13 Kasım 2015 Cuma

Leylak.

Biliyor musunuz, bilinçli olarak kararsız olmak diye bir şey yoktu aslında. Sıradanlığa yergi vardı. Tedirgin etmeyen günlere ve meydan okumayan kişilere içten içe, yukarıdan, küstahça bir bakış. Bir şeyleri başka şeyler için riske etme yoluna girmedikçe, geçtiğimiz her kaldırım taşına ayağımızın ucuyla attığımız görünmez tekmeler vardı. Her baktığımız aynada, kendi gözlerimizin içine hiç de bakamadan, hep daha fazlasını isteme hakkını kendinde kuşkusuzca gören biri. Bir yandan da nedenlerinden listeler yapamasa da, daha fazlasını hak ettiğine dair devasa bir inanç. Mutlulukla, küçük bir çocuğa gece uykusundan ağlayarak uyanıp anlattığı korkunç bir rüyadaki canavarların gerçek olmadığını anlatan yetişkin ses tonuyla konuşmak vardı. Mutluluğun insanı hafifleten ve ayaklarının hem yere basmasına hem de bir uçan balon gibi yere belli bir mesafeden hafiflikle bakabilmesine olanak sağlayan bir yanı vardı. Bu his sabahları nerede uyanıldığını önemsizleştiriyor ve gün içinde yaşanacak her şeyi akşama ulaşmanın önündeki engeller haline getiriyordu. Mutluluğun da bir süre sonra görünmezleşmek gibi bir sorunu vardı. İnsan bir yerden sonra onu, ona ait bir parça sanmaya ve içinde doldurduğu boşlukları hafife almaya başlıyordu. Her sabah aynı insana sarılarak uyanıyorum ve neden o papatya yerine leylak gibi kokmuyor ki, diye kendini sorulara boğmak vardı. Leylak kokan birini aramaya çıkan adamın hikayesi bu.

Adam kim olduğunu bilmiyordu.
Doğuştan kör olmak gibi bir şeydi. Kafasında canlandırdığı şeylerle gerçekten var olanların doğruluğunu ancak ölünce gideceği bir cennette karşılaştırabileceğine inanıyordu. Hatta bu hayatta çok çektiği için ölünce bir süre cennette yaşayıp sonra şahin bakışlı biri olarak dünyaya geri döneceğine de. Bu adam da, bir sonraki hayatında elinde kafasındaki tüm soruların cevaplarının yazdığı yazar kasa fişine benzer dev bir ruloyla doğacağına neredeyse emindi. Ben rakı sever miyim diye soracaktı bir meyhane kapısından girerken mesela kendine, hemen fişi alıp R harfini bulacak ve rakı başlığının altında buzsuz ve az sulu sever, yanında da kızarmış ekmekle acılı meze yer, yazacaktı. Vapurda nerede oturacağına karar veremediğinde V harfini bulacaktı ve bu hayatınızda vapura binmeniz yasaktır, yazısını görünce koşarak geriye dönecek, vapur tam hareket edecekken karaya atlayacaktı. Neli olsun dondurmanız, diye soran dondurmacı kızın önce kalçalarının ne sıkı olduğuna bakıp, sonra D harfinde, çikolata ve fıstık, yazan yeri bulması yalnızca birkaç dakikasını alacaktı. Belki bazen her yere taşıdığı dev rulodan sıkılacaktı. Belki omuzları sürekli ağrıyacak, belinde erken teşhis edilen bir fıtık çıkacaktı ilerleyen zamanlarda ama dert etmeyecekti. Fıtık ameliyatı için F harfine açıp bakması yetecekti. Oysa şimdi, çoğu zaman çoğu şeyi bilemiyordu. Kafası karışıktı. Hem de hep. Bazı zamanlar hayali kağıt rulosunun olduğu yere bakıp hayıflanıyor, sırada bekleyen insanları daha fazla bekletmemek için limonlu ananaslı dondurmalar alıyor ve daha yarısını yiyemeden külahıyla beraber en yakın çöpe atıyordu. O gün heyecandan ayaklarını yerden kesen şeylerden bir zaman sonra basit olaylar gibi bahsediyordu. Kış başında çok severek aldığı çizgili bir kazağı kış sonuna doğru dolabın diplerinde bir yere tiksintiyle itiyor, seneye yine sevmek umuduyla kendinden saklıyordu. Yumurtasını bazen kayısı kıvamında yiyor bazen de göz göz olmadılar diye kahvaltılara küsüyordu. Deniz tatillerinde mi yoksa dağ evlerinde geçirdiği şömine başı tatillerde mi daha çok huzur buluyor bilmiyordu. Yanından geçen biri sarışın biri esmer iki kadından hangisini daha çekici bulduğuna karar veremeden adımları o semti terk etmiş oluyordu. Alışveriş yapamıyordu. Evde domates bitti dediğinde papatya kokan kadın, marketten kokteyl, tarla, pembe, şeker ne kadar domates varsa birer kilo alıp geliyordu. Hatta bazen birkaç kutu doğranmış domates ve salça da aldığı oluyordu.

 Kadınla nasıl tanışmışlardı diye merak ettiyseniz, kadın pek hatırlamıyordu. Adamın hangi içkiyi içeceğine karar veremediğinden bütün kokteyllerden birer tane sipariş ettiği bir geceydi. Daracık masanın üzerinde 26 tane irili ufaklı bardak dikiliyordu. Garsonlar olan biteni anlayamıyor ama seslerini de çıkarmıyorlardı. Adamın yanında iki tane yakın arkadaşı vardı. Adamın tuhaflıklarına alışkındılar, şaşırmıyorlardı. Kendi aralarında konunun para olduğu koyu bir sohbete daldıklarından adam kendini biraz dışlanmış hissediyordu. Sırtı pencereye dönüktü ve dışarısı buz gibiydi. Hava kar topluyordu. Gecenin sonunda dışarıya çıktıklarında sokakları bembeyaz bulacaklardı. Adam yirmi altı bardağın yedi tanesini bitirmiş olduğundan soğuğu pek hissetmiyor olacaktı. 
Kadın masalarının yanından ilk geçişinde tuvaletten dönüyordu. Masanın üzerinde duran bardaklara takılmıştı gözü. İçinden gülmüştü. İçinden pek çok şeye gülerdi. İkinci geçişinde telefondaki sesin ne dediğini anlamak için koridora çıkıyordu. Geri dönerken masaya yine baktı, bu kez kaç bardak olduğunu saydı. Üçüncü seferi sigara içmek için balkona çıkışının dönüşüydü. Adamla göz göze geldiler. Kadın gözlerini kaçırmadı. Adam öyle uzun uzun bakmadı. Aradan zaman geçti. Dördüncü geçişinde kadın kör kütük sarhoştu. Dışarıda kar başlamıştı. Koluna girdiği arkadaşı tuvalete doğru çekiştirirken kadın kafasını kaldırdı ve düşen karları gördü. Yılın ilk karıydı. Ve nedense buna çok sevindi. İçinden değil dışından, kahkahalarla güldü bu kez. Ve bir an başı fena halde döndüğünden artık üzerinde on iki bardağın kaldığı  masaya çarptı. Masa gürültüyle devrildi. Cam kırıkları her yere sıçradı ama kimseyi kesmedi. Adam sanki masayı deviren kadın değilmiş de kadıncağız bir saldırıya maruz kalmış gibi kadını arkadaşının kolundan şefkatle çıkardı. Çantasını aldı. Kadını tek hareketle kavrayıp, donmaya yüz tutmuş yollarda bulduğu ilk taksiye bindirdi. Kendi de yanına oturdu ve şoföre kendi evini tarif etti. Bir an bile tereddüde kapılmadı. Hiç tanımadığı bu kadına kendi pijamalarından giydirdi. Üzerini sıkıca örttü ve yanına yatıp uyudu. 
Kadın ertesi sabah baş ağrısıyla uyandığında her yer bembeyazdı. Önce şaşırdı. Yatağın yanındaki rafa sıralanmış kutuları saydı yattığı yerden. Odaya vuran beyaz ışık gözünü aldı. Adama baktı sessizce. O sırada midesi bulandı. Gidip kustu. Banyodan çıktığında adamı onu kapıda beklerken buldu. İyi misin, dedi adam. Kafasını salladı yalnızca. Adam uzanıp elini tuttu. Bir bardak suyun yarısıyla bir ağrı kesici içti kadın. Bu defa sarıldılar yatakta. Yine uyudular. 
Uyandıktan sonraki iki gün boyunca aynı pijamalarla o evin içinde, üç buçuk şişe şarap içtiler, yarım kiloya yakın peynirle on iki dilim kızarmış ekmek yediler. Dört litre çayın yanında bir paket çikolatalı bisküviyi ve buzlukta buldukları bir zaman yapılıp unutulmuş yarım kalıp mozaik pastayı yalayıp yuttular. Kestane pişirdi bir akşam adam. Yaklaşık dokuz kilo portakalın suyunu sıkıp içtiler. Nar soydular masanın başında otururken. Bir filmin tamamını izlediler, bir filmi yarıda bıraktılar. Çocukluklarını anlattılar sarhoş olmaya yaklaştıkları bir anda. İki yüz on bir kez öpüştüler. Günler sonra evden dışarıya adım attıklarında tamamlanmış bir bütün gibi hissetmiyorlardı, hayır, köklerini derinine saldıkça bir bütüne kolayca tamamlanabilecekleri bir toprak bulmuş gibi rahatlamış hissediyorlardı. O kış hiç üşümediler.

