Anlaşalım sevgilim, benden sonra kimseyi sevmeyeceksin.
Çok seyahat edebilirsin ama gittiğin yeni coğrafyalarda tek bir saç telini bile yabancı bir yastıkta bırakmayacaksın.
Uçakta hep cam kenarında oturacaksın ki bulutları iyice görebil. Ama bir tek bulutu bile başkasının yüzüne benzetmeyeceksin.
Tren yolculuklarıyla şehirlerden şehirlere geçerken yemek vagonunda asla bir yabancıya kahve ısmarlamayacaksın. Kahve tehlikelidir. Kokusuna kolayca aşk karışır.
Otobüs yolculukları haddinden fazla uzun sürer, çok da tercih etmeyeceksin. Muavinle hemen arkadaş olacaksın. Mola yerlerinde şehirler arası yolların kenarlarındaki sarı kahve tonlarındaki manzaralara bakıp, saçlarımdan bastığım topraklara, yalnızca beni hatırlayacaksın.
Direksiyonunda olduğun uzun yolculuklarda, ben orada olmasam da kafanı hiç sağa çevirmeden, çünkü dönüp bakmana gerek yok, içinden bana yepyeni hikayeler anlatacaksın. Geriye kalan tüm zamanlar bu hikayeleri bana anlatmak için biriktirmekle geçecek. Yaşamak birine anlatırsan gerçek bir şey ve sen bunu zaten biliyorsun. Ve sen zaten benden vazgeçtiğin zamanlarda bile benimle konuşmaktan vazgeçmiyorsun.
Üzgünüm ama artık feribota binmeyeceksin. Hiçbir martıya simit atmayacak, cam kenarında çay içmeyecek ve geride kalan dalgalı deniz manzaralarının fotoğraflarını çekmeyeceksin.
Çok içki içebilir, sarhoş olabilir, sokaklarda şarkı söyleyebilir ya da loş bir köşede uzaklara dalıp gidebilirsin ama çakırkeyif olduğun zamanlar kederle kadeh tokuşturmayacaksın.
Kurulan her içki sofrasında kendine has kokusu olan ılık bir an vardır; biraz doymuşsundur, alkol kanına karışmış ve geçmiş olanca yüküyle içine hücum etmiştir. Hüsranla biten beraberlikler kendi yüklerinden kurtulup, katlanılabilir hatıralara dönüşmüşlerdir. Hayatın tüm yaşanmışlığını kabullenmiş ve incecik bir kalenderlikle, ne yaşandıysa iyi ki yaşandı, demişsindir. O an kadehini kaldırıp, balık eti Osmanlı cariyelerine benzeyen bu dünyanın göbeğine parmağının ucuyla baş harfimi yazıp, hemen ardından da tüm sakinliğinle üzerine bir çizik atacak olursun. Yapmayacaksın.
O kadehi elinde uzun uzun tutup, ne düşündüğünü bilmeden beni düşünecek sonra da kadehte kalanı bir dikişte içip bitireceksin. Beni, hemen yanındaki sandalyede oturmadığım o meyhanelerde ansızın öldürmeyeceksin. Masanın üzerinde ağır yaralı yatıyor olacağım ve sen kavun kokan ellerinle saçımı okşayacaksın.
Çok güzel gömlekler giyebilirsin. Her desenden ve renkten gömleklerini dolabında yan yana dizip, baktığında yeni yazılmış bir kısa hikayeye benzetebilirsin. Bir terziye gidip tüm hatlarının sayılardan kaçlara denk geldiğini öğrenerek, dünyada bir eşi daha olmayan gömlekler diktirebilirsin. Prova esnasında aynaya baktığında göbeğini biraz içeri çekebilir, kendini bir parça beğenip, o gün oradan gülümseyerek çıkabilirsin. Gömlek ceplerine bazen kurumuş çiçek dalları bazen desenli mendiller doldurabilirsin. Ağlayan birini gördüğünde hemen çıkarıp mendilini uzatabilirsin. Her gözyaşı incelikle silinmeyi hak eder en nihayetinde. Yalnız, giydiğin gömleğin tüm düğmelerini aynı anda iliklemeyeceksin. Hayatın, içine hiçbir yerinden dolamayacağı açıklıksız bir giysiye müsaade edemem. Sokakta durmuş çöpleri karıştıran kedileri izlerken, bir masada anlattığın anılarla nasıl olup da kimsenin ilgilenmediğine hayret ederken, ansızın biri gelip şu ana kadar tanışmamış olmanızı kaderin bir oyunu sayıp sana gülümserken, en azından yakandaki bir düğme açık olsun ki günler içine dolsun. Evden çıkarken kaç düğmen açıksa eve o kadar sayıda açık düğmeyle döneceksin. Yahudiler çok acı kayıplarının ardından o kişinin cenazelerine bir düğmelerini bırakırlarmış. Sen düğmelerini benim bulamayacağım yerlerde bırakmayacaksın.
En güzel gün batımlarını hüzünlüyken görür insan. Birer adım geriye çekile çekile dünyanın etrafında dönse de bitmeyen bir gün batımıyla ölmüş olsa ister bazen. Sen de batan güneşe karşı gözlerini bile kısmadan saatlerce oturabilir, o an yanındaki birinin elini tutabilir, çok da istiyorsan uzanıp boynundan öpebilirsin. Ama sen yine de çok da isteme. Bunlar olurken neden yine de bir parça hüzünlü olduğunu anlamayacaksın. İçine biraz dolan ama sonra dolduğundan daha çoğunu yanına alıp hızla uzaklaşan hissin ne olduğunu kavrayamayacaksın. Bu midemin altındaki boşluktan içime esen rüzgarlar beni hasta eder mi diye tasalanacaksın. O kadar.
Ama asla bir gün doğumunun karşısında beni aramadan oturmayacaksın. Sesimin karışmadığı yeni sabahlar gözünün önünde doğmayacak. Fırında ekşi mayalı köy ekmeği gibi kızaran güneşten bir parçayı bensiz koparıp yemeyeceksin. Biri sana buranın gün doğumu çok güzel oluyor, nasıl olsa beraber sabahladık sokaklarda, dediğinde, az sonra benim uykudan uyandırılmış sesimi duyacağını bileceksin. İçine henüz olmamış ada üzümlerinin tadına benzer bir burukluk düşecek. Şekeri sana az gelecek. Belki çok yoruldum gidip yatalım, diyeceksin. Belki de demeyeceksin. Ama hep birinden birini tercih edeceksin.
Kimsenin elini avucunun içinde çok küçük ve yaralı bir kuşu tutar gibi tutmayacaksın. Parmak uçlarını avucundaki çizgilerin üzerinde gezdirip içinden kader çizgisi hangisiydi diye düşünmeyeceksin. Çok merak etsen bile kimseye parmaklarındaki ve bileklerindeki küçük yara izlerinin nasıl olduğunu sormayacaksın. Ayak parmaklarının şekliyle ya da bileklerinin inceliğiyle ilgili yorumlar yapmayacaksın. Asla ama asla, ne kadar şehvetli bir an olursa olsun, uzanıp ayak bileğinden öpmeyeceksin.
Dünyanın tüm denizlerinde dilediğince yüzeceksin. Bazen derin buruşana kadar suyun içinde kalıp, bana yazdığın mektuplara elinle yakaladığın balıkların pullarından yapıştıracaksın. Bazen deniz kestaneleri toplayacaksın. Bir kış gecesi ilk defa gittiğimiz bir dağ evinde, odanın ortasına kurulmuş demir döküm sobada pişirmek üzere ceplerine dolduracaksın. O kestanelerin o şekilde yenmediğini ikimiz de biliyor ama buna çok komik bir şakaymış gibi gülmeye devam ediyor olacağız. Yosunlara basacaksın. Ayağına ucu sivri taşlar batacak. Sabahın erkeninde kimseler yokken dünyada bir başınaymışcasına huzurla dalıp gideceksin. Dipten kum çıkaracaksın. Ama asla uzaklarda bir adaya kadar yüzüp hayatının sonuna dek orada yaşamaya karar vermeyeceksin. Adaların ruhu vardır. İnsanı çiğner ve yutar. Eğer bir gün yutulmaya karar verirsen beni de çağıracaksın.
Bensiz Meksika'ya gitmeyeceksin. Zaten hiç gitmemiş ve büyük ihtimalle hiç gitmeyecek olabilirsin. Konumuz bu değil. Bir gün tüm hayatını değiştirmeye karar verip hava alanına koşsan ve ilk kalkan uçağa bir bilet istiyorum desen, bankodaki kadın sana tuhaf tuhaf bakıp Meksika' ya dese bile, duracaksın. O topraklarda ikimize, ikimizin geçirdiği ve geçirmesi gerekirken geçiremeyeceği zamanlara ait kokular, renkler, tatlar ve hiçbir duyumuzla açıklayamayacağız hisler var. Bir öğleden sonrayı dünyanın son günüymüşcesine rehavet içinde, sarının her tonunun üzerimizden sekip havaya karıştığını izleyerek geçirmediğimiz o seyahate çıkamayacaksın. Ateşe dokunmaya yakın acılıkta biberleri yiyemeyecek, içindeki solucanın gerçek olmadığına inanmak için üst üste sorduğun sorulara aldığın cevaba rağmen hayatında içtiğin en güzel şey olacak o tekilaları içemeyecek, baharat kokusunun tüm göğü kapladığı yemekleri tadamayacaksın. Kaktüslere dokunmak istiyorum çünkü sen yanımdayken. Devasa şapkamla bir kapı önünde oturup gelen geçeni izlerken elini tutmak, yattığım öğle uykularından sırtına bakarak uyanmak istiyorum. Çok sarhoş olup bir kumsalda sızmak, gün doğarken üzerime vuran aydınlıkla gözlerimi araladığımda kumların dolduğu saçlarım yüzüne değsin istiyorum. Olmuyor mu, pekala, o zaman sen de Meksika'ya gitmeyeceksin.
Sende kalan diş fırçamı atmayacaksın. Bırakacaksın sana her sabah günaydın desin. Her gece uykuya uğurlasın. Görmek istemiyorum ki demeyeceksin. Yok ederek kaybolmuyor insanlar hayattan ve sen zaten bunu da biliyorsun. Yok ettiğimizle de yaşayabiliriz ve sen de yaşayacaksın.
Hiç kimseye sarı bir kazak hediye etmeyeceksin. Kimse senin verdiğin kalemlerin ucundan günlük planlar akıtmayacak sayfalara. Kelimelere karışmayacaksın. Kağıtların hamuruna da.
Küçük çocukların sabah sıcaklıkları vardır. Neşe kokan pijamalarıyla sabah gelip sarıldıklarında insanı ısıtırlar. Bedenleri uykuda dünyaya ait tüm çirkinlikten arınmış ve çok daha ulvi bir hissin merhametiyle ısınmıştır. İşte sen hiçbir yetişkine o sıcaklıkta huzur bulur gibi sarılmayacaksın. Kimsenin sinesine kafanı dayayıp gözlerini kapattığında zaman ve yerin yok olduğu o pürüzsüz hiçlikte kaybolmayacaksın. Bazı tenlere dokundukça insanın elleri genişler, parmak uçları sarp dağların hemen arkasında uzanan geniş ovalara dönüşürcesine büyür. Tüm hayatını topraktan kazanmış insanlar ellerini hiçbir şeye sakınarak uzatmazlar. Düşünmeden tutar koparırlar yabani otları. Ellerini boyayan taze cevizleri oturur tek tek kırarlar. Sen öyle olmayacaksın. Birinin sere serpe bedeni önünde uzanırken, durun, diye sesleneceksin dört nala koşan atlılara. Durduracaksın. Atları bağlayın, geceyi burada geçireceğiz deyip, bir gözünü hiç kapatmadan tavşan uykusuna yatacaksın karanlık ağaçların altında. Uyuyan gözün bir rüya görecek. O rüyadan hemen sonra gün ağaracak. Gün doğumunda beni arayacaksın. Bambaşka kestirme yollar bulacaksın. Oysa kestirme yollar da bir yere varmayacak.
Çok mu zor. Evet, kolay olmayacak.
İçindeki karanlıkla düşman olmayacaksın. O karanlığın içinde benim saç kırıklarım, sabaha karşı görülmüş kabuslarım, karın ağrılarım, iştahsızlıklarım, çatlamış dudaklarım, ağlarken akmış maskaralarım, dibi tutmuş tarhana çorbalarım, bir türlü kurtulamadığım imla hatalarım, ne kadar uğraşsam düzelmeyen yanlış anlaşılmalarım, tozlu kitap raflarım, paramparça edilmiş külotlu çoraplarım, kimse anlamasın diye duşta sessizce ağlamalarım, vicdan azaplarım, kendimi ince ince kestiğim ucu kör bıçaklarım, bulunma umuduyla kaybolmuşluklarım, bir zaman üzerinde ağladım diye çıkıp gitmeye kalkan omuzların var. İğne ucu kadar delikler açıp havalandırabilirsin ama gün ışığını oralara musallat etmeyeceksin.
Küsmeyeceksin. Bana ya da hayata ya da yanından geçerken üzerine çamur sıçratan arabaya, evdeki son ekmek dilimini yakan kızartma makinasına, her fotoğrafta bir kanadı daha yukarıda çıkan papyona, son anda kaçırdığın uçağa, çok yağıp yolları tıkadığı için bembeyaz karlara, kahveni olması gerekenden hep daha acı getiren garsona, ne kadar uğraşsan alamadığın ihalelere, yeni yıkanmış arabanın hep aynı yerlerini pisleten martılara, yakası yıprandı diye en sevdiğin kazağa, erken uyanman gereken karanlık kış sabahlarına, yetişemediğin toplantılara, vizyondayken izleyemediğin filmlere, vakit bulup gidemediğin konserlere, hep bir sonraya ertelenen yaz tatillerine, erken ölen sevdiklerine, hep geç kalanlara ve aslında hiç var olmayanlara bile küsmeyeceksin. Yaşanamadıkça içten içe seni zehirleyen günlerle ağırlaşmayacaksın. Biraz kurumuş ama rengini kaybetmemiş bir çınar yaprağı gibi gelen ve giden her şeyi kabullenerek rüzgarla sürükleneceksin. İçinden geçeceksin üzerine doğru gelen her şeyin. Korkmayacaksın. Çünkü bunların hepsinin gerisinde bir yerde ben küsüyor, sabahtan geceye paramparça oluyor sonra da geceden sabaha tüm parçaları olması gereken yerlere en baştan yerleştiriyor, olan ve olabilecek her şeyden çok sopa yemiş bir sokak köpeği gibi korkuyor, kayboluyor, kaybolduklarımın içinde tanıdık hiçbir iz bulamayana kadar yürüyor olacağım. Senin yerine de.
Yine de anlaşalım sevgilim, benden sonra kimseyi sevmeyeceksin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder