5 Aralık 2022 Pazartesi

Kumsal

 Gün 1: P.' nin bembeyaz sırtına iki avuç güneş kremi sürdüm. Teni pürüzsüz ve yumuşacık. Ellerimde ve sırtında beyaz dalgalar kaldı. Etrafta koşturan yaşıtı ve daha büyük çocuklar kapkara olmuşlar. Hepsinin vücudunda mayo izleri var. Yalın ayaklar. Kimin, hangi çocuğun annesi olduğunu anlayamıyorum. Herkesin birbirini tanıdığı, eski bir mahalleyi alıp kumların üzerine oturtmuşlar. Şezlong yok. Şemsiye yok. Havluların üzerinde küçük boy soğutucular, sırt çantaları, el çantaları, eşantiyon verilmiş boy boy çantalar var. Çantaların fermuarları durmaksızın açılıp kapanıyor. Kimin çantasından ne çıkacağını tahmin etmek imkansız. Yanımızda oturan yaşlı çift, havluların üzerine kahvaltılık küçük kapları çıkardılar. Yaşlı adam haşlanmış yumurtasının yarısını bir ısırıkta yedi. Sonra da cam çay bardağını kumların arasına sokup, arkasına yaslandı. Bomboş bakışlarını denize dikti. Uzaktan birbiriyle yarışıyor gibi gözüken bir tanker ve bir yolcu gemisi geçiyor. Hava sıcak ve rüzgarlı. Arada bir kumsaldaki bütün kumlar yerinden kalkıp başka bir yere oturuyor. İnsanlar da sürekli yerlerinden kalkıp denizin içine doğru yürüyorlar. Çok azı gerçekten yüzüyor. Çoğu beline kadar ıslanıp serinliyor. Kimisi yalnızca ayaklarını sokup geri çıkıyor. P. şapkasına alışamadı. Arada bir çıkarıp kumların üzerine fırlatıyor. Ben de hemen yerden alıp, kumlarını silkeliyor ve gerisin geriye kafasına takıyorum. Su, diyor yanıma gelip. İçinde su da olan büyük çantayı kucağıma alıp, içini karıştırmaya başlıyorum. Su, ıslak mendil, saklama kabı içinde soyulmuş şeftaliler, yıkanmış kayısılar, çiğ badem, hurma ve karabuğday unundan yapılmış krakerler var. Kraker ister misin, diyorum. Kafasını iki yanına sallıyor. Ağzına çekirdeğini çıkardığım hurmanın yarısını sokuşturuyorum. Çiğneyerek, kazmaya çalıştığı havuzun yanına geri dönüyor. Sanki ben yokum, yetişkinler, açlık, zaman yok. Elindeki sarı su kovasını yüzlerce kez denize daldırıp dolduruyor. Denizin içinde dizlerine kadar ilerleyip, geri dönüyor. Dalgaları sevmiyor. Havuzun içine döktüğü sular birikiyor. Ayak bileklerine kadar yükseldiğinde, halinden memnun. Havuzun içine oturuyor. Denize doğru bakıp, muzaffer bir komutan edasıyla gülümsüyor. Kafasını çevirince ona diktiğim bakışları fark ediyor. Anne, diyor. Çok güzel olmuş, diyorum. Yanımızdan simitçi geçiyor. P. simitçiye bakıyor. Akşam yemeğine az kaldı, almayalım, diyorum. Bir şey demiyor. 


Gün 2: Yüzüne krem sürerken bir türlü yerinde duramıyor. Gözünün önünde üç yaşında bir çocuk ve altı yaşındaki ablası ellerindeki kürekleri kuma her sapladığında, içinde büyüyen gitme telaşı durdurulamaz hale geliyor. Sırtına krem süremeden koşup yanlarına gidiyor. Üç çocuk yüzlerindeki tuhaf ciddiyeti bir saniye bile bozmadan, durmadan, sıkılmadan kazıyorlar. 

Bugün nem fazla. Havadaki nemi kollarımda, sırtımda, bacaklarımda ve ense kökümde hissediyorum. Kendimi bir bez parçası gibi burgu yapıp sıkabilsem, litrelerce su akacak. Belki de bu yüzden bunaldım. Aldığım nefesler vücudumda ulaşmaları gereken yerlere varamıyor gibiler. Dalga sesleri, çocuk bağırışları, yüksek sesli gülüşmeler, yakındaki kafede çalan şarkılar birden sessizleşti. Etrafta benden başka hiçbir şey kalmamış gibi bir boşluk duygusuna kapıldım. Kuma gömdüğüm ayaklarıma diktiğim bakışlarımı etrafta dolaştırsam, tahta iskelenin ucuna tünemiş martıları, iğde ağaçlarının gölgesinde oturup denizdeki torunlarını izleyen anneanneleri ve tüm dünya işlerinden azade görünen yazlıkçıların sıcak kumsala uzandığını görebilirdim. Gördüğüm an da kıskanmaya başlardım. Onların ceplerini doldurup taşan, üstlerine başlarına bulaşan, yolları, denizleri ve şehirleri aşan ama bende zerresi olmayan bu boş vakit canımı sıkıyordu. Bazısı elindeki kitabı okuyor, aklı üzerinden geçen bir buluta, uçağa ya da uzaktan geçen bir yük gemisine takıldığından gözlerinin zihninden ileriye gittiğini, okuduğu satırlardan aklında hiçbir şey kalmadığını fark edip sayfaları sürekli başa sarıyordu. Bazısı altına serdiği havlunun üzerinde yüz üstü yatmış, havlunun desenlerine bakarken, el parmakları kumların arasında denk geldiği taşları bilinçsizce topluyor ya da atıp, etrafa saçıyordu. Kimisi birlikte geldiği çocukları ortaya salıvermiş, çocuklar kan ter içinde bir topun, kozalağın ya da karton kahve bardağının peşinde koşarken daha çok koşsunlar ve de eve gittiklerinde yorgunluktan sızıp kolayca uyuyuversinler diye ya sesini çıkarmadan çocuğu ve aslında günün kolayca geçip gidişini izliyor ya da onları daha çok koşmaya teşvik edecek cümleler kuruyordu. Kendi kendine ıssız bir köşede oturan da vardı. Kalabalık kadın grubunun içinde içtiği çaylar midesini bulandırmaya başladığında, orada ne aradığını düşünmeye başlayanlar da. Güneş başına geçip, beti benzi atmış halde her yerine bronzlaştırıcı süren de. Geniş kenarlıklı şapkasının altında gözlerini kapatmış uyuklayan da. Bir an, ne kadar zamandır P.'ye bakmadığımı düşünüp panikle onu en son gördüğüm yere dönüyorum. Yok. Az ilerideki bir havlunun üzerine oturmuş. Beraber oynadığı çocukların annesi olduğunu tahmin ettiğim kadının eline tutuşturduğu simit parçasını iştahla kemiriyor. Kumlar ağzının kenarlarına yapışıyor. Şapkası kayıp.


Gün 3: Yan havluyla aramda bir metre mesafe var. Koca sahilde neden tanımadığım insanlarla bu kadar dip dibe oturduğumuzu bilmiyorum. Bugün en rahat mayomu giydim ve etrafımdaki yaşlı hanımların rahatlığına ayak uydurup, göbeğimi içime çekmekten vazgeçtim. P. geldiği gibi dünkü arkadaşlarını gördü. Koşarak yanlarına gitti. Güneş kremini çantamın içinde bulamadım. Yanımda ince bir kitap getirdim. Aylardır çantamda benimle dolaşan ama ne hakkında olduğunu bile hatırlamadığım bir roman. Bir kadın uzun bir yolculuğa mı çıkıyordu yoksa gittiğini hayal mi ediyordu, neydi. Gözlerim birkaç saniye aralıklarla P.'yi kontrol ediyor. Bakmadığım zamanlarda bile bakıyorum. P. yanındaki kızla el ele tutuşmuş. Deniz bel hizalarında, dikiliyorlar. İkisi de iki yaşlarında, ikisi de henüz konuşmuyor. Konuşmaya da gerek duymuyorlar. Yanımdaki havluda oturan yaşlı hanım, bembeyaz bacaklarını iyice kremledikten sonra çantasından çıkardığı karton kahve fincanına termosundan kahve doldurup bana uzatıyor. Al, canım al, diyor. Buzdolabı poşetine doldurduğu küçük kurabiyelerden de bir avuç elime tutuşturuyor. Öyle teklifsizce içime derin bir nefes üflüyor. Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor ama dönüp bakınca nasıl geçtiğine hayret ediyorsun, diyor. Laf lafı açıyor. Kitabı kapatıp çantama geri koyuyorum. Kurabiyenin içindeki çikolata dilimin üzerine yayılıyor. 


Gün 9: P. geldiği gibi kumsalın her yerinde dün kaybolan kırmızı küreğini aradı. Bulamadı. Arkadaşları bugün gelmediler. Tatilleri bitmiş. P. üzülecek sandım ama hemen başka bir oğlanla arkadaş oldu. Birlikte denizden topladıkları deniz kabuklarını kovaya doldurdular. Birinin içinden yengeç gibi ayakları olan bir böcek çıktı. Önce korktular, sonra çok eğlendiler. P. geceleri deliksiz ve hiç uyumadığı kadar uzun uyuyor. Eskiden sabahın altısında kalkarken birkaç sabahtır sekize doğru ancak uyanıyor. Akşam P. uyuduktan sonra balkonda oturup şeftali ya da karpuz yiyorum. Saçlarımın önlerinin rengi açıldı. Derimdeki incecik gerginlik, derinden gelen bir gevşemeye eşlik ediyor. Kitap masanın üzerinde öylece duruyor. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Yıldızlar sanki bu gece doğuyor. Erkenden yatıp uyuyorum.


Gün 13: P. daha koşarak yanıma gelmeden simitçinin parasını hazırladım. Arkadan mısırcı geldi. Bir körpe mısırı ikiye bölüp paylaştık. P. nin bacakları kapkara. Elmacık kemikleri hafifçe pembe. Kucağımda oturmuş dişlerine sıkışan mısırları çıkarmaya çalışırken, uzanıp yanağımdan öpüyor. Kum, diyor. Evet, kum, diyorum. Havlunun üzerinde, kucak kucağa oturuyoruz. 


Gün 15: Yine geliriz, diyorum. Elimi tutuyor. Gölgesi gölgemin yanında uzuyor, uzuyor, uzuyor. Boyumu geçiyor.

7 Ağustos 2022 Pazar

Yani

Karanlıkta duvara yaslanıyorum. Buz gibi. Ürperiyorum. 

Bu duvar, tam 18 ay 5 gün önce boyandı. Boyanın ismi, çöl pembesi. 2020 yılı renk kartelasının üstten ikinci sırasında, en solda. Seçtiğim rengi gösterdiğimde, yani, demişti boya ustası, a harflerini mümkün olduğunca uzatarak. Ne yani, demiştim. Biraz bulanık bir renk demişti, insanın içini bayıyor. Pek çok şeyden vazgeçtiğimiz anların işte tam da karşımızdakinin yanilediği, sessiz kaldığı ama sessizliğin içinde bunun saçma bir fikir olduğunu bağırdığı anlar olduğunu öğrenmiştim. Beğenmedin mi, demiştim. Dışımdan. İçimden, sana ne ya, sana ne, beğenmiyorsan kendi evini boyama bu renge, derken ellerimi başımın üzerinde dolaşan kara sinekleri kovalar gibi sallayıp durmuştum. O sırada ustanın telefonu çalmıştı, konu değişmişti. Boyadıktan sonra, valla ben güzel olacağını düşünmemiştim baştan ama beğendim, deyince tuhaf bir galibiyet hissiyle ellerimi göbeğimin üzerinde kavuşturmuştum. Yedi buçuk aylık hamileydim. Göbeğim, ellerim, gözlerim ve boya kokusunu duymamak için sıktığım burnum tam oradaydılar. Yani burada. Bu koridorda.

Hamilelik insanı sürekli gelecek planları yapan birine dönüştürüyor. Şimdi, geleceğin bir provasına eviriliyor. Bir de oturduğunuz evde çocuk odası olabilecek bir oda daha yoksa emlakçılarla ve kiralık ev ilanlarıyla uzun bir mesai sizi bekliyor. Emlakçı bize bu evi gösterdiğinde çok sıcak bir mayıs günüydü. Kadın o kadar sevimsizdi ki, sırf onu bir daha görmemek için evi tutmayabilirdik. Gel gör ki o gece rüyamda sapsarı bir güneşin yıkadığı çocuk odasında kendimi görmüştüm. Hayalet gibi, ayaklarım yere değmeden havada süzülüyordum. Hemen hayra yordum. Rüyamda bu kocaman odalara ne koyacağımı düşünmemiştim. Ya da yerden ısıtmanın çalışıp çalışmadığını. Aidatın kış aylarında ne kadar olduğunu da sormamıştım. Banyodaki rutubet kokusunun nereden geldiğini de. Böyle detayları görmezden gelir, sinek kovalar ya da terden sırılsıklam olmuş bacaklarımı gazeteyle yeller gibi başımdan savarım, gider. Koltuklar kapıdan geçer mi, yatak başı apartman sahanlığından döner mi, aklım bunları teferruat olarak görür.  Başıma gelen nahoş olayların bir kısmını bu bakış açısına borçluyum. Bu genleri olduğu gibi bir küçük insana aktarmanın eşiğinde, belki babasına benzer yahu, deme iç ferahlığına da sahibim. Eski evimiz buna kıyasla o kadar küçüktü ki getirdiğimiz eşyalar salonun ortasında başka bir dünyadan gelmiş gibi kifayetsiz kaldılar. Eşyalar eve yerleştiklerinde ay sonuna yetmeyen maaşlar gibi nereye gittiklerini bile anlayamadık. Nakliyecilerin başındaki adam sırtındaki tekli koltuğu salona bırakıp, abla bir çocuk için evi bu kadar büyüttüyseniz ikinci çocukta şatoya taşınırsınız, demişti. Sende kaç çocuk var, demiştim. Beş, tane, deyince, e çok değil mi ne para yeter ne sabır onlara bakmaya, demiştim. Yani, demişti. A harfinin ne kadar uzun olduğunu tahmin edersiniz. Oda gerçekten ferah, aydınlık ve sabah saatlerinde güneşten sapsarıydı. Rüyalar, gece uykuları, yatak başı, üzerine yatamadığım karnım, daralan nefesim ve de geleceğe dair tüm ballı lokma hayaller oradaydılar. Yani burada. Bu koridorun hemen arkasındaki odada.

Uzun uzun dekorasyon dergilerini inceledikten sonra, ki artık karnım bir çeşit sehpa işlevi görecek büyüklüğe ulaşmıştı, salona bir cam masa sipariş etmeye karar verdim. Demirden, döküm ayakları olacaktı. Üzerinde de şahane bir camdan oval. Masada otururken hem metal ayakların parlamasını hem de kendi bacaklarımızı görebilecektik. Yemek yerken tabaklar, çatallar bıçaklar ve bizim hareket eden ellerimiz havada uçuyor gibi olacaktı. Ustayla salondaki kanepede oturmuş, masanın duracağı boşluğa bakarken, bu cam nasıl duracak peki bu ayakların üzerinde kendi kendine demişti, bağlantısı olmayacak mı? Nasıl bir bağlantı olacak, demiştim. Önündeki kâğıda ilkokul çocuğu ürkekliğiyle birkaç çizgi çizmişti. Arkeolojik kazıdan çıkmış bir tableti inceler gibi bir süre baktıktan sonra anlar gibi olmuştum. E böyle olursa cam olamaz ki üzerindeki demiştim. Ahşap yapalım abla, Allah korusun çocuk da geliyor, asıldı mı cama iner kafasına yavrucağın, demişti. Bakın iç ferahlığı ve olmazlara dik durmak bende ağırlık kaldırarak çalıştırılmış pazular gibi gelişmiştir. Orası Allah'ın takdiri artık, biz karışamayız, demiştim. Yani, demişti. Bu yani, basbayağı, deli kadın, yakacak çocuğun başını demekti. Sipariş verdikten bir süre sonra bazı uğursuz olaylar yaşandı. Önce demircinin babası vefat etti. Ardından kendisi zatürre oldu. Ardından demir döküm makinası arızalandı. Sonra elindeki işler çok biriktiği için uzunca bekledik. Uzunca beklemek demek, akşam yemeklerini salondaki sehpada iki büklüm yemek demekti. Umursamadık. Yeni eve davet etmediklerimize, vallahi evde yemek yiyecek masa yok tatlım, derken içimiz rahattı. Yalan söylemiyorduk. Sonunda bir gün, cam masanın tablasını üç kişinin güç bela altıncı kattaki evimizin kapısından içeriye soktuklarını gördüğümde işte, demiştim, artık doğurabilirim. O gün cam tablayı bu duvara dayadıklarında çöl pembesinin üzerinde çizikler oluştu. Ayaklarını taşırken vurduklarında derin olmayan çatlaklar. Parmaklarım, cam tabladaki parmak izlerini her gün silmeye yetecek takatim, yaşama sevincim ve de iflah olmaz heveslerim oradaydılar. Salonun tam ortasında.

Saat üç kırk altı. Evde mutlak sessizlik hâkim.  Gidecek çok fazla yer varmış da hangisine gideceğime karar veremiyormuşum gibi kafam karıştı. Birden yoruldum. Yere çöktüm. Yalnızca hassas kulakların ve derin bir yalnızlık içindeki insanların duyabileceği tiz bir ses yükseldi. Parmaklarım hayali tuşlarda dolaştı. İnce do ve de mi bemol. Diyezler hapis tutuldukları kapıları yumrukluyor. Uzaklardan duyulan bir gemi düdüğü. Zamanın içindeki kaydıraktan düşüyorum. Düştüğüm zemin belki Beyoğlu’nda bir sokağın Arnavut taşı ya da pırıl pırıl parlayan bir meze dolabının camıdır. Gece, ağzımda iyi yapılmış bir lakerda gibi dağılıyordur. Dostlar hala vardır ve de etraftadır. Belki yumuşacık bir yastığın kafa kıvrımıdır. Uykunun bölünmek gibi huyları yoktur ve de kış günü içilen sıcak bir kâse sütlü çorba tadındadır. Hiç belli olmaz belki cam gibi bir göldür, dibinde bin yıllık bir bazilika gömülüdür. Zeytin zamanıdır da yere düşen bir tane içindeki yağı toprağa salarken ben de tam o iğne ucu kadar yere denk gelmişimdir. Cebimden çıkardığım çıtır bir dilim ekmeğin ucunu banıyorumdur.  Söyledim mi hatırlamıyorum, mevsim sonbahar. Ve geceler çok uzun. Yalnızca uyumayanların bildiği bir zaman dilimi başlıyor gecenin bir yerinde. Faydalı bir şey yapmanın mümkün olmadığı bir zaman. Hiçbir iyi düşüncenin uğramadığı izbe bir karanlık. Duvarlara, tavanlara, parkelerdeki aralıklara boş boş baktıkça uzayan sakızdan bir fenalık. Parmak uçlarımda P.’nin odasına yürüyorum. Kafam içine doğru göçmüş gibi hissediyorum. Volkanik bir dağ patlamış ve tüm medeniyet lavlarla kaplı bir deliğe düşmüş. Uzun süreli uykusuzluğun yarattığı tahribat bu, diyorum. Eğilip, yüzüne bakıyorum. Hangi iklimin meyvesi gözlerin? Çok sevmenin bir tür efsun gibi bizi sardığını ama panzehrinin de geceleri içilen sütlerde, ansızın uyanılan sabaha karşı saatlerde, pişik kremlerinde ve iki karış uzunluğundaki zıbınlarda olduğunu kabul ediyorum. Kim olduğumu hatırlayamayarak uyandığım sabahlarda kimsenin anlayamayacağı haritalar çizip geceleri kaybolmamak için beşiğin baş ucuna diktiğimi bir tek ben biliyorum. Kollarım artık benim kollarım değil. Memelerim bir başka vücuttan alınıp benimkine bağlanmış gibi hissederken, dolaptaki askılarda sallanan kıyafetler gibi içinde olduğum ana da sığamıyorum. Fermuarı kapanmayan, düğmeleri patlayan ya da bacaklarımdan yukarıya geçmeyen bir kocaman sıfatın içine sığmaya çalışıyorum.  Dudaklarım, dilim, sıktığım dişlerim. Hepsi burada. Ayağıma bir oyuncak batıyor. Doğru delikten attığında kutuya sokabileceği sarı bir üçgen. Ah diyorum.  Çatıdaki martılar bana gülüyor. Hormonlarım ip atlamaya devam ediyor. Beşiğin yanındaki koltuğa oturuyorum. Sırtım, boynum, belim, hepsi buradalar. Annelik de zormuş yahu, diyorum. Yani, diyor içimdeki ses. 

Yani.

 

 

1 Temmuz 2022 Cuma

Hanife

 Çocuğum. Bayram yaza denk gelmiş. Babaannemin evinde toplanmışız. Birbirini bayramdan bayrama gören akrabaların bir kısmı salon camlarını sonuna kadar açmış, gazeteden yelpazelerini sallaya sallaya dedikodu yapıyor. Bir kısmı balkonda sigara tüttürüyor. Yaşı çocukluktan çıkmış olan ergenler bakkaldaki bayram çekilişinde bayram paralarını bitiriyor. Serin bir odaya  yer yatağı yapmışlar, perdeleri de çekmişler, bebek uyuyor. Acıkan çocukların  ellerine üzerine domates salçası ve zeytinyağı sürülmüş birer dilim ekmek tutuşturuluyor. Hava çok sıcak. Bayram günlerinde hevesle beklediğim birkaç şey var. Büyük eniştenin yeşil elli liralık banknotu verdiği an, bayram sofrasında içtiğim düğün çorbası ve yemekten sonra herkes çay içerken yapılan sohbetteki neşeli hava. Oraya tam olarak ait olma hissi hoşuma gidiyor. Hepimiz, gözleri, kaşları, boyları, saç renkleri birbirine benzeyenler olarak bir araya gelmişiz. Kardeşi olmayan ve anne babası çalışan bir çocuk olarak ben, o kalabalığı katlayıp cebime koyuyorum. Nihayet büyük eniştem kapıdan gülerek içeriye  giriyor. On iki yıl sonra akciğer kanserinden ölmeyecekmiş gibi. Elinden hiç düşürmediği sigarasını toprak küllüğe söndürüyor. Üstü başı sigara kokuyor. Cebinden çıkardığı elli lira tomarından hepimize birer tane veriyor. Bir de poşet var elinde. Haydi, alın, yiyin diye poşeti çocuklardan birinin eline tutuşturuyor. İçi dondurma dolu. Elinde poşetle yan odaya koşan, annesini sevmediğim mızmız çocuğun teki. Annesi serçe parmağını önlerini fönle kabartıp spreyli saçlarının içinden geçirip, herkese ver dondurmalardan, paylaşın oğlum, diyor. Pantolonun üzerinden göbeği taşıyor.  O mızmız çocuk, benden uzun ama çelimsiz. İçimden, dondurmaları vermezse döverim, diye geçiriyorum. Çikolatalı fıstıklı olanı kendisine alıp, ucuz dondurmalardan almış, alın bunlar sizin olsun, diyor. Geriye kalanlar bize ancak yetiyor. Babaannem o sırada gelip, dondurmaları yiyen çocuklara bakıyor. Enişteniz ne güzel dondurmalar almış, diyor. Gözüne o zaman üç yaşında olan Eren'i kestiriyor. Güzel mi dondurman, diyor. Eren'in ağzının etrafı, elleri, bayramlık gömleğinin yakaları çikolataya bulanmış. Annesinden okkalı bir azar işiteceği kesin. Annesi misafirlere kahve pişiriyor, birazdan gelir. Kafasını aşağı yukarı sallıyor. Ver istersen dondurmanı bana da, git, ellerini yıka, diyor. Sessizce bakıyor Eren. Ne dondurmayı veriyor ne de yemeye devam ediyor. Kapkara olmuş ellerine bakıyor. Annen görürse kızar , dondurmanı ver bana, tutayım, diyor. Eren dondurmayı verip, o sırada koridordan elinde tepsiyle geçen annesine doğru anne diyerek koşuyor. Biraz bağırış, çağırış, banyoya doğru yürüyen topuklu ayakkabı sesine eşlik eden küçük adım sesleri. Çok küçük değilim. Aklım her şeye değil ama bazı şeylere eriyor. Çoğu şeyin içindeki gerçek manayı gözlerim muhtemelen şimdikinden daha hızlı kavrıyor. Babaannemin elinde dondurmanın kalanıyla evin kapısından sessizce bahçeye çıktığını, bahçedeki çardağın altındaki sandalyede otururken sırtını güneşe verdiğini, parmağına bulaşan dondurmayı yaladığını, yüzündeki gülüşün yaşlı bir kadına değil de Eren'le yaşıt bir kız çocuğuna ait olduğunu görüyorum. Elinde tuttuğu çubuğu parmaklarının arasında döndürürken aklından neler geçtiğini de görebiliyor olmayı diliyorum. Eren'in az sonra evin kapısından büyük babaanne diye koşarak çıkışını gördüğümde ben gülümsüyorum, babaannem de elindeki çubuğu elbisesinin cebine koyup, gel sana üzümleri göstereyim, deyip usta bir manevrayla çocuğun aklını karıştırmayı başarıyor. Eren yine de biraz ağlıyor. 

Akşam, sofra kalabalık. Kuzu kol saatlerce pişmiş, şehriyeli pilavlar yapılmış, bahçedeki asmadan toplanmış yapraklarla sarmalar sarılmış , içine bulgur konularak uzun mantılar kapatılmış. Düğün çorbasını çok sevdiğimi bilen biri kaseme bir kepçe boca etmiş. Koyun yoğurdu bak bu, gel martına koyalım, diyor, annesi Eren'e. Eren durgun, bahçede koşturmaktan yorulmuş. İki büyük tepsi cevizli baklava mutfakta beklemede. Haydi afiyet olsunlarla başlayan yemekte babam, sen neden yemiyorsun anne, diyor babaanneme. Babaannem, sizi izliyorum, bana sevincim yeter, diyor gözleri biraz buğulanarak. Bu konuşmayı duyan herkes içinden gülüyor. Siz bunu duyunca sandınız ki babaannem mutluluktan yemek yemeği unutacak. Gözünüzde de belki ortalama kiloda, kendi halinde, senelerdir yalnız yaşadığı bu evdeki kalabalıktan mutlu, yaşı gereği pek çok dünyevi hırstandan azade biri canlanmıştır. Kaç yaşında kadın zaten ne yiyecek diye düşündünüz belki. Yok, öyle değil. Babaannem biraz sofrayı izliyor. Kimin ne yediğini aklına kaydediyor. Yemeğin sonlarına doğru yahniden bir koca parçayı tabağına koyuyor, bir okkalı kepçe de pilav. Salata alır mısın anne, diyor halam. Yok, almaz. Zerzevatla karın doyurmaz. Eren mantısını didiklerken arada bir kafasını kaldırıp babaannemin ağzına götürdüğü sapına kadar pilav dolu kaşıklara bakıyor. Sıra baklavaya geldiğinde bir kesek baklavayı, maşallah, bir kerede ağzına atıveriyor. Çaylar içilirken salondaki herkes çayın da hararetiyle biraz daralıyor. Açabilenler çaktırmadan pantolonlarının ilk düğmelerini açıyor. Ay yine çok yedik şekerim, Ramazan'da vücut alışmış tabi açlığa, bak görüyor musun şiştim, hiç yok normalde göbeğim, konuşmalarına sıra geliyor. Babaannem gülerek,  senin normalde de var karnın kızım, diyor. Birazdan elinde sodayla oturan halama, bütün salatayı yedin, miden gaz yapacak, diyor. Yanında oturan o mızmız çocuğun kollarını sıkıp, sen yemiyor musun hiç, kollarının içi resmen boş, diyor.  Babaannem hiç şişmanlamıyor ve tabii olarak kilo da vermiyor.  Memeleri ve göbeği gayet doğal olarak orada duruyorlar. İştah onda bir uzuv gibi doğduğundan beri yer etmiş. Bir de ağlaklık. Babam ne zaman kapıdan çıksa  bir  daha görmeyecekmiş gibi gözlerinden yaşlar aka aka ağlamasının izahı yok. Saçları hep kınalı, değişik bir turuncu. Sarı da değil kızıl da. Hep örgülü. Sanki biri ilkokula giderken saçlarını bir kez örmüş ve öyle kalmışlar. On altı yaşında evlenmiş, tam elli yıl evli kalmış, dedem bu diyarı terk edeli olmuş on üç sene. O kadar yıldır dul. Ah, dede bizi bıraktı gitti, diye muhakkak bir kez ağlamıştır yemekte ama onun yerine de yer gibi hemen arkasından bir kaşık daha yoğurt atmıştır ağzına. Rahata ermiş gibi  huzurlu. Çocuk gürültüsüne o bayram günü bile zor tahammül edebilmiştir. Parka gidin haydi, yan komşunun çocukları var sokakta, onlarla oynayın diye postalamıştır evden bizi. Eminim o bayram gününün ertesinde boş evinde, sessizliğin içinde, pencereden dışarıyı izleyip koca bir tabağa doldurduğu baklavaları yerken yüzündeki kırışıklıklara o gün dondurmayı yerken gördüğüm gülümsemeden de oturmuştur.


Beynine atan pıhtı aylardır babaannemi öldürmeye çalışıyor. Savaşılan çoğu cephede babaannem yenik düşüyor. Gün geçtikçe vücudu içinde tutunmaya çalıştığı bir kabuğa dönüşüyor. Gözleri kapalı. Konuşamıyor, hareket edemiyor ve bir şey yiyemiyor. En çok yemekle ilgili konu canımı sıkıyor. Yiyebildiği tek şeyin mama olduğunu gördükçe, zerzevat istemem, köfte pişirin, dediği zamanları düşünüyorum. Tavuk kanat al gelirken, mangal yapın, diye babamı aradığı seferler, balık mevsimi olmadı mı hala diye sorarken yutkunduğu zamanlar, kaselere sallayıp sapına kadar doldurduğu tüm kaşıklar gözümde canlanıyor. Belki müdanasız bir insan olup, nezaketin arkasına sığınmaya gerek duymadan kendi canının istediğini yapabilmek irsidir, bana da geçmiştir. Belki dondurma çubuğunu cebime saklayacağım zamanlar henüz gelmemiştir. Oğluna duyduğu sevginin büyüklüğünü tahayyül edemememişimdir.

Oğlum, bir sabah da altı buçukta kalkmasan, diyorum. Yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesiyle odasına koşuyor.  Oyuncak mutfağın başına geçiyor. Tenceresinin kapağını açıyor. İki avucunu birbirine vurup çotth diye bir ses çıkarıyor. Yumurtaları kırdın mı, diyorum. Kafasını sallıyor. Bıçak alıyor bir tane eline. Kesilsin diye yapılmış iki parçalı ahşap meyvelerin arasından üzüm salkımını seçiyor. Oyuncak ikiye ayrılıyor. O da tencerenin içine. Bana biraz süt, oyuncak köpeğe pirzola. Oyuncak fırının defalarca açılıp kapanıyor. Sen küçük şef misin, oğlum diyorum. Gözleri parlayarak kafa sallıyor. Telefonun titrediğini duyuyorum. Annem. Uyandırdım mı, diyor. Uyanığım, diyorum, hayrola. Gece babaanneni kaybettik, diyor. Küçük şef o sırada oyuncak karpuzu oyuncak olduğunu unutup çiğnemeye çalışıyor. 

Her şey yaşamaya devam ediyor, aslında hiçbir şey ölmüyor.


18 Nisan 2022 Pazartesi

Kar

Şişmanlamışsın. Her fotoğrafında insanı hayrete düşüren, gençliğinin mi, yaşama sevincinin mi yoksa sahte gülümselerdeki ustalığının mı verdiği bilmem, tazelik hissi uçup gitmiş. Gözlerindeki her an atılmaya hazır çıpalar yerini çoktan demirlemiş bir yorgunluğa bırakmış. Hafif bir meltemin içinde sezilen belli belirsiz bir yosun kokusu olurdu ellerinde, yok olmuş.Ve de biliyor musun, oh, iyi olmuş. 

Seni izlediğimden bihabersin. Bacak bacak üstüne atarken üst bacakların pantolondan dışarıya taşacak gibi oluyorlar. Elindeki pasta tabağını sanki alıp kaçacaklar, bir saniyeliğine bile bırakmıyorsun. Doldurmuşsun içine patatesli böreği, kısırı, havuçlu keki. Çatal ağzına giderken yarı yolda kırmızı kazağının üzerine kırıklar saçılıyor. Kazağınla aynı renk boyalı tırnakların kırıkları toplayıp sehpanın üzerine koyuyor. Çay mı, tazele canım ama açık olsun bu defaki, diyorsun. Bir çay daha içilsin. Bir rejimden daha vazgeçilsin. Kalori hesabı yapılan günler geride kalmış. Bana doğru hiç bakmıyorsun. Tesadüfen karşındaki koltuğa oturma hatasına düşen zavallı üst komşuya anlatıyorsun da anlatıyorsun. Ayol kadına ne acaba senin oğlanın müzikte çok yetenekli olduğundan. Çocuk daha el kadar, neyin yeteneği, beste mi yapıyor mama sandalyesinde otururken. Hıhı, ingilizcesi de çok iyi. Doğduğundan beri Filipinli bakıcı var tabi. İngilizce sayıyor ona kadar vallahi Ayla Abla, diyorsun. Bir test varmış, çocuk üstün zekalı mı diye ölçtükleri, ona götüreceğiz bu cumartesi. Ayla Abla, hadi hayırlısı, diyor. Tövbe yarabbim. Diyemiyor ki, saçma sapan şeylerle çocuğu meşgul etmeyin, diye. Neyse. Gözlerimi dikip sana baktığımı anlamasınlar. Kafamı biraz diğer tarafa çeviriyorum. Salon iyice sıcak oldu. Balkon kapısını Kıymet Abla açıyor, kapı aralığında bir de sigara tüttürüyor hızlıca. Nalan arkadan gidip, anne kapat şu kapıyı ne olur, donduk, deyip kapatıyor. Dışarıda keskin bir soğuk var, hava kar topluyor. Elimdeki kahve fincanının sıcaklığı avucumdan geçip enseme kadar gidiyor. Mayışıyorum. Gözüm dalıyor. E şekerim, sizde yok mu hala bir şeyler, diyen ses bir süre havada asılı kalıyor. Sana diyor, tatlım diye dürtüyor beni Bediha Abla. Ha, bana mı? Yok, diyorum. Provası yapılmış bir gülümseme dudaklarımı yalayıp geçiyor. Gelmişim kaç yaşıma, yine de bu münasebetsiz soruları soran taraf hiç utanıp çekinmezken, huzursuz olma ihalesinin üzerime kalmasına alışamıyorum. Yerimde kıpırdanıyorum. Fark etmeden sandalyede sırtımı dikleştiriyorum. Bediha Abla benden ilgi çekici bir hikaye çıkmayacağını anlıyor. Ellerini kucağımda döndürdüğüm ellerimin üzerine koyup okşuyor. Sırtımı okşar gibi. Bir yandan da halime üzülür gibi. Olsun, der gibi. Tek bir söz çıkmıyor ağzından. Ellerini de alıp diğer tarafa dönüyor. Bu soruları sormalarının sebebi çok da merak etmeleri değil ya da şöyle demeli herhangi bir şeyi merak ettiklerinden daha fazla merak etmeleri değil. Heyecan yaratan bir yanıt gelmeyince hemen başka bir konuya geçiveriyorlar. Zaten cevapların değil o an oluşan cevap ihtimalinin yarattığı hisler tatlı geliyor. Konuşanların sesi gittikçe yükseliyor. Ağızlarındaki frenler anlattıklarının dinlenmesinin verdiği hazla gevşiyor. Kontrolsüz bir araba gibi yokuş aşağı gidiyorlar. Boşananlar ki zaten beliydi öyle olacağı, o gelini en başından beri istememişlerdi. Çocuğu bakıcıya bırakıp hayatını yaşayanlar ki o kız hep öyleydi ancak gezsin tozsun. Ay çocuk iki yaşına gelmesine rağmen hala emzirenler, ne öyle köylü kadınları gibi sürekli meme dışarıda. Çocuk altı aylık olunca koşarak işe dönenler ki o kız zaten hırsından ölecek, iğne ipliğe dönmüş. Doğumdan sonra kendini salan ve eski kilosuna dönemeyenler ki zaten kocasıyla da arası iyi değilmiş, adam her akşam dışarılardaymış. Evine bir kez bile oturmaya çağırmayanlar ki zaten o kadının elinden bir kek çırpmak gelmez, tozlar yuvarlanıyormuş kanepelerin altından. Bir süre sonra kulaklarımın duyduklarını duymakla yutmak arasında bir tercih yapması gerekiyor. Sanki kulaklarımın içindeki dev silindirler kelimeleri ezip dümdüz ediyor. Sonra da kulağımdaki sallanan küpeler pestil gibi olmuş kelimleri iki ısırıkta yutup sindiriyor. Arada bir elimi küpelerdeki incilerin üzerinde gezdiriyorum ki midelerinin ne kadar şiştiğini anlayabileyim. Yüzüne bir şey mi yaptırmışlardan sarkan göz kapaklarını ameliyat ettirenlere geçerken midem bulanmaya başlıyor. Çaylar bir dikişte bir kez daha bitiyor. Demleyin canım bir çay daha, belli ki kimsenin gitmeye niyeti yok. Çaydan midesi kötü olanlara Türk kahvesi. Yanına su koymayı unutmayın küçük bardaklara. Lokum da ister misiniz fıstıklı? Yok canım, sen  istemiyorsun, formuna dikkat ediyorsun. Hiç gülesim yoktu. Ya da çok gülesim var da bir başka zamana saklıyorum. Çayı sehpanın üzerine bırakıp tuvalete koşuyorum.