İlkbahar o sene ayaklarını sürüyerek geldi. Yaz ise henüz hiç gelmeyecek gibiydi. Mayolar, ılık deniz suyu ve sahilde içilecek rakılar bir çekmecede kendi aralarında muhabbet ederek bekliyorlardı. Adam bu mevsimlerin hiçbirinde kim olduğunu biliyor değildi. Bunlar yaşanırken de bilmiyordu. Bazı anlar içinde dev bir huzursuzluğun büyüdüğünü hissediyordu. Beraber uyandıkları bazı sabahlar nefes nefese buluyordu kendini. O kadar. Saçlarını kokluyordu kadının ve kendiliğinden belirivermiş  bu müthiş tercihi için kendiyle gurur  duyuyordu. Kadının saçlarına yüzünü gömüyor ve aklındaki her şey silinerek uyuyordu. O gece yine öyle uyumuştu. Sabah alarm sesini duyduğunda beş dakika daha uyumakla hemen kalkmak arasında kararsız kaldı. Düşünerek geçirdiği iki dakikanın ardından kalktı. Yatakta boşalan tarafa kadın kolunu uzattı. Kafasını kendi yastığından kaldırıp adamın yastığına koydu. Adam yüzmeye mi gitse koşsa mı diye düşündü. Kahvaltı etmeye karar verdi. Çayın suyunu koydu. Zeytinlerin üzerinde yağ gezdirdi. Kekik serpti bol bol. Birden aklına bir şey gelmiş gibi yatak odasına gitti. Yatağın başında dikildi, baktı. Uzun  uzun baktı. Leylak kokusu yine burnuna doldu. Saçlarını okşarmış gibi yaparken kadının her saç teline ayrı ayrı baktı. Bakmak hiç bu kadar kırıcı bir eylem olmamıştır tarihinde. Şiddetinden kadının saç uçları kırıldı.

Biliyor musunuz, bilinçli olarak kararsız olmak diye bir şey yoktu aslında. Sıradanlığa yergi vardı. Tedirgin etmeyen günlere ve meydan okumayan kişilere içten içe, yukarıdan, küstahça bir bakış. O bakış o an hayali ruloyu devirdi. Rulo, şehrin bütün yokuşlarından aşağıya yuvarlandı. Parkların içinden, ağaçların etrafından dolanarak, yürüyüş yollarının kenarlarındaki taşlarda uçları yıpranarak, kurumuş yaprakları hışırdatarak, insanların üzerinden, altından, yanından sarılarak, bisikletlerin kornalarına, vapurların düdüklerine, yangın alarmlarının sirenlerine basarak, vitrin önlerinden geçerken gözü takılarak, kararsız kaldığı yerlerde yazı tura atarak, koşarak, kaçarak, saklanarak, atlayarak, kaldırım çatlaklarından sızarak, denize doğru aktı gitti. Şehrin insanları önlerine serilen rulonun üzerine eğilip dikkatlice baktılar. Tek gördükleri yeni yıkanmış çarşaflar gibi bir bembeyazlıktı. 
Ve leylak. Hayır, bu gezegende leylak diye bir çiçek asla var olmamıştı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder