleci topluluk da huzur bulur muydu yoksa güvertede soğuktan büzüterek kıyıya mesafemizi ölçüp yine hazırlanır mıydı? Bunların hepsi bir boğaz geçişimizde oldu. Bazıları daha yanaşmadan kapının önünde toplandı. Bir kız ki sesi çığlık çığlığa şarkılar söylemeye, sevişmeye ve ağıt yakıp kederlenmeye çok müsaitti, birden bir türkü tutturdu. Dönüp sese bakarken düştü işte kitabım. İçinden bir parça kağıt süzüldü. Sana yazdığım ama göndermediğim bir mektuptu. Yanımda kimse oturmadığından görecek kimse de yoktu. Elimde ağır bir şey gibi tuttum, evirip çevirdim ve  katlayıp yine kitabın arasına koydum. Kız sustu. Sıraya dizilip karaya bastık. Dönüp bizi karşıya kadar taşıyan suya baktık. Ya da bazıları baktı. Ya da yalnızca ben baktım. Yağmur çiselemeye başladı. Vapur camlarında akıp giden tozlardan yeni yollar oluştu. Kapatılmış bir kahve fincanı gibi. Açıp falıma baktım. Bana üç yol göründü. Hepsi kısa yollardı. Hepsi kapalıydı. Hiçbiri ferah bir yere çıkmıyordu. 
Akşama daha çok vardı. 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Çinekop

Hatırlamak değil ki bu benimki, unutmamak, dediğimde bana acıdığını gördüm. 
Geçen kış bu zamanlar gittiğimiz tatilde havanın ne soğuk olduğundan bahsediyorduk.
Gözleri bir süre yüzümde takılı kaldı. Yarım saat önce ne kadar zayıfladığından bahsettiği yanağımın kenarına baktı. Aynanın karşısında fondötenle yarım saat boyunca kapatmaya çalıştığım yeri bir bakışta buldu. Zaman beni rahatsız edecek kadar esnedi o bakarken. Elimi alıp yüzüme koydum. Yanağımdaki o delikten içimi görmesine daha fazla müsaade edemezdim. O da utanıp elindeki bıçağın ucuna bakmaya başladı. Bıçağın ucunun yavaş yavaş eriyip eğrildiğine gözlerimle şahit oldum. Bıçağı alıp tabağında yüzüstü yatan çinekopun bağrına sapladı görülmesin diye olanlar. Çinekop sesini çıkarmadı; çoktan ölmüştü. Ben oturduğum yerde kımıldandım. Söyleyecek çok şeyi olan ama nereden başlayacağını bilemeyen biri gibi. Çünkü zaten öyleydim.   

Geri dön eve, demek istiyordum en çok. Çok yüksek sesle hem de. Tüm şehir bir anlığına sesimden sağır olsun istiyordum. Küçük bir fırtına çıksın ağzımdan. Minareler devrilsin, çatılar uçsun, denizdeki vapurlar korkuyla dalgaların kuytusuna saklanmaya çalışsın ama yapamasın, batsın. Öyle şiddetli bir şey olsun. Deprem gibi. Oturduğumuz yerde bir süre masaya tutunarak sallanalım. Tuzlukla biberlik sağa sola yuvarlansınlar. Kaşıkla bıçağın yerleri değişsin. Saçlarım havalansın, savrulsun, gökyüzüne dağılsın. Işıklarını gördüğümüz köprü ip atlayan çocukların ipi gibi dönsün birkaç tur. Çinekop bir gözünü aralayıp baksın, yine kapatsın. Başladığı gibi birden dursun her şey. Bakışalım. Pardon, istemeden oldu, diyeyim ben biraz utanarak. Bana ne diyeceğini bilemeden baksın. Önemli değil, desin ağzının kenarıyla. Bir parça roka atsın ağzına. Ben boğazıma kadar dolmuş olayım. Üzerimdeki hırkayı çıkarayım önce. Sandalyemin arkasına asayım. Sıcak oluyor olsun zaman geçtikçe. Masadaki sessizlik evlerin giriş kapılarından geçemeyecek boyutlara ulaşsın. Geri dön diyemediği zamanlarda ne der insan karşısındakine diye düşünüyor olayım o sırada. 

Yok hayır, öyle olmasın. Mutlu musun, diye sormak istiyordum günlerdir. İlk görüştüğümüzde tüm bunlara değdi mi, tüy gibi hafifledi mi gece uykuların, diye gözlerinin içine bakarak fısıldamak istiyordum. O sırada onun tarafına doğru biraz eğilip yüzüne yaklaştığımda kokusunu duyayım. Birazını içime çekeyim birazını köprücük kemiklerimde biriksin. Yüzüne, gözlerini bir zaman kaybedip o an tekrar bulmuş biri gibi dikip bakayım. Yüzü nereye kaçacağını bilemesin. Avuç içlerim genişlesin. Masanın tablasıyla aynı boya geldikleri sırada o bana bakıp, böyle olması gerekiyordu, desin. O an dev tokadımın sesi Amazon ormanlarının içinde öyle bir yankılansın ki dallara yuva yapan mavi kuyruklu kuşlar her şeyi bırakıp havalansın. Bir uçak havada dengesini kaybedip Atlas okyanusunun ortasına çakılsın. Çinekopun kuyruğu titresin. Afrika'daki birkaç kabile neye tapınıyorlarsa bırakıp bu yeni gök gürültüsüne biat etmeye başlasınlar. Başladığı gibi bitsin gürültü. Çok özür dilerim, deyip eski haline dönen küçük avucumla yanağına uzanayım. Affet, bir an kendimi kaybettim, diyeyim. Tam olarak aklı başına gelmemiş olsun daha. Elin de ne kadar ağırmış desin. Yüzünün bir yarısı artık olmasın. 

Yok hayır, böyle de olmasın. Ben seni özledim demek istiyordum birden bire. O tam buzu uzatır mısın, derken onunla aynı anda ben seni özledim demek istiyordum sıradan bir şey söylüyormuş gibi. Özledim sonra daha çok özledim. Daha da çok özledim. Zaman geçtikçe öyle çok özledim ki sonunda neyin var diyenlere daha özl- derken, infilak ettim. Bizim sokaktaki omuz hizasına gelen duvarın üzerine bir parça kanım sıçradı. Sağ el parmaklarımdan biri çöp dökülmez yazınının kenarına yapıştı kaldı. Zamanla azalır dedikleri her şey zamanla azalmayabiliyormuş diye onlar da şaşırdılar. O günden sonra halk arasındaki deyişlerde, atasözleri ve tesellilerde köklü bir değişikliğe gidildi. Zaman her şeyin ilacıdır, sözü lügatlardan kaldırıldı. Geçer geçer, neler neler geçmedi ki diye şarkı yapan sezen bir düzeltme yayınlayarak ben orada mevsimlerden bahsediyordum, dedi. Öldürmeyen acıların güçlendirmediği dahası öldürmedikleri gibi aslında yaşatmadıkları ortaya çıktı. Unutmak denen şeyin evden aceleyle çıkarken anahtarı, ödeme günü geçen faturayı, yemek yenen restoranda şemsiyeyi unutmak gibi şeylerle sınırlandırıldığı, bir insanı zaman içinde unutmak diye bir şeyin tamamen gerçek dışı olduğu açıklandı. Bu arada olan bana oldu çünkü sen beni pek de özlememiştin. Bir süre duymazdan geldikten sonra uzanıp sağ elimi tuttun. İyi ol istiyorum, dedin. Aklımı kaçırmış biri gibi hissettim kendimi.

Yok hayır, böyle de olmasın. Bir yabancıyken aşık olduğum birini şimdi bu kadar iyi tanırken ne diyeceğimi bilemiyordum. Neresinden tutacağımı bilemediğim vahşi bir köpek yavrusu gibi ellerimdeydi. Belki de sözün bittiği yer dedikleri o tuhaf yer burasıydı. Söz bitiyordu. Bitiyordu çünkü sözlerin tamirat gücünün ötesindeki topraklara geçmiştik. Şimdi dokunuştu ilaç. Kalkıp hiçbir şey demeden sarılsaydı. Uzun bir yürüyüşe çıksaydık. Ayaklarımın ayaklarına değdiği bir yerde otursaydık. Ellerim yavru kuşlar gibi avuçlarına sığınsaydı. Saçlarım neredeyse dile geleceklerdi bir okşayış için. Geç oldu, kalkalım mı dedi bunların yerine. Olur, dedim. Sessizce yürüdük karanlıkta. 

Ertesi gün çinekopun kemiklerini çantamda buldum. Yanağındaki delik nasıl oldu, dedi muhabbet biraz ilerleyince. Son öptüğü yerdi, dedim. Üzülme zamanla geçer, dedi. Yüzüne inanamayarak baktım. Avucumda paramparça edip sokak kedilerine yedirdim.

19 Kasım 2015 Perşembe

Kül tablası

Üçümüz oturuyorduk. Gergindik. İkisi sigara üzerine sigara yakıyorlardı. Mümkün olsa bir sigarayı diğerinin ucuna, onları da birbirlerinin sigaralarına bağlayıp bir duman bulutunun içinde görünmez olacaklardı. Oysa olmalarına izin veremezdim. Gerginlik beni incelmiş bileklerimden daha da inceltiyordu. Hırkamın ucuyla oynayıp duruyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gözlerimi dikmiş, hiç konuşmayan ağızlarından çıkan dumanları izliyordum. Alınlarındaki kırışıklıklar şimdiki kadar çok değildi. Ellerinin üzerinde lekeler oluşmamıştı. Onlar da ne yapacaklarını bilemiyorlardı belli ki. Samimiyetsiz ve bölük pürçük sözcükler üzerimize ara ara konup geçiyorlardı. Anlamsız bir gülümsemenin ardına saklanmıştım. Şimdi ne olacak diye tutup sarsmak istiyordum kollarından, yapamıyordum. Gece mi daha çok dokunur yalnızlık yorganın dışında kalan ellerime, okul dönüşü buzdolabını açıp uzun uzun yumurtalarla kırma zeytin kavanozuna baktığımda mı? Bir sürahi suyu iki günde bitiremediğimi gördüğümde mi daha çok acır canım yoksa koltukta uyuyakaldığım gecelerde sabaha karşı üşümekten içim titremiş uyanıp, üzerime kimsenin bir şey örtmediğini fark ettiğimde mi? Soramıyordum. Bu kadar korkuyor olmaktan biraz da utanıyordum. Annemin saçlarında tek bir beyaz yoktu henüz. Bu sebepten olsun da istemiyordum. 
Zaman koştu o sırada. Hava karardı. Gitme vakti geldi. Vedalaşırken sarıldık. Sokakta arabanın arkasından bakakaldığım o anı, çocukluk korkularımın yanında saklıyorum hala. Oysa yetişkindim ama o hissin de hiçbir yetişkin mantığıyla açıklanabilmesi mümkün değildi. 

Giden mi zor kalan mı derler. Kalan olmak kolay değil. Arabanın ardından baktığım birkaç dakikadan sonra apartmana girdim. Ev en üst kattaydı. İstanbul'un o mahalleleri eskidir, yeni bina bulunmaz. Asansöre de rastlanmaz. Yedi katı döne döne çıktım. Kapıya vardığımda soluk soluğaydım. Nefeslenirken anahtarın dişlerinde parmaklarımı dolaştırdım. Kulağımı dayayıp kimsenin olmadığı evin sesini dinledim. Bir süre kapıya baktım. Bu kapıyı sevmeliyim, diye düşündüm. Her akşam gelip elimi üzerine koyunca bana şefkatle sarılmalı. Gözetleme deliğine gözümü dayayıp içeriye baktım. Kapının içine. Ya da belki o benim içime baktı. Kilitte dönen anahtar sesini revaçta bir şakının nakaratı gibi dilime taktım. Girdim içeriye. Balkon kapılarını kilitledim, pencereleri sıkı sıkı kapattım ve hiç susmayan martıların çığlıkları arasında uyur uyanık sabaha kadar yatakta döndüm.

Günler geçtikçe en son üçümüzün oturduğu odadaki sigara kokusu arttı. Pencereleri açıp havalandırdım. Portakallı oda kokusu aldım. Burnum alıştı, bazen duymazdan geldim. Bazı geceler dayanılmaz hale gelince kül tablasını alıp balkona çıkardım. O zaman bile o kül tablasındaki izmaritleri çöpe boşaltıp kendimi bu işkenceden kurtaramadım. Eve girdiğimde aldığım o kokuda  babamın nefesini duydum. Sıcak bir beraber olma hissinde teselli buldum tek başıma otururken. Bir gece gazetenin üzerine hepsini döktüm. Anneminkilerde ruj izi vardı. Onları sağa ayırdım. Kurşun askerler gibi dizildiler önümde. Öpülmüş olan şanslılar ve diğerleri. On bir adet izmarit. Rujlular kıl payı mağlup. Rujun pembeliği hala orada. Filtrelerine dokundum. Kokladım tek tek. Sigara kokusu hiç sevmem hala. Yirmi gün geçmişti ki gidip külü boşalttım. Yan balkonda acı kırmızı biberleri kurutan kadına öykündüm. Aldım izmaritleri bir misinaya dizdim. Bir rujlu bir rujsuz. Kapının arkasına astım. Yıllarca beraber yaşadık, taşınırken sanırım nakliyeciler ne olduğunu anlayamayıp attılar. Bulamadım.

Aradan uzun seneler geçti.
Kapının kilidini çevirirken aklımdan aynı melodi geçiyor. Kapının arkasında rakılara atılmış buzlardan, nar tanelerinden, bisiklet pedallarından, gözyaşlarından, defter kenarlarına çizilmiş anlamsız şekillerden, pazar kahvaltılarından, denizlerden, balık pullarından, karlı kışlardan, boyama kitaplarından, altı çizilmiş kitap cümlelerinden, dolma kalem mürekkeplerinden, çok gülünmüş akşamlardan, cepte saklanmış çakıl taşlarından, sarhoş olunmuş meyhanelerden, kurutulmuş çiçeklerden, deliksiz uyunmuş uykulardan, hıçkırıklardan, açılan hediye paketlerinden, ağlayınca göz kalemi silinmiş mendillerden, bir gün ansızın koltuğun altından çıkan çorap teklerinden, heyecanla anlatılan hikayelere verilen komik tepkilerden, kahve fincanlarından, kapı önünden geçen bozacı seslerinden, çalan kapı zillerinden, deniz manzaralarından, akşam yemeği fişlerinden, şarap kadehlerinden, el ele tutuşmalardan, durup gözünün içine bakmalardan, yastıkta kalan baş izlerinden, havlularda kalan parmak izlerinden, bir ağlatıp bir güldüren darmadağın hislerinden kalanları asmak için dev bir misina aldım. Sağlam çıktı, hala kopmadı.

13 Kasım 2015 Cuma

Leylak.

Biliyor musunuz, bilinçli olarak kararsız olmak diye bir şey yoktu aslında. Sıradanlığa yergi vardı. Tedirgin etmeyen günlere ve meydan okumayan kişilere içten içe, yukarıdan, küstahça bir bakış. Bir şeyleri başka şeyler için riske etme yoluna girmedikçe, geçtiğimiz her kaldırım taşına ayağımızın ucuyla attığımız görünmez tekmeler vardı. Her baktığımız aynada, kendi gözlerimizin içine hiç de bakamadan, hep daha fazlasını isteme hakkını kendinde kuşkusuzca gören biri. Bir yandan da nedenlerinden listeler yapamasa da, daha fazlasını hak ettiğine dair devasa bir inanç. Mutlulukla, küçük bir çocuğa gece uykusundan ağlayarak uyanıp anlattığı korkunç bir rüyadaki canavarların gerçek olmadığını anlatan yetişkin ses tonuyla konuşmak vardı. Mutluluğun insanı hafifleten ve ayaklarının hem yere basmasına hem de bir uçan balon gibi yere belli bir mesafeden hafiflikle bakabilmesine olanak sağlayan bir yanı vardı. Bu his sabahları nerede uyanıldığını önemsizleştiriyor ve gün içinde yaşanacak her şeyi akşama ulaşmanın önündeki engeller haline getiriyordu. Mutluluğun da bir süre sonra görünmezleşmek gibi bir sorunu vardı. İnsan bir yerden sonra onu, ona ait bir parça sanmaya ve içinde doldurduğu boşlukları hafife almaya başlıyordu. Her sabah aynı insana sarılarak uyanıyorum ve neden o papatya yerine leylak gibi kokmuyor ki, diye kendini sorulara boğmak vardı. Leylak kokan birini aramaya çıkan adamın hikayesi bu.

Adam kim olduğunu bilmiyordu.
Doğuştan kör olmak gibi bir şeydi. Kafasında canlandırdığı şeylerle gerçekten var olanların doğruluğunu ancak ölünce gideceği bir cennette karşılaştırabileceğine inanıyordu. Hatta bu hayatta çok çektiği için ölünce bir süre cennette yaşayıp sonra şahin bakışlı biri olarak dünyaya geri döneceğine de. Bu adam da, bir sonraki hayatında elinde kafasındaki tüm soruların cevaplarının yazdığı yazar kasa fişine benzer dev bir ruloyla doğacağına neredeyse emindi. Ben rakı sever miyim diye soracaktı bir meyhane kapısından girerken mesela kendine, hemen fişi alıp R harfini bulacak ve rakı başlığının altında buzsuz ve az sulu sever, yanında da kızarmış ekmekle acılı meze yer, yazacaktı. Vapurda nerede oturacağına karar veremediğinde V harfini bulacaktı ve bu hayatınızda vapura binmeniz yasaktır, yazısını görünce koşarak geriye dönecek, vapur tam hareket edecekken karaya atlayacaktı. Neli olsun dondurmanız, diye soran dondurmacı kızın önce kalçalarının ne sıkı olduğuna bakıp, sonra D harfinde, çikolata ve fıstık, yazan yeri bulması yalnızca birkaç dakikasını alacaktı. Belki bazen her yere taşıdığı dev rulodan sıkılacaktı. Belki omuzları sürekli ağrıyacak, belinde erken teşhis edilen bir fıtık çıkacaktı ilerleyen zamanlarda ama dert etmeyecekti. Fıtık ameliyatı için F harfine açıp bakması yetecekti. Oysa şimdi, çoğu zaman çoğu şeyi bilemiyordu. Kafası karışıktı. Hem de hep. Bazı zamanlar hayali kağıt rulosunun olduğu yere bakıp hayıflanıyor, sırada bekleyen insanları daha fazla bekletmemek için limonlu ananaslı dondurmalar alıyor ve daha yarısını yiyemeden külahıyla beraber en yakın çöpe atıyordu. O gün heyecandan ayaklarını yerden kesen şeylerden bir zaman sonra basit olaylar gibi bahsediyordu. Kış başında çok severek aldığı çizgili bir kazağı kış sonuna doğru dolabın diplerinde bir yere tiksintiyle itiyor, seneye yine sevmek umuduyla kendinden saklıyordu. Yumurtasını bazen kayısı kıvamında yiyor bazen de göz göz olmadılar diye kahvaltılara küsüyordu. Deniz tatillerinde mi yoksa dağ evlerinde geçirdiği şömine başı tatillerde mi daha çok huzur buluyor bilmiyordu. Yanından geçen biri sarışın biri esmer iki kadından hangisini daha çekici bulduğuna karar veremeden adımları o semti terk etmiş oluyordu. Alışveriş yapamıyordu. Evde domates bitti dediğinde papatya kokan kadın, marketten kokteyl, tarla, pembe, şeker ne kadar domates varsa birer kilo alıp geliyordu. Hatta bazen birkaç kutu doğranmış domates ve salça da aldığı oluyordu.

 Kadınla nasıl tanışmışlardı diye merak ettiyseniz, kadın pek hatırlamıyordu. Adamın hangi içkiyi içeceğine karar veremediğinden bütün kokteyllerden birer tane sipariş ettiği bir geceydi. Daracık masanın üzerinde 26 tane irili ufaklı bardak dikiliyordu. Garsonlar olan biteni anlayamıyor ama seslerini de çıkarmıyorlardı. Adamın yanında iki tane yakın arkadaşı vardı. Adamın tuhaflıklarına alışkındılar, şaşırmıyorlardı. Kendi aralarında konunun para olduğu koyu bir sohbete daldıklarından adam kendini biraz dışlanmış hissediyordu. Sırtı pencereye dönüktü ve dışarısı buz gibiydi. Hava kar topluyordu. Gecenin sonunda dışarıya çıktıklarında sokakları bembeyaz bulacaklardı. Adam yirmi altı bardağın yedi tanesini bitirmiş olduğundan soğuğu pek hissetmiyor olacaktı. 
Kadın masalarının yanından ilk geçişinde tuvaletten dönüyordu. Masanın üzerinde duran bardaklara takılmıştı gözü. İçinden gülmüştü. İçinden pek çok şeye gülerdi. İkinci geçişinde telefondaki sesin ne dediğini anlamak için koridora çıkıyordu. Geri dönerken masaya yine baktı, bu kez kaç bardak olduğunu saydı. Üçüncü seferi sigara içmek için balkona çıkışının dönüşüydü. Adamla göz göze geldiler. Kadın gözlerini kaçırmadı. Adam öyle uzun uzun bakmadı. Aradan zaman geçti. Dördüncü geçişinde kadın kör kütük sarhoştu. Dışarıda kar başlamıştı. Koluna girdiği arkadaşı tuvalete doğru çekiştirirken kadın kafasını kaldırdı ve düşen karları gördü. Yılın ilk karıydı. Ve nedense buna çok sevindi. İçinden değil dışından, kahkahalarla güldü bu kez. Ve bir an başı fena halde döndüğünden artık üzerinde on iki bardağın kaldığı  masaya çarptı. Masa gürültüyle devrildi. Cam kırıkları her yere sıçradı ama kimseyi kesmedi. Adam sanki masayı deviren kadın değilmiş de kadıncağız bir saldırıya maruz kalmış gibi kadını arkadaşının kolundan şefkatle çıkardı. Çantasını aldı. Kadını tek hareketle kavrayıp, donmaya yüz tutmuş yollarda bulduğu ilk taksiye bindirdi. Kendi de yanına oturdu ve şoföre kendi evini tarif etti. Bir an bile tereddüde kapılmadı. Hiç tanımadığı bu kadına kendi pijamalarından giydirdi. Üzerini sıkıca örttü ve yanına yatıp uyudu. 
Kadın ertesi sabah baş ağrısıyla uyandığında her yer bembeyazdı. Önce şaşırdı. Yatağın yanındaki rafa sıralanmış kutuları saydı yattığı yerden. Odaya vuran beyaz ışık gözünü aldı. Adama baktı sessizce. O sırada midesi bulandı. Gidip kustu. Banyodan çıktığında adamı onu kapıda beklerken buldu. İyi misin, dedi adam. Kafasını salladı yalnızca. Adam uzanıp elini tuttu. Bir bardak suyun yarısıyla bir ağrı kesici içti kadın. Bu defa sarıldılar yatakta. Yine uyudular. 
Uyandıktan sonraki iki gün boyunca aynı pijamalarla o evin içinde, üç buçuk şişe şarap içtiler, yarım kiloya yakın peynirle on iki dilim kızarmış ekmek yediler. Dört litre çayın yanında bir paket çikolatalı bisküviyi ve buzlukta buldukları bir zaman yapılıp unutulmuş yarım kalıp mozaik pastayı yalayıp yuttular. Kestane pişirdi bir akşam adam. Yaklaşık dokuz kilo portakalın suyunu sıkıp içtiler. Nar soydular masanın başında otururken. Bir filmin tamamını izlediler, bir filmi yarıda bıraktılar. Çocukluklarını anlattılar sarhoş olmaya yaklaştıkları bir anda. İki yüz on bir kez öpüştüler. Günler sonra evden dışarıya adım attıklarında tamamlanmış bir bütün gibi hissetmiyorlardı, hayır, köklerini derinine saldıkça bir bütüne kolayca tamamlanabilecekleri bir toprak bulmuş gibi rahatlamış hissediyorlardı. O kış hiç üşümediler.

İlkbahar o sene ayaklarını sürüyerek geldi. Yaz ise henüz hiç gelmeyecek gibiydi. Mayolar, ılık deniz suyu ve sahilde içilecek rakılar bir çekmecede kendi aralarında muhabbet ederek bekliyorlardı. Adam bu mevsimlerin hiçbirinde kim olduğunu biliyor değildi. Bunlar yaşanırken de bilmiyordu. Bazı anlar içinde dev bir huzursuzluğun büyüdüğünü hissediyordu. Beraber uyandıkları bazı sabahlar nefes nefese buluyordu kendini. O kadar. Saçlarını kokluyordu kadının ve kendiliğinden belirivermiş  bu müthiş tercihi için kendiyle gurur  duyuyordu. Kadının saçlarına yüzünü gömüyor ve aklındaki her şey silinerek uyuyordu. O gece yine öyle uyumuştu. Sabah alarm sesini duyduğunda beş dakika daha uyumakla hemen kalkmak arasında kararsız kaldı. Düşünerek geçirdiği iki dakikanın ardından kalktı. Yatakta boşalan tarafa kadın kolunu uzattı. Kafasını kendi yastığından kaldırıp adamın yastığına koydu. Adam yüzmeye mi gitse koşsa mı diye düşündü. Kahvaltı etmeye karar verdi. Çayın suyunu koydu. Zeytinlerin üzerinde yağ gezdirdi. Kekik serpti bol bol. Birden aklına bir şey gelmiş gibi yatak odasına gitti. Yatağın başında dikildi, baktı. Uzun  uzun baktı. Leylak kokusu yine burnuna doldu. Saçlarını okşarmış gibi yaparken kadının her saç teline ayrı ayrı baktı. Bakmak hiç bu kadar kırıcı bir eylem olmamıştır tarihinde. Şiddetinden kadının saç uçları kırıldı.

Biliyor musunuz, bilinçli olarak kararsız olmak diye bir şey yoktu aslında. Sıradanlığa yergi vardı. Tedirgin etmeyen günlere ve meydan okumayan kişilere içten içe, yukarıdan, küstahça bir bakış. O bakış o an hayali ruloyu devirdi. Rulo, şehrin bütün yokuşlarından aşağıya yuvarlandı. Parkların içinden, ağaçların etrafından dolanarak, yürüyüş yollarının kenarlarındaki taşlarda uçları yıpranarak, kurumuş yaprakları hışırdatarak, insanların üzerinden, altından, yanından sarılarak, bisikletlerin kornalarına, vapurların düdüklerine, yangın alarmlarının sirenlerine basarak, vitrin önlerinden geçerken gözü takılarak, kararsız kaldığı yerlerde yazı tura atarak, koşarak, kaçarak, saklanarak, atlayarak, kaldırım çatlaklarından sızarak, denize doğru aktı gitti. Şehrin insanları önlerine serilen rulonun üzerine eğilip dikkatlice baktılar. Tek gördükleri yeni yıkanmış çarşaflar gibi bir bembeyazlıktı. 
Ve leylak. Hayır, bu gezegende leylak diye bir çiçek asla var olmamıştı.


8 Kasım 2015 Pazar

Sonra.

Anlaşalım sevgilim, benden sonra kimseyi sevmeyeceksin.

Çok seyahat edebilirsin ama gittiğin yeni coğrafyalarda tek bir saç telini bile yabancı bir yastıkta bırakmayacaksın.
Uçakta hep cam kenarında oturacaksın ki bulutları iyice görebil. Ama bir tek bulutu bile başkasının yüzüne benzetmeyeceksin.
Tren yolculuklarıyla şehirlerden şehirlere geçerken yemek vagonunda asla bir yabancıya kahve ısmarlamayacaksın. Kahve tehlikelidir. Kokusuna kolayca aşk karışır.
Otobüs yolculukları haddinden fazla uzun sürer, çok da tercih etmeyeceksin. Muavinle hemen arkadaş olacaksın. Mola yerlerinde şehirler arası yolların kenarlarındaki sarı kahve tonlarındaki manzaralara bakıp, saçlarımdan bastığım topraklara, yalnızca beni hatırlayacaksın.
Direksiyonunda olduğun uzun yolculuklarda, ben orada olmasam da kafanı hiç sağa çevirmeden, çünkü dönüp bakmana gerek yok, içinden bana yepyeni hikayeler anlatacaksın. Geriye kalan tüm zamanlar bu hikayeleri bana anlatmak için biriktirmekle geçecek. Yaşamak birine anlatırsan gerçek bir şey ve sen bunu zaten biliyorsun. Ve sen zaten benden vazgeçtiğin zamanlarda bile benimle konuşmaktan vazgeçmiyorsun.
Üzgünüm ama artık feribota binmeyeceksin. Hiçbir martıya simit atmayacak, cam kenarında çay içmeyecek ve geride kalan dalgalı deniz manzaralarının fotoğraflarını çekmeyeceksin.

Çok içki içebilir, sarhoş olabilir, sokaklarda şarkı söyleyebilir ya da loş bir köşede uzaklara dalıp gidebilirsin ama çakırkeyif olduğun zamanlar kederle kadeh tokuşturmayacaksın.
Kurulan her içki sofrasında kendine has kokusu olan ılık bir an vardır; biraz doymuşsundur, alkol kanına karışmış ve geçmiş olanca yüküyle içine hücum etmiştir. Hüsranla biten beraberlikler kendi yüklerinden kurtulup, katlanılabilir hatıralara dönüşmüşlerdir. Hayatın tüm yaşanmışlığını kabullenmiş ve incecik bir kalenderlikle, ne yaşandıysa iyi ki yaşandı, demişsindir. O an kadehini kaldırıp, balık eti Osmanlı cariyelerine benzeyen bu dünyanın göbeğine parmağının ucuyla baş harfimi yazıp, hemen ardından da tüm sakinliğinle üzerine bir çizik atacak olursun. Yapmayacaksın. 
O kadehi elinde uzun uzun tutup, ne düşündüğünü bilmeden beni düşünecek sonra da kadehte kalanı bir dikişte içip bitireceksin. Beni, hemen yanındaki sandalyede oturmadığım o meyhanelerde ansızın öldürmeyeceksin. Masanın üzerinde ağır yaralı yatıyor olacağım ve sen kavun kokan ellerinle saçımı okşayacaksın.

Çok güzel gömlekler giyebilirsin. Her desenden ve renkten gömleklerini dolabında  yan yana dizip, baktığında yeni yazılmış bir kısa hikayeye benzetebilirsin. Bir terziye gidip tüm hatlarının sayılardan kaçlara denk geldiğini öğrenerek, dünyada bir eşi daha olmayan gömlekler diktirebilirsin. Prova esnasında aynaya baktığında göbeğini biraz içeri çekebilir, kendini bir parça beğenip, o gün oradan gülümseyerek çıkabilirsin. Gömlek ceplerine bazen kurumuş çiçek dalları bazen desenli mendiller doldurabilirsin. Ağlayan birini gördüğünde hemen çıkarıp mendilini uzatabilirsin. Her gözyaşı incelikle silinmeyi hak eder en nihayetinde. Yalnız, giydiğin gömleğin tüm düğmelerini aynı anda iliklemeyeceksin. Hayatın, içine hiçbir yerinden dolamayacağı açıklıksız bir giysiye müsaade edemem. Sokakta durmuş çöpleri karıştıran kedileri izlerken, bir masada anlattığın anılarla nasıl olup da kimsenin ilgilenmediğine hayret ederken, ansızın biri gelip şu ana kadar tanışmamış olmanızı kaderin bir oyunu sayıp sana gülümserken, en azından yakandaki bir düğme açık olsun ki günler içine dolsun. Evden çıkarken kaç düğmen açıksa eve o kadar sayıda açık düğmeyle döneceksin. Yahudiler çok acı kayıplarının ardından o kişinin cenazelerine bir düğmelerini bırakırlarmış. Sen düğmelerini benim bulamayacağım yerlerde bırakmayacaksın.

En güzel gün batımlarını hüzünlüyken görür insan. Birer adım geriye çekile çekile dünyanın etrafında dönse de bitmeyen bir gün batımıyla ölmüş olsa ister bazen. Sen de batan güneşe karşı gözlerini bile kısmadan saatlerce oturabilir, o an yanındaki birinin elini tutabilir, çok da istiyorsan uzanıp boynundan öpebilirsin. Ama sen yine de çok da isteme. Bunlar olurken neden yine de bir parça hüzünlü olduğunu anlamayacaksın. İçine biraz dolan ama sonra dolduğundan daha çoğunu yanına alıp hızla uzaklaşan hissin ne olduğunu kavrayamayacaksın. Bu midemin altındaki boşluktan içime esen rüzgarlar beni hasta eder mi diye tasalanacaksın. O kadar. 
Ama asla bir gün doğumunun karşısında beni aramadan oturmayacaksın. Sesimin karışmadığı yeni sabahlar gözünün önünde doğmayacak. Fırında ekşi mayalı köy ekmeği gibi kızaran güneşten bir parçayı bensiz koparıp yemeyeceksin. Biri sana buranın gün doğumu çok güzel oluyor, nasıl olsa beraber sabahladık sokaklarda, dediğinde, az sonra benim uykudan uyandırılmış sesimi duyacağını bileceksin. İçine henüz olmamış ada üzümlerinin tadına benzer bir burukluk düşecek. Şekeri sana az gelecek. Belki çok yoruldum gidip yatalım, diyeceksin. Belki de demeyeceksin. Ama hep birinden birini tercih edeceksin.

Kimsenin elini avucunun içinde çok küçük ve yaralı bir kuşu tutar gibi tutmayacaksın. Parmak uçlarını avucundaki çizgilerin üzerinde gezdirip içinden kader çizgisi hangisiydi diye düşünmeyeceksin. Çok merak etsen bile kimseye parmaklarındaki ve bileklerindeki küçük yara izlerinin nasıl olduğunu sormayacaksın. Ayak parmaklarının şekliyle ya da bileklerinin inceliğiyle ilgili yorumlar yapmayacaksın. Asla ama asla, ne kadar şehvetli bir an olursa olsun, uzanıp ayak bileğinden öpmeyeceksin. 

Dünyanın tüm denizlerinde dilediğince yüzeceksin. Bazen derin buruşana kadar suyun içinde kalıp, bana yazdığın mektuplara elinle yakaladığın balıkların pullarından yapıştıracaksın. Bazen deniz kestaneleri toplayacaksın. Bir kış gecesi ilk defa gittiğimiz bir dağ evinde, odanın ortasına kurulmuş demir döküm sobada pişirmek üzere ceplerine dolduracaksın. O kestanelerin o şekilde yenmediğini ikimiz de biliyor ama buna çok komik bir şakaymış gibi gülmeye devam ediyor olacağız. Yosunlara basacaksın. Ayağına ucu sivri taşlar batacak. Sabahın erkeninde kimseler yokken dünyada bir başınaymışcasına huzurla dalıp gideceksin. Dipten kum çıkaracaksın. Ama asla uzaklarda bir adaya kadar yüzüp hayatının sonuna dek orada yaşamaya karar vermeyeceksin. Adaların ruhu vardır. İnsanı çiğner ve yutar. Eğer bir gün yutulmaya karar verirsen beni de çağıracaksın.

Bensiz Meksika'ya gitmeyeceksin. Zaten hiç gitmemiş ve büyük ihtimalle hiç gitmeyecek olabilirsin. Konumuz bu değil. Bir gün tüm hayatını değiştirmeye karar verip hava alanına koşsan ve ilk kalkan uçağa bir bilet istiyorum desen, bankodaki kadın sana tuhaf tuhaf bakıp Meksika' ya dese bile, duracaksın. O topraklarda ikimize, ikimizin geçirdiği ve geçirmesi gerekirken geçiremeyeceği zamanlara ait kokular, renkler, tatlar ve hiçbir duyumuzla açıklayamayacağız hisler var. Bir öğleden sonrayı dünyanın son günüymüşcesine rehavet içinde, sarının her tonunun üzerimizden sekip havaya karıştığını izleyerek geçirmediğimiz o seyahate çıkamayacaksın. Ateşe dokunmaya yakın acılıkta biberleri yiyemeyecek, içindeki solucanın gerçek olmadığına inanmak için üst üste sorduğun sorulara aldığın cevaba rağmen hayatında içtiğin en güzel şey olacak o tekilaları içemeyecek, baharat kokusunun tüm göğü kapladığı yemekleri tadamayacaksın. Kaktüslere dokunmak istiyorum çünkü sen yanımdayken. Devasa şapkamla bir kapı önünde oturup gelen geçeni izlerken elini tutmak, yattığım öğle uykularından sırtına bakarak uyanmak istiyorum. Çok sarhoş olup bir kumsalda sızmak, gün doğarken üzerime vuran aydınlıkla gözlerimi araladığımda kumların dolduğu saçlarım yüzüne değsin istiyorum. Olmuyor mu, pekala, o zaman sen de Meksika'ya gitmeyeceksin.

Sende kalan diş fırçamı atmayacaksın. Bırakacaksın sana her sabah günaydın desin. Her gece uykuya uğurlasın. Görmek istemiyorum ki demeyeceksin. Yok ederek kaybolmuyor insanlar hayattan ve sen zaten bunu da biliyorsun. Yok ettiğimizle de yaşayabiliriz ve sen de yaşayacaksın.

Hiç kimseye sarı bir kazak hediye etmeyeceksin. Kimse senin verdiğin kalemlerin ucundan günlük planlar akıtmayacak sayfalara. Kelimelere karışmayacaksın. Kağıtların hamuruna da. 

Küçük çocukların sabah sıcaklıkları vardır. Neşe kokan pijamalarıyla sabah gelip sarıldıklarında insanı ısıtırlar. Bedenleri uykuda dünyaya ait tüm çirkinlikten arınmış ve çok daha ulvi bir hissin merhametiyle ısınmıştır. İşte sen hiçbir yetişkine o sıcaklıkta huzur bulur gibi sarılmayacaksın. Kimsenin sinesine kafanı dayayıp gözlerini kapattığında zaman ve yerin yok olduğu o pürüzsüz hiçlikte kaybolmayacaksın. Bazı tenlere dokundukça insanın elleri genişler, parmak uçları sarp dağların hemen arkasında uzanan geniş ovalara dönüşürcesine büyür. Tüm hayatını topraktan kazanmış insanlar ellerini hiçbir şeye sakınarak uzatmazlar. Düşünmeden tutar koparırlar yabani otları. Ellerini boyayan taze cevizleri oturur tek tek kırarlar. Sen öyle olmayacaksın. Birinin sere serpe bedeni önünde uzanırken, durun, diye sesleneceksin dört nala koşan atlılara. Durduracaksın. Atları bağlayın, geceyi burada geçireceğiz deyip, bir gözünü hiç kapatmadan tavşan uykusuna yatacaksın karanlık ağaçların altında. Uyuyan gözün bir rüya görecek. O rüyadan hemen sonra gün ağaracak. Gün doğumunda beni arayacaksın. Bambaşka kestirme yollar bulacaksın. Oysa kestirme yollar da bir yere varmayacak.

Çok mu zor. Evet, kolay olmayacak.
İçindeki karanlıkla düşman olmayacaksın. O karanlığın içinde benim saç kırıklarım, sabaha karşı görülmüş kabuslarım, karın ağrılarım, iştahsızlıklarım, çatlamış dudaklarım, ağlarken akmış maskaralarım, dibi tutmuş tarhana çorbalarım, bir türlü kurtulamadığım imla hatalarım, ne kadar uğraşsam düzelmeyen yanlış anlaşılmalarım, tozlu kitap raflarım, paramparça edilmiş külotlu çoraplarım, kimse anlamasın diye duşta sessizce ağlamalarım, vicdan azaplarım, kendimi ince ince kestiğim ucu kör bıçaklarım, bulunma umuduyla kaybolmuşluklarım, bir zaman üzerinde ağladım diye çıkıp gitmeye kalkan omuzların var. İğne ucu kadar delikler açıp havalandırabilirsin ama gün ışığını oralara musallat etmeyeceksin. 

Küsmeyeceksin. Bana ya da hayata ya da yanından geçerken üzerine çamur sıçratan arabaya, evdeki son ekmek dilimini yakan kızartma makinasına, her fotoğrafta bir kanadı daha yukarıda çıkan papyona, son anda kaçırdığın uçağa, çok yağıp yolları tıkadığı için bembeyaz karlara, kahveni olması gerekenden hep daha acı getiren garsona, ne kadar uğraşsan alamadığın ihalelere, yeni yıkanmış arabanın hep aynı yerlerini pisleten martılara, yakası yıprandı diye en sevdiğin kazağa, erken uyanman gereken karanlık kış sabahlarına, yetişemediğin toplantılara, vizyondayken izleyemediğin filmlere, vakit bulup gidemediğin konserlere, hep bir sonraya ertelenen yaz tatillerine, erken ölen sevdiklerine, hep geç kalanlara ve aslında hiç var olmayanlara bile küsmeyeceksin. Yaşanamadıkça içten içe seni zehirleyen günlerle ağırlaşmayacaksın. Biraz kurumuş ama rengini kaybetmemiş bir çınar yaprağı gibi gelen ve giden her şeyi kabullenerek rüzgarla sürükleneceksin. İçinden geçeceksin üzerine doğru gelen her şeyin. Korkmayacaksın. Çünkü bunların hepsinin gerisinde bir yerde ben küsüyor, sabahtan geceye paramparça oluyor sonra da geceden sabaha tüm parçaları olması gereken yerlere en baştan yerleştiriyor, olan ve olabilecek her şeyden çok sopa yemiş bir sokak köpeği gibi korkuyor, kayboluyor, kaybolduklarımın içinde tanıdık hiçbir iz bulamayana kadar yürüyor olacağım. Senin yerine de. 

Yine de anlaşalım sevgilim, benden sonra kimseyi sevmeyeceksin.







24 Ekim 2015 Cumartesi

Varlığı yokluğundan fazla olanlar.

Her gece açıp bir başka fotoğrafına bakıyorum. Ya da günün içinde daha önce hiç görmediğim bir tanesini buluyorum.
Hiçbir yerinde olmadığım milyonlarca kare fotoğraf çektirmişsin. Çektirdiğin yetmemiş.
Her geçişimde mutlaka bakacağımı bildiğin o ayakkabıcının vitrinine, az topuklu bordo ayakkabının hemen yanına bir boy fotoğrafını iliştirmişsin. Her çarşamba gittiğimiz sinemanın kafesindeki kadife perdelere benden sonraki sevgilinin profilden bir portresini iğnelemişsin. Rakının en berrak olduğu o deniz kıyısı meyhanenin menüsüne çakırkeyif olduğunun besbelli olduğu bir pozunu eklemişsin. Ne kadar keskin kalem traşım varsa jiletine bir tane mühürlemişsin. Silgilerin hamuruna karıştırmışsın çaktırmadan. Yanlış bir yazıyı silerken masanın üzerine dağılsınlar istemişsin. Sarhoşken yürüdüğüm kaldırım taşlarına ayrı, birden kenarına çökmek istediğim mahalle arası dar sokaklardaki çatlamış betona ayrı ayrı siyah beyaz fotoğraflar gizlemişsin. Birinde bile ben yokum. Kahve makinasına su eklerken bir bakıyorum su haznesindeki  çatlaktan sızıyorlar. Bayat ekmekleri kızartalım diyorum kardeşime, dilimlerden önce aceleyle çekildiği belli bir vesikalık fotoğrafın ateşte bronzlaşıyor. Yok artık, diyorum. Alıp biraz rahatlasın diye hızlı buz yapan bölmesine koyuyorum dolabın. Temizlik yaparken süpürge iyi çekmiyor, sapındaki parçaları teker teker söküp içlerine bakıyorum. Birer dürbüne dönüşüyorlar. Hayal gücünün derinliği karşısında tökezliyorum. Mutfaktaki sandalyeye oturup bir bir içlerine bakıyorum. Upuzun metal sapın her parçasına birer çocukluk fotoğrafını saklamışsın. Baktıkça mavi bir leğenin içindeki tombul kollu senden bir sedirin yanında dikildiğin yeşilli mavili kalın kazaklı sana kadar bütün çocukluğunda geziniyorum. Oysa o yaştaki çocuk hallerini ben hiç görmedim, tanıyamamam gerekir. Oysa tanıyorum. Dudak kıvrımların zerre kadar değişmemiş. Yüzündeki çukurlar ve düzlükler hala yerli yerinde. Çocuk sevincin eksilmiş şimdi yüzünden ama büyüdük sonuçta; nedenini anlayabiliyorum. Bırakıyorum tozlar özgürce uçuşsunlar diledikleri yerde. Bir sabah canım çikolatalı kek isteyerek uyanıyorum. Kek yapmak iyi bir çıpıcıysan zor değil. Ben öyleyim. Her şeyi birbirinin içinde, onlar bile ne olduklarını hatırlayamayana kadar karıştırma işinde madalyalarım var. Çırpıyorum. Yumurta beyazları şekerle öyle bir köpürüyorlar ki kendimi bir okyanus kıyısında kıyıya vuran dalgaların içinde sanıyorum. Ayaklarım ürperiyor. Kafamı çevirip kasenin içine baktığımda, yok, artık şaşırmıyorum, mermere oyulmuş bir suratsın, gülümsüyorsun. Mermer olduğundan yanak kasların acımış olmalı gülümserken. Acımasız bir gün herhalde, sana aldırış etmeden ağzın olacak boşluktan içine bir kase erimiş çikolatatayı boşaltıyorum. Pişiyorsun. Hitler'den bu yana benim kadar soğuk kanlısı görülmemiştir. Afiyetle yiyorum gözünün tam üzerine denk geldiği irice bir dilimi. Çöpü çıkardığım akşamlar dünyanın en çirkin kedilerinden biri ağzında ikimizin olduğu bir fotoğrafla önümden geçiyor. Deniz kıyısındaki bir yürüyüşte martının teki ayağında sıkı sıkı tuttuğu bir pozu tam önüme bırakıp kahkahalar atıyor. Sen ve kalabalık bir grup loş bir masanın etrafında bir şeyler kutluyorsunuz. Martıları sevemiyorum. Başkalarıyla çok eğlendiğin geceleri, başkalarına gülümsemiş, bir başkasına kelime oyunları yapmış olma olasılığını da, gece eve yalnız dönmeme, dönsen bile aklının küçücük bir parçasını o masadaki birinde bırakmış olma ihtimalini de sevmiyorum. Geceleri hep aynı koltukta oturduğun hayal bir bakıma daha az acıtıcı. Ve ne kadar bencilce. Çünkü öyleyim. Ve bunu da pek sevmiyorum. Eve yağmur kokusu dolsun diye açtığım pencere camında damlalar çoktan birikip seni resmetmiş oluyor. Kalabalıklara yüksek bir kuleden her bakışımda ya isminin baş harfini ya da seni işaret eden bir ok görüyorum. Uzun yolculuklarda cam kenarı biletler alamaz oldum. Hızla yanından geçtiğim manzaralarda ya sırtını dönmüş denize bakıyor ya bir tarlada ayçiçeği biçiyor ya da dinlenme tesisinde çoktan acımış bir bardak çay içiyorsun. O kadar kurnazsın ki bana döndüğün an yüzünü başka birininkiyle değiştirmeyi başarıyorsun. 
Şaşırtmıyorsun.
Yalnızca yoksun.


6 Ekim 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-19/ Köpek

Köpek kaldırımdaki hiçbir çizgiye basmak istemiyor. Bu yüzden kafasını yerden bir an olsun kaldırmadan atıyor adımlarını. Gözü yerde, yürüyüşü sahilde sıralanmış banklara nizami. Önüne çıkan şeyler yürüyüşünün hızını düşüremiyor. Ritmini de bozamıyor. Oysa yoluna onu durdurmak istercesine sürekli başka bir şey çıkıyor. Paten kayan kız zikzaklar çizerek tam önünde gidiyor. Kızıl saçları durmadan sağa sola savruluyor, ne tarafa düşeceğini tahmin etmek güç. Onun önünde yaşlı bir kadın. Salyangoz hızıyla adım atan, üç beş adımda bir durup denize doğru bakan kadının uzun eteğine sürtünerek geçiyor ama kadın fark etmiyor. Dünyada olup bitenden yüzlerce yıl uzakta gibi bir hali var. Bu hali köpeğin hiç umurunda değil. Bankta tek başına oturmuş uzaklara bakan orta yaşlı adamın bugün işten çıkarılmış olması ve eve nasıl gideceğini kara kara düşünüyor olması da öyle. Yeni yürümeye başlayan oğlan çocuğunun kumsaldaki kumlardan bir avuç alıp ağzına atmasını da dert etmiyor. Çocuk da dert etmiyor. Köpeğe doğru bakıp neşeyle gülüyor. Çocuğun annesi biraz dalgın bu akşam. Kalbi kırık. Ne köpeği ne de oğlunun ağzına attığı kumları görüyor. Köpek sadece onlara değil, bardakta mısır satan çingene kadının ayağındaki renkli terliklere, telefonda olduğu yeri birine olanca sesiyle bağıra bağıra tarif eden midye dolmacı çocuğa, bayat kabak çekirdeklerini, leblebileri ve fıstıkları doldurduğu küçük kese kağıtlarını sıraladığı tahta tablasını kucağında tutan yaşlı adama da bakmıyor. Hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Belli ki bir yere yetişmeye çalışıyor. Günün battığı düşünülürse belki de komşuları tarafından davet edildiği bir akşam yemeğine yetişme telaşındadır. Karısı hazırlanmış onu bekliyordur, beklerken pencereden yavaşça kararan sokağa bakıp sigara üzerine sigara yakıyor, kitaplığın rafındaki brendi şişesini alıp elinde birkaç tur çeviriyor, ağzına kadar doldurduğu kadehi bir dikişte bitiriyordur diye endişeli. Geç kaldığı her seferden nasıl olup da kadının artık onu daha az sevdiği sonucunu çıkardığını hiç anlayamıyor. Gözlerindeki hayal kırıklığını gördükçe keşke gelirken bir arabanın altında kalsaydım diye düşünüyor. O kadar. 

Güneş tüm göğü insanın gündüzleri hiçbir yerde karşılaşamayacağı kadar güzel renklere boğarak üzerimizden geçip gidiyor. Köpek koşmaya başlıyor. Artık benden çok uzakta. Sahilin sonundan ne tarafa saptığını göremiyorum. Koştukça önündeki insanlar kenarlara çekilerek yolu açtıklarından gittiği izi takip edebiliyorum yalnızca. O geçtikten sonra kalabalık kapanıyor. Birkaç an sonra herkes köpeği unutuyor. Köpek adeta yok oluyor. Geriye tek bir iz kalmıyor varlığından. Yüzünü düşünüyorum. Kocaman gözlerindeki kahverengi bakışı. Apaçık hüzün bu. Hiçbir yere davetli değil. Aç büyük ihtimalle. Çöp tenekelerini deviriyorlar bazı geceler mahallenin diğer köpekleriyle güçlerini birleştirip. Çöp tenekelerinin yanlarına bırakılmış çöp poşetlerini burunlarını içlerine sokarak delik deşik ediyorlar. İçlerinden yalnızca akşam yemeklerinde tabaklarını bitirmeyen sıska ilkokul çocuklarından artanlar çıkıyor çoğu zaman. Alacalı patlıcanların ve tarla domateslerinin kalın kabukları, haşlanmış tavuk kemikleri, soyulmuş yumurtaların kabukları, zeytin çekirdekleri çıkıyor en çok. Bazıları çok sıkı bağlamış oluyor çöpünün ağzını. Açılmayan poşetleri altından delince içlerinden kilolarca üzüm sapı çıkıyor. Aynı adanın buğusunu taşıyan mor üzümlerin boy boy iskeletleri. Üzümleri yenmiş salkımlar kuruyunca iyice sertleşiyor, damaklarına batıyor. Bazılarındaki incir kabukları, şeftali çekirdekleri çok beklemiş oluyor evde. Kokularından yanlarına yaklaşılmıyor, patileriyle biraz sağa sola yuvarlayıp bırakıyorlar. Kuru ekmekler çıkıyor bazı poşetlerin dibinden. Ağızlarında biraz çevirip yutuyorlar. Doymuyorlar. Zaten doymanın ne olduğunu bilmiyorlar. Kaldırım kenarlarında biriken yağmur sularını içiyorlar. Beraber devirdikleri çöp tenekelerinden çıkanları kaşla göz arasında cüsselerine göre paylaşıp, çekildikleri köşelerde tek başlarına ve sessizce yiyorlar. Bir araya geldikleri gibi teklifsiz ve sualsiz, ayrılıyorlar. Her biri bir bekleyeni varmış gibi telaşlı adımlarla, başka bir yöne doğru çeviriyor rotasını. İçlerinden bir tanesi mutlaka yolun karşısına geçmek istiyor. Duyulmayan bir ses onu çağırdığından mı yoksa kimseye anlatıp da ortak çıkarmak istemediği bir saadet kaynağı mı var orada, bilinmiyor. Israrla bekliyor geçen arabaları. Gözleri farlardan kısılmış halde yolun kenarında dikiliyor. Arada bir durup havlıyor. Geçmeye karar veriyor heyecanla. Kararsız kalıyor bazen. Hep korkuyor. Yaklaşan ne olursa olsun ona doğru, önce irkiliyor. 

Köpekler neye benzediklerini bilmezler. Köpekler ne boyutta olduklarını dahi bilmezler. der Le Guin bir makalesinde. Bu yüzden kendilerine yaklaşan başka bir cisimle kıyaslayamazlar kendi büyüklüklerini. Bir çöp kamyonu onlardan büyük müdür, karşı kaldırımdan sinsice izleyen kediden büyük değil midir, emin olamaz. Tedirgin bir hayat. Evsiz yurtsuz. Hiçbir bekleyeni olmadan. Yarı aç yarı tok. Bu şekilde yaşayıp ölünen bir hayatın nasıl bir manası olacak diye düşünüyorum. Olmayacak. Biraz yaşanmış olunacak. Yoklukları varlıklarından hep biraz daha fazla. Kahverengi gözleri derin bir kederle bakacak. Uzak bir yerlere, yakın bir yerlere bakacak. Burunlarını her buldukları şeye dayayıp koklayacaklar. Acı çekip ölecekler. Kimse onları aramayacak. Yokluklarını fark eden dahi olmayacak. 

Geceleri çöpler devriliyor. Kulaklarım gecenin karanlığında bildikleri bir ses duymak isteyerek sessizliğe dalarlarken bir yerlerde köpekler havlıyor. Uluyor kimileri dolunaylı gecelerde. Kuytularda yatıyorlar. Çöp tenekesinin yanından geçerken çöpleri yine dağılmış buluyorum. Ayağa kalksa omuzlarıma gelecek olanlar en ufak sesten irkilip kaçıyorlar. Ne kadar anlatsam anlamıyorlar. Evlenin, çoluk çocuk yaşayın diyorum. Kimse dinlemiyor. Bir asilik bir tek tabanca yaşarımcılık. Yok efendim ben bilinmezliğe tutkunum lafları. Bir türlü bir yere kök salamamazlık. Yürüyerek dünyayı gezebileceğini düşünmeler. “Bir köpek tamamiyle basit bir ruh dediğiniz şeyden ibarettir,” diyen T.S. Eliot nasıl köpeklerle tanıştı bilmiyorum. Bir tek şey öğrendim köpeklerden, o da, yalnızlık. Köpek gibi sevmek diye bir şey pek de kalmadığından şimdi sokak köpekleri gibi yalnız olmak diye bir başka deyim dilimize yerleşebilir. 

Arrival of the birds çalıyor denizin ortasında. 
Gelen yok, kuşların hepsi göç yollarında bizi terk etme peşinde.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Gidilmemiş yerler atlası-18/ Bardaki dalgın adam

Şimdi hemen evlenmemize gerek yok, aslında. 
Önce bir yüzük alsam, olur. Biraz para biriktirsem, şu televizyon reklamlarında çıkan pırlanta taşlı yüzüklerden bir tane alırım. Onların taşı çok mu küçük? Biraz mesaiye kalsam bu önümüzdeki üç ay, kredi kartı borcunu toparlarım. Onu toparlasam, yaz için tatil planı yapamam. Nazlı yazın beraber tatile gitmezsek acayip bozulur. Olmaz. Gitmemiz lazım. Yakın bir yerlere gideriz. Çeşme, Bodrum olmaz da belki Ayvalık taraflarına kaçarız. Orçun' ların yazlık var orada. Konuşsam Orçun'la, boşsa gider birkaç gün kalırız. Tatilse tatil. Ev denize yakın mı, deniz dalgalı mı temiz mi onu da sormak lazım. Nazlı ayağına yosun değen yerine basamaz denizin. Çok rüzgar esen yerlerde dolaşamaz akşamları, migreni tutar, başı ağrır.  

Ama dolaşsa mesela, akşamüzeri biraz rüzgar esince kesin kısacık bir etek giymiştir, etek uçuşur. Saçlarının rengi iyice açılmıştır güneşte. Onlar da uçuşur. Upuzun parmaklarıyla saçlarını toplar başının üzerinde. Saçları değil de bir dağın başına kurulmuş sihirli bir kuşun yuvası gibi durur sapsarı bir tutam ince boynunun üzerinde. Burnundaki çiller belirginleşmiştir. Masmavi gözleri iyice ortaya çıkmıştır. Gözleri ne büyüklerdir. Geçtiğimiz her sokakta insanların dönüp dönüp bakacağı kadar da güzellerdir. Akşam sefalarını hüzne boğacak kadar. Beni gizlice kıskançlık krizlerine sokacak kadar. Hiç belli etmem. Dudağının yanındaki beni istediğim kadar öpeceğim anını düşünürüm gecenin. Gece askılı gecelikle mi yatar yoksa yeni aldım diye gösterdiği kareli şortla mı? Sabahları uyandığında yeni doğmuş bir bebek gibi bakan uykulu gözleri yarı açık, elini uyku sersemliğiyle üzerime atar mı? Kahvaltıda kızarmış ekmek dilimini hep yarım bırakır, yiyemediği yarısını tabağıma koyar mı? Portakal suyu yok mu, diye sorar masaya gelen garsona önce. Yazın ortası. Portakal bulamıyoruz bu mevsimde efendim, der garson. Nazlı, hayatta işler istediği gibi gitmeyince hemen hayal kırıklığına uğrar, boynunu biraz sağa doğru eğip, insanı kahrederek bakar. Mümkün olsa, o an garsonla ben kendimizi Akdeniz ikliminde portakal toplama yarışında buluruz. Neyse der, uzatmaz. Bir buzlu çay içer o zaman şeftalili. Şeftalinin zaten mevsimidir. Kimseye söyleyecek bir söz kalmaz.


Onun çocukluğunu düşünürüm bazı günler. 

Belki çok uzun bir beraberliğimiz olmayacağından hep korktuğumdan. Bir gün aniden beni terk edip gideceğini hatta diyelim terk etti, bir gün benle geçirdiği günlerden pişmanlığa kapılacağını düşündükçe içim ürperir. İçten içe onu hak etmediğimi sanırım. Avucumun içinde sıkı sıkıya tutmak istediğim güzel suratı gelecek günlerde benimle olamazsa diye gece yarıları uykum kaçıp uyandığımda, salondaki tekli koltukta ışıkları açmadan oturur, çocukluğunda sanki ben hemen yanı başındaymışım gibi anılara dalarım. 
O, annesinin mama sandalyesine oturttuğu bembeyaz bir biblodur. Bukle bukle saçları başının tepesinde toplanmıştır. Neden bilinmez yemek vakitlerinde huysuzdur. Bir boyama kitabında çizilmiş gibi düzgündür yüz hatları. İnsanda ısırarak sevme hissi uyandıran çocuklardandır büklüm büklüm kollarıyla. Bir yandan da sev diye kucağına verseler neresinden tutacağını bilemeyeceğin bir kız bebektir. Biraz kucağında durduktan sonra alt dudağı titremeye başlar, ne yapacağını şaşırır, basbayağı yine korkarsın. Annesi, soyup, küçük küçük dilimlediği kocaman bir şeftaliden bir parçayı ağzına uzattığında, yeni çıkmış ön dişlerini göstere göstere gülümser. Yalnızca ön dişleri vardır. Önünde ördekli bir önlük takılıdır. Üzerinde şeftali damlalarından desenler oluşmuştur. Bir dilimi annesi uzatırken yakalayıp avucunda sıkar, sularını üzerine damlatır. Annesi kızar biraz, yüzü asılır, güzelim elbisesi daha yeni giyilmişken mahvolur. Şeftali lekesi kadın ne yapsa çıkmaz. Bileklerinden dirseklerine doğru akar şeftaliler. Kızın hiç umurunda olmaz. Anlamaz gözlerle bakar annesine. Yine açar ağzını büyük büyük. Güler. Hem acımasız hem de acımasızlığından bihaber, ölesiye neşelidir. 
Bu anı o kadar canlıdır ki kafamda, zamanda yolcuğa inanırım. Ve bu kızın naiflikle kalp kırma sanatında doğuştan yeteneği olduğuna.

Bahadır, bir tane daha alır mısınız, diyor. Almıyor. Bardağın dibinde çoktan ısınmış olan biranın kalanını bir dikişte bitiriyor. Parke firmasından bir tanıdığın verdiği ajandanın kayın ağaçları fotoğraflarına bakarak para hesabı yapmaya devam ediyor. 


Ne kadardır ki bir yüzük, diyorum. Haydi yüzüğü aldım, seneye düğün olsa, babam kaç para verecek? Annesini iki kere gördüm Nazlının. İncecik. Yüz hatları keskin, alnında iki derin çizgi var. Çok fazla şeye hayır demiş, diye düşünüyorum. Ve yine korkuyorum. Nedensizce adı geçtiğinde bile irkiliyorum. Kesin hem Eskişehir'de hem İstanbul'da düğün isteyecek. Eskişehir'dekini kendi ödeyecek. O büyük otelde isimlerine layık bir düğün yapacak. Dev bir pasta kılıçlarla kesilecek. Ben bir vitrin mankeni sessizliğinde dikileceğim. İçten içe sevineceğim. Elim Nazlı'nın eline tesadüfen değdikçe, bu kadın sonsuza kadar beni mi sevecek şimdi, diye hayret edeceğim. Hiç tanımadığım yaşlı kadınların ellerine sarılırken aklımda, sanki yanımda değilmişcesine, Nazlının omuzlarındaki kemikler, göbeğindeki çukur, kalçasındaki benler olacak. Kafamı çevirdiğimde onu yine, yine ve evet kafamı çevirdiğim her seferde yanımdaki yastıkta uyurken göreceğim. Göreceğime zamanla belki inanacağım da talihime inanamayacağım. 

Açıp, telefonunun ekranındaki Nazlıya bakıyor. Beraber çekilmiş fotoğraflara sonra. Gereğinden çok daha uzun süre bakıyor. Bir fotoğrafa bakarak eskitmek mümkün olsa ekranda delikler açılırdı, o kadar çok. Alnına düşmüş saçı alıp parmağının ucuyla kulağının arkasına sıkıştırıyor. Yüzünde geleceğe dair umutlarla dolu bir huzurla oturuyor genç adam. 


Huzurlu çünkü başına gelecekleri henüz bilmiyor. Dört ay sonra, tam da kış hüznü tüm şehri sararken Nazlı adamdan ayrılıyor. Birden bire. Kavgasız gürültüsüz. Tartışmaya kapalı bir ayrılık bu. Adamın söz hakkı olmuyor. Önce şoka giriyor adam, inanamıyor, hiçbir şey hissetmiyor. Haftalar sonra ilk hissettiği şey rahatlama oluyor. Rahatladığına da inanamıyor. İçini sinsice sarmış korku hissi birden yok oluyor. Oysa tam olarak neden korktuğunu bile bilmiyor. Ardından derin bir üzüntüyle depresyona giriyor. Tüm dünya bitmiş gibi umursamaz. Bu arada nasıl oluyorsa, terfi ediyor. Maaşına gelen zamla, kredi kartının Nazlı' ya aldığı doğum günü hediyesiyle devasa hale gelen borcunu kapatıyor. Bir hafta sonu babasıyla balkonda rakı içiyorlar. İkisi de sarhoş oluyor. Hiçbir şeyi çok istemeyeceksin hayatta, diyor babası gece güne dönerken. Çok istersen olmuyor. 

O hafta cuma günü iş çıkışı gittikleri yemekte esmer bir kızla tanışıyor. Sekiz ay sonra nişanlanıyorlar. Nişanda kızın annesi adama kendi oğluymuşcasına içten sarılıyor. Memur emeklisi babası nişanda çekilmiş tüm fotoğraflarda gülümsüyor. Hatta birinde sevinçten gözleri dolmuş halde ikisinin arasında poz veriyor. Her şeyin ne kadar kolay olduğuna adam inanamıyor ve içinde korku namına tek bir yüze rastlamıyor.
Nazlı ise hayatta her şeyi hep çok fazla istiyor, o yüzden istediklerinin hiçbiri olmuyor. Bir sabaha karşı adama attığı pişmanlık dolu mesajda ne mutsuz olduğundan, geceleri uyuyamadığından, iyice zayıfladığından bahsediyor. Adam mesajı üç kere üst üste okuyor ve siliyor. Kalkıp büyük bir bardak su içiyor ve efsunlu bir şey olmuş gibi, mesajı ilk okuduğunda hangi Nazlı ya, diye düşündüğüne inanamıyor. Salondaki tek kişilik koltuğu attı geçen ay. Onun yerine balkondaki sandalyeye oturup bir sigara yakıyor. Hava serin. Çöp tenekesini deviren köpeklerin kavgasından ve uzaktan geçen bir ambulansın sireninden başka bir ses duyulmuyor.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-17

Biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.

Bahadır'ı tam on iki gündür görmemiştim ve şaşkınlıkla özlediğimi fark ediyordum. Yokluğumda bira bardaklarından kırılanlar olmuştu. Kahve makinesinin su damlatan parçasını servis gelip tamir etmişti. Bar sandalyelerinin bacakları biraz daha eskimişti. Bahadır patrona çerez koymak için yeni kaseler aldırmış, karışık çerezlerin içine leblebi yerine fındık koymaya ikna etmişti. Türkü barlar gibi leblebi nedir ya, demişti bana hiddetle, anlatırken. Sonbahar yaklaşırken yeni bir garson daha almaya karar verdiklerinden cama önce eleman aranıyor yazmışlar, ertesi sabah Bahadır yazıyı çıkarıp güzel el yazısıyla bizimle çalışmak ister misiniz, yazdığı tertemiz başka bir kağıt asmıştı. Başka da hiçbir şey değişmemişti. Zaman sanki biraz ilerlemiş, benim orada olmadığını anlayınca yavaşlamış, beni beklemeye başlamıştı. 
Geldiğimden beri nefes almadan konuşuyordum. Evde fazlasıyla sıkılmış olmalıydım yalnızlıktan. Bunu fark ettiğimde, bir anlığına sustum. Bahadır kafasını dilimlediği elmalardan kaldırıp, sesin neden kesildiğini anlamaya çalışarak yüzüme baktı. Devam ettim. O an fark ediyordum ki insanları özledikçe onlara anlatmak istediğim şeyler, kendilerini beşle onla çarpıp çoğaltıyor ve içimin boşluklu yerlerinde birikiyorlardı. Ürpererek  bazı zamanlar insanları yalnızca bir çift kulak ve dudaktan ibaret gördüğümü anlıyordum. Bana anlattıkları ve benim onlara anlatacaklarım vardı. O kadar. Elimizde biriken harflerden kurduğumuz kelimeleri zaman zaman değiş tokuş ediyor ve hayatımıza huzurla devam ediyorduk. İçimde kimsede olmayan bir organ daha yaratmıştım zaman içinde.  Şaka değil. Kimselere kendimle ilgili bir şey anlatmadığım, ketumluğun son yıkılmayan kalesi gibi tüm eski tanıdıkları ve hatta durakta birkaç dakika beraber aynı otobüsü beklediklerimi dahi dev ve hiçbir kelimeyi atlamayan bir kulağa dönüşerek dinlediğim ama annem gözünü gözümün içine dikip bakarken neşeli yalanlar atarak, yok canım, bir şey yok,  iyiyim, dediğim o meftun günlerin gecelerinde içimde yeni bir organ büyütmüştüm. Bol su seven çiçekler gibiydi, canlıydı. Şımarıktı. Çokça arsızdı. İnsanın başında ağrılar yaratacak kadar çenebaz, bir o kadar da patavatsızdı. Halden bir gün olsun anlamazdı. Yine de hiç kırmamıştım güzel kalbini, her gün yeni suskunluklarla gönlünü hoş tutmuştum.

Ne zaman ki hayatımı ters düz edip, sonuna kadar gidilmemiş yollar, içine düşülmemiş kuyular, korkularında kaybolunmamış karanlık ormanlar bulma hevesine kapılmıştım, o gün gidip bir röntgen çektirmiştim. Evet, endişelenmeyin diye bunu size anlatmadım. O sabah birden bire işe gitmemeye karar verdiğimde, acil bir randevu alıp senelerdir gittiğim kadın doğum doktoruna muayene oldum. Benim de böyle tuhaflıklarım var. Artık biraz olsun alışın, yadırgamayın. İçimdeki kötü hislere aslında somut bir aksaklığın, büyümüş bir tümörün, düşen kan şekerimin, az ya da çok üretilen bir hormonun karşılık gelmesini isterim. Reçeteye yazılan ilacı yemeklerden sonra bol suyla yutayım ve ertesi güne sapa sağlam uyanayım diye umut ederim. Erken yatılmış deliksiz bir gece uykusu kırılmış yerlerimi tedavi ediversin diye yatmadan önce dua bile ederim. O gün de doktor fazlasıyla acıyan yerlerim için çocukluğumun tadı portakala benzeyen şuruplarından yazsın ve ben şişeyi bir kerede dikip bitireyim, ertesi güne yepyeni bir kalple uyanayım istiyordum.
Önce içimin röntgenini çektirdim. İyice bakın, ne olur doktor, dedim. Benim neyim var? 

Adam benden daha çok gördüğü iç organlarıma gözlüklerinin üzerinden dikkatlice baktı. Her noktasını kaleminin ucuyla işaretleyerek tek tek gösterdi. İşte şu gördüğün nokta şurası, diye bizi, birbirimizi ilk defa görüyormuşuzcasına tanıştırdı. Merhaba, dedim. Ve sizden hiç hoşlanmıyorum. Bir de şöyle bakalım, diyerek muayene sedyesine uzanmama yardım etti. Ultrason aletini karnımın üzerinde gezdirirken içim ürperdi. Yanımda duran ekranda onun kaçırdığı bir şeyi görecekmişim gibi başımı sağa çevirip bakmaktan boynuma ağrı girdi. Alet göbeğimde döndü döndü döndü. İçimde bir yürüyüş parkuru vardı da bazı yerlerde hızlanarak bazılarında yavaşlayarak turu tamamlıyordu. Aynı anlarda derin bir uyku bastırıyordu. Hiçbir yerde bulamadığım neredeyse ulvi bir huzur hissi içime doluyordu. Ayaklarımı kendime çekip cenin pozisyonuna geçmek ve ölüme benzer bir uykuya dalmamak için kendimi zor tutuyordum. Nihayet birden durdu sevimsiz aletin buz gibi ucu. Adamcağız ekrana neredeyse burnunu yapıştıracak kadar yaklaştı. Gözlüklerini çıkarıp camlarını sildi önlüğünün ucuyla. Tekrar taktı. Metal uç, mide boşluğuma doğru devam etti. Gömleğimi yukarıya sıvayarak şuranda peki, acı var mı, dedi. İşaret parmağıyla orta parmağını birleştirmiş, derimin üzerine çekiçle vurur gibi vuruyordu. Ah, evet, dedim, işte tam orası doktor. 
İşte tam orası.


İşte tam orası
Sen gittiğinden beri acıyor. 
Nerede olduğumun ya da o an kime ne izah ettiğimin bir önemi yok. Kafamın içindeki sesler, biraz kendimle biraz da seninle konuşuyor. Ne ara kendim kadar senin hayatını da yaşamaya başladım bilmiyorum. Doktora, evet orası, derken aynı anda sana da açıklamalar yapıyorum. Senin suçun yok, tamam ama müsebbibi basbayağı sensin. Üzülecek bir şey yok. Yok canım, özür dilenecek bir şey değil. Seni kafamın içinde teskin etmekten yorgun düşüyorum o anlarda. Hiçbir şey dert değil de o gülüşün aklından çıkmıyor diyorum. Sesin yok oluyor. Orada yatarken bile geçen gün duyduğum kahkahan muayenehanenin tüm duvarlarına teker teker çarpıp dağılıyor.
Her duygunun ikamet ettiği bir yer var vücutta demiştim sana bir mektubumda. Yokluğun, işte orada, midemin hemen altında yaşıyor. Kemer taktığım günler üzerine gelen baskıdan bunalıyor. Dayanamıyor, alıp başını gitmek istiyor. Adının geçtiği konuşmaların başında ise balon gibi şişmeye başlıyor. Şiştikçe, soluğumu kesecek bir ağrı saplanıyor. Ayaktaysam hemen oturuyorum. Oturuyorsam koltukların kollarına tutunuyor ya da ayaklarımı yere gömmek istercesine kuvvetle basıp sandalyenin sırtına yaslanıyorum.  Patladığı anlarda kendimi temiz dahi olmayan bir tuvalet kabininin duvar fayanslarına dayanmış soluk almaya çalışırken yahut temiz havada derin nefesler bulmaya çalışırken buluyorum. Ağrı kesici işe yarar mı sanıyorsunuz? Yaramıyor. Bazı ağrılar öyle kesilmiyor. Belki sevgili okuyucu, siz daha önce hiç yaşamadınız ama bazı yaraları yalnızca açan kişi tedavi edebiliyor. Bazen, o bile edemiyor.

Tıp denen mucizeye saygı duymamak mümkün değildi. İşte orası, dedikten sonra doktorla uzun bir görüşme yaptık. Yüzünü ekşitti önce. İlginç, dedi. Tetkik etmeden bir şey diyemem ama sanırım kimseye anlatamadığınız şeylerden içinizde yeni bir organ oluşmuş.
Bilim, dedi, doktor, insanın kendine yaptıkları karşısında hala çaresiz. İki ay sonra tekrar göreceğim seni ve o zamana kadar lütfen bolca ağla ve bolca konuş.

O günden sonra ağlama konusunda zaten hiçbir zorluk yaşamadım. Konuşma konusu da nasıl oldu bilmem, kendiliğinden çözüldü. 

O sabah uyandığımda günlerdir üzerimden atamadığım grip biraz hafiflemişti. Boğaz ağrım aynı şiddette devam etmekle birlikte burun akıntım kesilmeye yaklaşmıştı. Doktor randevumdan sonra Bahadır'ı görmeye gelmiştim.Giderken her şeyin üzerinden iki ay geçtiğine inanamıyordum. Oysa geçmişti. İki ay içinde korsan organımın boyutları azıcık da olsa küçülmüştü. Ağladıklarım içimden eksilmişti. Daha iyiydim. Her bulduğum insan sıcaklığına yavru kedi gibi sığınmamın, nasılsın diye soranın önüne tıpası kırılmış bir musluk gibi tüm haleti ruhiyemi serivermemin faydaları olmuştu demek. 
Şimdi bar tezgahında her zamanki gibi bira bardaklarını kurulayan Bahadır'ın karşısında otururken, biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.
Bir dilim elmayı kendi ağzına atıp bir dilimini de bana yedirdikten sonra önüme ıhlamur kokan bir fincan koyuyor. Söylediklerime yorum yapmak yerine, limon ister misin, diyor. Başımı sallıyorum. Kestiği bir dilim limonu tabaktan alıp ağzıma atıyorum. Kabuklarıyla beraber yiyorum. Bahadır yüzünü ekşitiyor bakarken. Artık ıhlamur, papatya, rezene kokularından içim kalkıyor, çayımdan ancak üç yudum içebiliyorum.
Mutluluğu tekrar bulabilmek için, diyor, canının ilk yandığı anı düşün. Çok yandığı. O ana geri dönmeliydin. Ve belki de, kim bilir, o an durmalıydı hayat, zaman, her şey. Üzerine başka hiçbir şey yaşanmamalıydı. Bahadır yine dalgınlaşıyordu. O sırada cam kenarındaki küçük masada tek başına oturan adam bir şeyler mırıldandı. Kendisine seslendi zanneden Bahadır o tarafa gidip, çoktan boşalmış bira bardağını aldı. Başka bir şey istemedi adam. Önündeki deftere sürekli yazıp çiziyor, düşünüp taşınıyor, düşünürken sayfa kenarlarına hiçbir şeye de benzemeyen şekiller karalıyordu. Bahadır birden yanında belirince nerede olduğunu yeni idrak eder gibi dikkatle baktı yüzüne. Bahadır yanıma döndüğünde, herkesin de derdi başka başka, dedi. Sanırım daha fazla Bahadır'ın bu kederli haine dayanamayacaktım. Ben, gidiyorum, Bahadır, dedim. Annem sen gelmezsen ben geleceğim artık, bakamıyorsun kendine tek başına, diye ısrar ediyor. Haklı da. Zaten ne var beni burada tutan, dedim. Son cümleme alındığı birden düşen kaşlarından belliydi. Hem biraz değişiklik olur, dedim. Git, dedi. Benim de gidebilecek bir yerim olsa, bir saniye durmam. Hayatta en çok içine dokunan cümleleri sırala deseniz, aklıma kazınmış bu cümleyi bir çırpıda yine söylerim. 

Sarıldık. Ağlayacak gibi olduk. Konuşuruz, dedi. Görüşürüz, dedim. Sonsuza kadar orada kalacak değilim ya. Öyle de, ne bileyim, duygulandım işte, dedi. Ben de duygulandım. Kapıda ayrılırken tekrar sarıldık. Bayram tatilinde gelirsin belki yanıma, dedim şirinlik yapmaya çalışarak. Gelmedi.

Bayramın ikinci günü, ki o günün ne güneşli ve berrak bir sonbahar günü olduğu da, o güne ne tasasız bir iç rahatlığıyla uyandığımı da neden bilmem, bir film sahnesi gibi net hatırlarım. İçimde tek bir kötü his yoktu. Bayram sabahlarına özgü sebepsiz bir neşe sanki benimle beraber tüm dünyaya sirayet ediyor, mezarlıklarda ziyaret edilen ölüler bile hayatta olmadıklarına hayret etmiyorlardı. Bayram dönüşü memleketlerinden dönen ev arkadaşları ise hayatlarının en tatsız şaşkınlığını yaşadılar. Bahadır'ın spor salonlarında biçimlendirdiği güzel vücudu, hayata karşı bir meydan okuma gibi salonun ortasında sallanıyordu. Evde günlerdir orada duran cesede rağmen hafif bir tarçın kokusundan başka bir koku yoktu. Bu kokunun Bahadır'ın kendine ikram edilmemiş şekerlerin intikamını alır gibi mutfağa yığdığı tavuk göğsünden fırın sütlaca, kazandibinden su muhallebisine, mutfak tezgahına sıralanıp bolca tarçın dökülmüş tatlılardan geldiğini anladıklarında birbirlerine sarılıp ağladılar. Bahadır hepsinden birkaç kaşık yemiş, güzel gömleğini giymiş ve ölüvermişti. Polisler beni de sorguladılar. Neden öldürmüş olabilir kendini, dediklerinde mutsuzluktan ya da gidecek hiçbir yeri olmadığından, desem anlarlar mıydı? İçinde benimki gibi bir organ oluşturmadığından ben dayandım o dayanamadı, desem. Resmi makamlar acının karşısında hiç duymayan kulaklara dönüşüyorlar. Dosyasına kız arkadaşının ölümünden sonra intihar etti, yazdılar. Oysa daha büyük  ve tarif dahi edilemeyecek bir kimsesizliğin pençesindeydi. Balıkesir'deki cenazesinde bir avuç insandık. Küs ölen insanların bakışlarındaki o ölümden karanlık pişmanlık babasının yüzünde gölge gibi duruyordu. Benim de yüzümde benzer bir bakış duruyor olmalıydı. Kız arkadaşı sanıp boynuma sarıldı annesi. Mezarlıktan çıkarken Ferhan, yazan bir mezar taşının da yanından geçtim. Soy adını hiç söylemediğinden emin olamadım. Bu yıl içinde ölen kaç Ferhan vardır dedim. Dua etmek bile aklıma gelmeden mezarın önünde dikildim, öylece baktım. Hiçliğin içine doğru. Zamansız yaşanan her şeyin içine doğru. İçimdeki ses, sana, hiç olmazsa yaşıyoruz, diye fısıldadı.  Sana mı dedi bana mı bilmiyorum ama insanın içindeki bu çiğliğe bir kez daha hayret ettim. 

Sonsuza kadar kalacak değilim ya, dediğim tek insan da artık öldüğünden ve şahitlik edemeyecek olduğundan, gittiğim yerlerden sonsuza kadar dönmedim. Bahadır' a anlatmadıklarım içimdeki organda kendilerine güzel bir köşe bulup, enine boyuna serpildiler.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-16

Gülüyor. 
Hayatının tüm sessiz gülümsemelerini bu gece için biriktirmiş de hepsinden bir anda intikam alıyormuş gibi, dev kahkahalar atıyor. İlk duyduğunuzda bile çok içinden gelerek güldüğünü anlıyorsunuz.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Kız Bolonez soslu spagetti alayım, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, ben de aynısından alayım, diyor. Bir de kola istiyor. Kız daracık masaya sığmayan kocaman makarna tabaklarına bakarken içinden ağlamak geliyor. On dakika sonra adam kolasını bitiriyor. Makarnasının kırmızı sosu bir kan gölü gibi görünüyor kızın tarafından baktıkça. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Aklı bomboş bir sayfa. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki bu adamla bir daha buluşmayacak. Bu gece ayrılırken otobüste yanına oturduğu bir yabancı gibi, rahatça kalkıp inecek arabasından. Hiç tanımadığı biriyle tuvalet kuyruğunda ettiği sohbet kadar bile sürmeyecek vedalaşmaları. Bu geceyi katlamaya bile gerek duymadan, naftalin kokan halı rulolarının, elektrik süpürgesinin, kışlıkların durduğu hurçların, eski perdelerin katlı durduğu poşetlerin tam yanına, ardiyenin iyice dibinde bir kuytuya tıkıştıracak. Birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç hatırlamayacak.

Neden bunu bu kadar dert ediyor, diye düşünüyorsunuz, biliyorum. Bazılarınız gayet de kibar adammış, bu kız daha ne arıyor, aman zaten yalnızlığı hak ediyor diyorsunuz, itiraf edin. Biliyorum ki pek çoğunuz bu buluşmada kızın neden bu kadar hayal kırıklığına uğradığını anlamıyorsunuz. Ve siz, kusura bakmayın, inceliklerden o kadar bihabersiniz ki, ne kadar anlatsam yine de anlayamıyorsunuz. 
Aşk diyor kız, sarhoş olduğu bir gece, elindeki şarap kadehinin dibini bir yudumda içip bitirirken, ondan uzaktayken sevdiği bir şey yediğinde, boğazından geçmemesidir. Kelek çıkan bekar kavunları yerine baldan tatlı bir kavunu bir dilim ezine peynirine arkadaş ederken gözünden bir damla yaşın istemsizce akıvermesidir. Ne kadar istemiyorum da dese, yediğin cevizli dondurmanın sonunu ona saklamaktır. Ekmek kızartmaktır sabah kahvaltılarında ev güzel koksun diye. Sonra da kızarmış ekmeklere biraz bal biraz kaymak sürüp kendin parmağını yalarken önce ona bir lokma yedirmektir. Dilim dilim, lokma lokma, yudum yudum, kadeh kadeh bir şeydir sevmek. Beraber yemek yerken birini zaten sevdiğinden daha çok sevmiyorsan, yok hayır, sevmiyorsundur, diyor. O kadar büyük bir kederle konuşuyor ki, insan hemen biten şarabının yerine yenisini dolduruyor. Sarılıp omuzunda ağlasın, ne yaşadı daha önce, anlatsın istiyor. Ketum da aynı zamanda. Bu kadar konuşuyor, gerisini anlatmıyor. Belli ki kız vücudunun bir yerinde dev ayrılıklar, boyundan büyük pişmanlıklar ve ne savaşarak ne barışarak geride bırakabildiği hatıralar besliyor.  Belki de o yüzden, bilekleri gün geçtikçe biraz daha zayıflıyor. 

Hala anlamıyorsunuz değil mi kızcağızın neden sofralarda bu kadar mutsuz olduğunu? O zaman aynı geceyi bir paralel evrende yaşayalım. Biraz zorlanın ama ne olur, sonunda anlayın.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Adam, henüz karar veremedik, birazcık daha zaman verseniz bize diyor? Şarap menüsünü alıyor eline. Uzun sürsün istiyorum bu gece, şişe açalım, diyor. Ne seversin diye, soruyor listeyi elinde evirip çevirirken. Kızın içine bir salkım misket üzümü gelip yerleşiyor. Ada üzümü olsun diyor. Seçiyorlar. Biraz hamur çekiyor canım bugün, şu keçi peynirli salatayla bir erişteyi paylaşalım mı diyor? Kız nasıl olup da adamın içinden geçenleri okur gibi sipariş verebildiğine şaşıyor. Bozcaada'ya gittin mi hiç, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, yok, hayır, gitmedim, diyor. Garson gelip gidiyor. Kadehler gelip gidiyor. Tabaklar bitip gidiyor. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Gözlerine bakıyor. Alnındaki kırışıklıklara. Konuşurken bu kadar çok gülümsediğine şaşırıyor. Yanağında belli belirsiz ortaya çıkan gamzeye uzanıp dokunmak istiyor. Adam yemekten önce gelen esmer ekmekten kopardığı çıtır lokmayı zeytin yağına bandırıp kıza yedirdiğinden beri, kızın aklı gitmiş gibi. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki, bu adam onu asla bir sınava sokmayacak. Gece uzuyor. Adam, kız doydum demesine rağmen çikolatalı bir tatlı sipariş ediyor. Bir parça kesip tabağına servis ediyor. Kızın dudağının kenarında kalan çikolatayı işaret parmağıyla siliyor. Neden bilinmez, kız adama o an, tam o esnada, adam daha parmağını bir peçeteye silemeden aşık oluyor. Göğüs kafesi kalbini muhafaza etmeye çalışan bir tel kafese dönüşüyor. Birkaç ay sonra adanın sahillerinde denize girerlerken o gecenin üzerinden bir ömür geçmiş gibi geliyor. Gelin görün ki mutlu zamanlar hep genç ölüyorlar. Kuşlar eninde sonunda uçup gidiyor. Kız birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç unutmayacak.


Gülüyor.
Gülüşü bu kadar uzun sürünce, ilk randevularına çıkan çiftten hemen sonra ben de kafamı çevirip bakıyorum. Bir saniyeliğine gördüğüm o sırt, yanağıma o anda tokadı yapıştırıyor. Önüme dönüp titreyen elimi diğeriyle tutarken derin bir nefes alıyorum. Evet, o. Çekip gittikten sonra tek bir kez aramayan, kendime yenilip aradığım gecelerde telefonuma cevap vermeyen adam. Bir gece yarısı kapıyı vurup gittiğinde geride bıraktığı beni, nasıl bir enkaza dönüştürdüğü hakkında en ufak bir endişe yaşamayan adam. Her küçük yalnızlık anında onunla yapmadığımız şeylerin beni tarumar ettiği adam. Her gün nasıl uyandığını, öğlen yemeğinde ne yediğini, geceleri kaç saat derin uykuya dalabildiğini, olgun şeftalilerin tadına bakıp bakamadığını, batan tırnağının iyileşip iyileşmediğini deliler gibi merak ettiğim, evet, işte, o adam. Sırtından tanıyorum. Omuzlarının üzerinde oturan görünmez hayaletlerden. Omurgasının üzerindeki derin vadide esen rüzgardan. Upuzun bir kitabe gibi üzerinden akıp giden yazlardan. Her gece dışarı çıkarken başka bir yüz taktığı  yakışıklı gölgesinden. Parmak izlerimi görüyorum. Ne kadar uğraşsa keselerken elinin ulaşamadığı yerlerinde kalmışlar sırtının. Metruk bir binanın cephesinde unutulmuş bir bina numarası ya da giriş kapısının üzerinde çok uzun zamandır yanmamış bir lamba gibi, asılı duruyorlar.

Gülüyor. İçinde ufacık bir yer bile kırılmamış gibi. Tüm hayatını neşe içinde, su muhallebisi kıvamında yaşamış gibi. Zamanı ferah fezaymış da asla ölmeyecekmiş, her hatayı telafi etmeye vakti, her acıyla yüzleşmeye mecali varmış gibi gülüyor. İnsan kılığına girmiş bir bulut olabilir bu, diyorum içimden. Önümdeki papatya çayı dolu fincana çarptığımda çıkan tok ses gülüşünün içinde neredeyse duyulmuyor. Fincan masanın üzerinde iki tur dönüp yere düşüyor ama kırılmıyor. Eteğimin üzerindeki küçük pembe çiçekler üzerilerine dökülen çayla beraber canlanıyor, tomurcuklar açılıyor. Garson hızlı adımlarla gelip iyi misiniz, diye soruyor. Yalandan kimse ölmüyor. İyiyim evet, diyorum. Kalkıp yürüyorum. Yürürken kafamı çevirip, hiç de saklamaya uğraşmadan masalarına doğru bakıyorum. Beni görmüyor. Bana doğru bakmak aklının ucundan bile geçmiyor. Kapının önündeki duvara yaslandığımda başım dönmeye başlıyor. Handan, o an gelip sarılıyor, aa erken gelmişsin, diyor. Başka bir yere gidelim, diyorum. Ne oldu, diyor gözlerime bakıp. Dur rengin atmış, ne oldu, diyor bu defa gözleri büyüyerek. Dur, arabayı alıp, geliyorum, diyor. Duruyorum, zaten bir yere gidebilecek halim yok. Bana gidiyoruz. Balkonda sabaha kadar rakı içiyoruz. Sahilden döndüğümden beri ağrıyan göğsümü ve boğazımı hiç umursamadan kadehe attığım buzları iki gün sonra koltuk altlarıma bile koysam ateşimi düşüremeyeceğimi o gece bilmiyorum. İçimde bir akciğer daha oluşturabilecek kadar ilaç içeceğimi de. Günlerce yataktan çıkamayacağımı da. Handan'ın her akşam elinde bir kase tavuk suyu çorbayla kapıma dayanıp, bir anne şefkatiyle alnımı okşayacağını da. Bir öğle vakti bakkalın çırağının elinde bir maşrapa keçi sütüyle gelip, abla bunu içersen çok çabuk iyileşirmişsin, annem gönderdi, köyden, dediğinde gözlerimin dolacağını da. Bahadır'ın günde beş kere arayıp, buralar sensiz çok keyifsiz, diyeceğini ve hatta bir keresinde çok duygulanıp telefonda ağlayacağını da. Hiçbir şeyi bilemiyorum o an. Çok acıklı şarkılar dinleyip, içimde nefes alacak boşluklar açılana kadar ağlıyorum. 

Kahkahasının sesi kulaklarımdan gitmiyor. Karşısında oturan o esmer güzeli kızı, puslu bir dolunay gibi parlayan gözlerini ve gülerken saçlarını eliyle başının bir tarafından diğerine savuruşunu ateşimin yükseldiği geceler boyunca rüyalarımda görüyorum. 
Yan masadaki kızın sorusu geliyor aklıma durup durup.
 -Bu kadar gülünecek ne var?




15 Eylül 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-15

Hayır, o koltuğu istemiyorum, diyorum. Açıp tekrar bakıyoruz fotoğrafa. Her bakışımda koltuğun hantal kolları daha da çirkinleşiyor. Hiç mi beğenmedin, diye soruyor. Bu soruyu kim bilir kaçıncı kez soruyor. Her soruşunda beğenmeyişime biraz daha üzülüyor. Ben de biraz çabalayıp beğenmek istiyorum ama, yapamıyorum. Bu koltuğa her akşam otursam bir süre sonra içimde kötü huylu bir kitle büyür, diye düşünüyorum. Sessizlik uzuyor. Birden sıkıntıyla kapatıyor fotoğrafı. O zaman sana bırakıyorum bu işi, diyor. Sen seç, bana hiç sorma bile, git al. Cebine atıyor elini. Sigarasını arıyor, bulamıyor. Telefonu çalmaya başlıyor aynı esnada. İkimiz de bakınıyoruz, sesin nereden geldiğini anlayamıyoruz. Oturduğumuz koltuğun sırtıyla minderlerinin birleştiği yere elimi sokuyorum. Orada bile yok. Sonunda yastığın kenarında buluyor ama yetişemiyor. İyice sinirleniyor. Ben hava alayım, diyor ve balkona çıkıyor. Arkasında bir ses bırakıyor. Siren sesi gibi bir ses. Belli ki yalnızca ben duyuyorum.

Bana doğru geldiği anlarda da aynı sesi duyuyorum. Arayıp geç kalıyorum, dediği akşamüzeri trafiklerinde. Sesinin içinde bir nabız atışı oluyor. Geç kaldıkça, daha hızlı ve daha yüzeyden atıyor. Geç kaldığı akşam yemeklerine kapıdan girerken yüzünde o nabzın portresi oluyor. Bir yara izi gibi çenesinde duruyor. Özür dilerim, dediğinde uzanıp yüzündeki bir lekeyi siler gibi yanağını, çenesini okşuyorum. Şefkat içimde bir dalga gibi yükseliyor. O an her neredeysek oraya bir mağara oymak ve kucağına sığınmak istiyorum. Hiçbir şeyi kendine dert etmesin, onu beklerken içimde ne kadar güzel suratlı hayaller biriktirdiğimi görebilsin istiyorum. Oysa anlamıyor. Benim ona söylemediklerimi kendi ağzı kendi kulaklarına olanca patavatsızlığıyla ve olabilecek en kaba saba haliyle söylüyor. Kafamı çevirdiğimde onu kendimden fersah fersah uzaklaşmış buluyorum. Siren sesi giderek yükseliyor. Kulaklarımdan kafamın içine doğru derin bir kuyu açılıyor. Etrafımızda tuhaf bir çember kurulmuşcasına garsonlar bize yaklaşamıyorlar. Biten şarabımı kimse doldurmuyor. Sipariş verdiğimiz yemekler tezgahta soğuyor. Kimse alıp masamıza getirmiyor. Tuzlukların içinde nem birikiyor bolca. Az sonra salatanın üzerinde salladığım tuzluktan tek bir tane bile düşmüyor. Suyum tazelenmediğinden dudaklarım kuruyor. Böyle anlarda anlatacak çok mutlu bir hikaye düşündükçe aklıma çöp yığınları, leş kargaları, akbabalar, bataklıklar, bataklıkta yaşayan sürüngenler, bataklıkların üzerinde sebepsizce daireler çizen kapkara kuşlar, bataklığa yavaşça batarken çırpınan bedenler, trafik kazaları, zamansız ölümler, cenazeler doluyor. Giydiğim daracık elbisenin içine sığamamaya başlıyorum. Çaktırmadan açacak bir düğmem yok diye hayıflanıyorum. Bir bakıyorum aslında elbisem değil bedenim daralıyor. Kendi vücuduma sığamıyorum. 

Tanıştığımız gece beni sokak lambalarının altında, ne derim diye tek bir saniye bile düşünmeden, içinde o yaşa kadar biriktirdiği tüm cesaretle, yanımızdan geçen kalabalığa aldırış etmeden uzun uzun öpmüştü. O gece eve gittiğimde kazağımın üzerinde kısacık bir misina ipi bulmuştum. Çekip koparmaya çalışınca acıdan çığlık atmıştım. Yavaşça çekip ucunu bulmaya çalıştığımda göğsümden içeriye uzadığını fark etmiş ve korkudan bayılmıştım. Kendime geldiğimde ayağımda topuklu ayakkabılarımla tuvalet masamın az ilerisinde yatıyordum. Düşerken kolumu kafamın altına aldığımdan, parke döşemeye vurduğum dirseğimden bileğime kadar kan oturmuştu. Acıyla doğrulmuştum. Çıplak sol göğsümdeki misina dünkü halinin en az beş misli daha uzundu. Kıvırıp bantlamıştım. Kalkıp koluma buz koymak için mutfağa yönelirken ipin bantın içinde uzamaya devam ettiğini hissediyordum. En çok annem birkaç gün sonra ziyarete geldiğinde fark eder diye telaşlanmıştım ama evde havluyla dolaştığım sabah, gün ışığında bile, görememişti. Aylar sonra ipin ucu artık göremeyeceğim yerlere uzayıp gittiğinde, ipin yalnızca benim görebileceğim bir şey olduğunu anlamıştım. Yanında uyandığım ilk sabah ipimin ucunun onun kalbinden çıkan benzer bir misinayla birleştiğini gördüğümde yine bayılmışım. Nihayetinde aşk denen şeyin misina benzeri ipler olduğunu açıp baktığım ansiklopediden öğrendim ve rahatladım. İp asla kopmuyor, yok olmuyor, zamanla eskimiyor, kesmek mümkün olmuyordu. Gelin görün ki bu aralar ipler ellerime dolanıyor, parmaklarımı kesiyor, vücudumda sıktığı yerlerimde izler çıkıyor ve günlerce geçmeyen yaralar açılıyordu.

İşte yine öyle bir akşam yemeğinde, gelmeyen yemekleri beklemekten midem kazındığından ya da uzayan sessizliğe bir mazeret olsun diye, devasa beyaz ekmek dilimlerini hiç çiğnemeden yutmak istiyorum. Birkaç sürahi suyla içimi doldurup, sular kulaklarımdan çıkana kadar içimde bekletmek. Hiçbir şey duymasam diyorum biraz. Kapıdan girdiği anı geri alabilsek. Ya da nerede başladıysa bu sessizlik oralara kadar gidip ne oldu bir baksak ve her neyse kırılan, tamir ediversek. Tamir edemiyorsak da yerine başka bir şey ikame etsek. Midem bulanmaya başlıyor aynı anlarda. Kalkıp hızla tuvalete gidiyorum. Daha yemek yemememe rağmen tonlarca kusuyorum. Klozetin içinde parlak renkli simlerden yapılmış peruklar yüzüyor. Bu nasıl bir saçmalık diyorum.

Geri döndüğümde masada yok. Bir not var. Notta ne yazdığını anlatıp sizi de üzmek istemiyorum. Acıklı ve acılı. İçinde beğenmediğim koltukla ve mutlulukla ve kendini ait hissedememekle ve korkularla alakalı bir sürü hüzünlü kelime var. Zaten kısacık not. Bunlar bile o daracık peçeteye nasıl sığmış, aklım almıyor.  Sonunda ne olur anla, diyor. Anlamıyorum. Garson da anlamamış olacak ki beklemekten buz gibi olmuş yemeklerimizi servis ediyor az sonra. Sularımızı tazeliyor. Birer kadeh daha şarap koyuyor kadehlerimize. Sessizce oturup önce kendi somonumu sonra onun ızgara köftelerini yiyorum. Şarapları ikişer yudumda bitiriyorum. Notu tekrar çıkarıp kelimeleri teker teker bıçağımın ucuyla kazıyorum. Harfleri birleştirip paslı bir makas yapıyorum. Ellerim zaten doğuştan küçük, makası elimde doğru düzgün tutamıyorum. İki elimle sonunda dengeleyip elbisemin üzerinde ipimin ucunu arıyorum. İyice yaklaşıp bakıyorum. Yok. Garsonu çağırıp, şu makası bir saniye tutar mısınız diyorum. Diğerine de rica ediyorum, sırtımdaki fermuarı açıyor. Yok, hayır, ben de ahlaksız bir kadın değilim aslında. Genelde yemeklerden sonra insanların önünde çırılçıplak soyunmuyorum. Ama işte böyle istisnai durumlar da yaşanıyor. Yakın gözlüklerimi çıkarıyorum çantamdan. Takıp dikkatlice bakıyorum. Genç garson da eğilip benimle beraber arıyor ne aradığını bilmeden. İşaret parmağının ucuyla iğne deliği kadar bir deliğe dokunuyor. Küçücük bir delik buluyoruz böylece yalnızca sol göğsümde. Başka da tek bir ize bile rastlamıyorum. Garsonlar ve müşteriler girdikleri şoktan hiçbir şey yapamadan ve gözleri fal taşı gibi açılmış halde bakarlarken ağlamaya başlıyorum ve dev makası alıp kendimi ortadan ikiye kesiyorum. 


Deniz kıyısındaki bankta derin bir uykudan uyanır gibi gittiğim yerlerden döndüğümde, göğüs kafesimde ancak ağır bronşitlerde görülebilecek denli şiddetli bir ağrı var. Daha önce hiç bu kadar mutsuz bir şey görmemiştim. İlk kez, beraber yaşayamadığımız günlerde tatsız şeyler de yaşanabileceği aklıma geliyor. Kalp atışlarım yavaşladıktan sonra, ne de olsa bu da bir rüya, sayılır diyorum. Aslında böyle bir şey de yaşanmadı. Bir sonraki damlada kendimi bir öğleden sonra kollarında, yaz vakti bir kumsalda ya da mutfakta söğüş domateslerin üzerine biberiye serperken bulabilirim. Derin bir nefes alıp göğsümü ellerimle ovuşturuyorum. Kalkıp eve doğru yürümeye başlıyorum.
Ağrı geçmek bir yana geceleri giderek artıyor ve üç gün sonra çok ağır bir gribe yakalandığımı anlıyorum.