Mutfaktaki camı sonuna kadar açtım. Belime kadar aşağıya sarktım. Derin nefesler alırken gelene geçene bakıyorum. Elimdeki sigaranın külleri sokağa dağılıyor. Ee, diyen sesini duyunca bir an olduğum yerde sıçrıyorum. Az daha pencereden aşağıya düşüvereceğim. Elimi kalbimin üzerine koyup sesimin tonuna hakim olarak, efendim, diyorum. Sonunda bir soru işareti var. Manyak mısın kızım sen, neden peşimdesin, diyemiyorum nezaket icabı. Nasılsın, diyorsun elindeki Türk kahvesi fincanın dibindeki telveyi serçe parmağınla sıyırıp ağzına atarken. Yüzün ekşiyor. Yüzün bembeyaz oldu az önce salonda, bir şeyin mi var? Demek oturduğun yerden hem çoluk çocuğunu anlatıyorsun hem de beni izliyorsun çaktırmadan. Yok ya, diyorum. Çok çay içtim, midemi kötü yaptı herhalde. İş güç nasıl, diyorsun. Sesinde beni sinirlendiren şeyin ne olduğunu anlamak için bir anlığına gözlerimi kapatıyorum. Gözümü açtığımda bir yandan kırmızı boğazlı kazağının yakasından içeriye üflerken gözlerini benden ayırmadan cevap bekleyen suratınla karşılaşıyorum. Yılbaşı yoğunluğu var mı, derken mutfak masasının üzerinden aldığın pişirme kağıdı kutusunu sallamaya başlıyorsun yüzüne doğru. Ay çok sıcak basıyor bana, diyorsun. Hormonlarım düzelmedi herhalde hala. Bir sıcak bir soğuk geliyor, su gibi oldu sırtım valla. İşler karışık biraz, diyorum, biliyorsun işte dolar kuru, faizler, hesaplar allak bullak oldu. Hay allah, diyorsun. Yorma kendini çok. 

Tabi, canım. Yani ben herhalde bir çeşit ruh hastasıyım ki sabahın kör karanlığında evden koşarak çıkıp gece yarılarına kadar masa başında çalışıyorum. Her gün tonla insanın kaprisiyle uğraşıyorum. Eve gel, yemek yap, temizliği düşün, ertesi gün ne giyeceğini düşün, spor salonuna git, geceden buzdolabına yulaf ezmesi koy, evde deterjan kaldı mı, kahve bitti mi onu da düşün, kocan hafta sonu eve yine mi misafir davet etti, menü hazırla, evdeki klozetin sifonu su kaçırıyor, tesisatçı var mıydı tanıdık, ara da ayarla. Tırnakların yine kırık, saçlarına bir fön çektir, kendine bak, aman salma. Kitaplığın tozunu al, son çıkan filmleri izle, raporu bitir, aramalara dön. Koşmasan da koş. Kanatların olmasa da uç. Sonra bir an yalnızca bir an tamamen tek başına, hiçbir şey yapmadan oturmuş boş bir duvara bakarken aklına ne gelse beğenirsin? Uzun zaman önce postaya verilmiş bir mektup gibi adresime teslim o düşünce gelip aklıma düşüyor. Bir bebeğin uyurken yüzünü izlediğimi, pürüzsüz toparlak yanaklarında parmaklarımı dolaştırdığımı, kıvırcık saçlarından geçirdiğim avuçlarıma ayçiçeği yapraklarının dolduğunu hayal ediyorum. İçimde bir tel titreşiyor. Palazlanmaya çalışan bir alev gibi titreşiyor. Odanın içinde duvarlara gölgesi vuran incecik bir mum ışığı gibi titreşiyor. Basılmış bir mi diyez gibi titreşiyor. Üzerimdeki kazağın yakasını iyice açıyorum. Aynı kırmızı kazaktan giymişiz. Tırnaklarımdaki kırmızı ojelerin uçları soyulmuş.

Yormam, diyorum. Sesim yumuşuyor. Uzun bir koşudan sonra yere çökmüşüm de nefesleniyormuşum gibi ciğerlerim yorgun. Sarılıyoruz. Senenin ilk karı yağmur damlasından buza dönüşüp havada salınmaya başlıyor. Kendi soğuğundan ürken bir buz kristali.