Üçümüz oturuyorduk. Gergindik. İkisi sigara üzerine sigara yakıyorlardı. Mümkün olsa bir sigarayı diğerinin ucuna, onları da birbirlerinin sigaralarına bağlayıp bir duman bulutunun içinde görünmez olacaklardı. Oysa olmalarına izin veremezdim. Gerginlik beni incelmiş bileklerimden daha da inceltiyordu. Hırkamın ucuyla oynayıp duruyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gözlerimi dikmiş, hiç konuşmayan ağızlarından çıkan dumanları izliyordum. Alınlarındaki kırışıklıklar şimdiki kadar çok değildi. Ellerinin üzerinde lekeler oluşmamıştı. Onlar da ne yapacaklarını bilemiyorlardı belli ki. Samimiyetsiz ve bölük pürçük sözcükler üzerimize ara ara konup geçiyorlardı. Anlamsız bir gülümsemenin ardına saklanmıştım. Şimdi ne olacak diye tutup sarsmak istiyordum kollarından, yapamıyordum. Gece mi daha çok dokunur yalnızlık yorganın dışında kalan ellerime, okul dönüşü buzdolabını açıp uzun uzun yumurtalarla kırma zeytin kavanozuna baktığımda mı? Bir sürahi suyu iki günde bitiremediğimi gördüğümde mi daha çok acır canım yoksa koltukta uyuyakaldığım gecelerde sabaha karşı üşümekten içim titremiş uyanıp, üzerime kimsenin bir şey örtmediğini fark ettiğimde mi? Soramıyordum. Bu kadar korkuyor olmaktan biraz da utanıyordum. Annemin saçlarında tek bir beyaz yoktu henüz. Bu sebepten olsun da istemiyordum.
Zaman koştu o sırada. Hava karardı. Gitme vakti geldi. Vedalaşırken sarıldık. Sokakta arabanın arkasından bakakaldığım o anı, çocukluk korkularımın yanında saklıyorum hala. Oysa yetişkindim ama o hissin de hiçbir yetişkin mantığıyla açıklanabilmesi mümkün değildi.
Giden mi zor kalan mı derler. Kalan olmak kolay değil. Arabanın ardından baktığım birkaç dakikadan sonra apartmana girdim. Ev en üst kattaydı. İstanbul'un o mahalleleri eskidir, yeni bina bulunmaz. Asansöre de rastlanmaz. Yedi katı döne döne çıktım. Kapıya vardığımda soluk soluğaydım. Nefeslenirken anahtarın dişlerinde parmaklarımı dolaştırdım. Kulağımı dayayıp kimsenin olmadığı evin sesini dinledim. Bir süre kapıya baktım. Bu kapıyı sevmeliyim, diye düşündüm. Her akşam gelip elimi üzerine koyunca bana şefkatle sarılmalı. Gözetleme deliğine gözümü dayayıp içeriye baktım. Kapının içine. Ya da belki o benim içime baktı. Kilitte dönen anahtar sesini revaçta bir şakının nakaratı gibi dilime taktım. Girdim içeriye. Balkon kapılarını kilitledim, pencereleri sıkı sıkı kapattım ve hiç susmayan martıların çığlıkları arasında uyur uyanık sabaha kadar yatakta döndüm.
Günler geçtikçe en son üçümüzün oturduğu odadaki sigara kokusu arttı. Pencereleri açıp havalandırdım. Portakallı oda kokusu aldım. Burnum alıştı, bazen duymazdan geldim. Bazı geceler dayanılmaz hale gelince kül tablasını alıp balkona çıkardım. O zaman bile o kül tablasındaki izmaritleri çöpe boşaltıp kendimi bu işkenceden kurtaramadım. Eve girdiğimde aldığım o kokuda babamın nefesini duydum. Sıcak bir beraber olma hissinde teselli buldum tek başıma otururken. Bir gece gazetenin üzerine hepsini döktüm. Anneminkilerde ruj izi vardı. Onları sağa ayırdım. Kurşun askerler gibi dizildiler önümde. Öpülmüş olan şanslılar ve diğerleri. On bir adet izmarit. Rujlular kıl payı mağlup. Rujun pembeliği hala orada. Filtrelerine dokundum. Kokladım tek tek. Sigara kokusu hiç sevmem hala. Yirmi gün geçmişti ki gidip külü boşalttım. Yan balkonda acı kırmızı biberleri kurutan kadına öykündüm. Aldım izmaritleri bir misinaya dizdim. Bir rujlu bir rujsuz. Kapının arkasına astım. Yıllarca beraber yaşadık, taşınırken sanırım nakliyeciler ne olduğunu anlayamayıp attılar. Bulamadım.
Aradan uzun seneler geçti.
Kapının kilidini çevirirken aklımdan aynı melodi geçiyor. Kapının arkasında rakılara atılmış buzlardan, nar tanelerinden, bisiklet pedallarından, gözyaşlarından, defter kenarlarına çizilmiş anlamsız şekillerden, pazar kahvaltılarından, denizlerden, balık pullarından, karlı kışlardan, boyama kitaplarından, altı çizilmiş kitap cümlelerinden, dolma kalem mürekkeplerinden, çok gülünmüş akşamlardan, cepte saklanmış çakıl taşlarından, sarhoş olunmuş meyhanelerden, kurutulmuş çiçeklerden, deliksiz uyunmuş uykulardan, hıçkırıklardan, açılan hediye paketlerinden, ağlayınca göz kalemi silinmiş mendillerden, bir gün ansızın koltuğun altından çıkan çorap teklerinden, heyecanla anlatılan hikayelere verilen komik tepkilerden, kahve fincanlarından, kapı önünden geçen bozacı seslerinden, çalan kapı zillerinden, deniz manzaralarından, akşam yemeği fişlerinden, şarap kadehlerinden, el ele tutuşmalardan, durup gözünün içine bakmalardan, yastıkta kalan baş izlerinden, havlularda kalan parmak izlerinden, bir ağlatıp bir güldüren darmadağın hislerinden kalanları asmak için dev bir misina aldım. Sağlam çıktı, hala kopmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder