Çocuğum. Bayram yaza denk gelmiş. Babaannemin evinde toplanmışız. Birbirini bayramdan bayrama gören akrabaların bir kısmı salon camlarını sonuna kadar açmış, gazeteden yelpazelerini sallaya sallaya dedikodu yapıyor. Bir kısmı balkonda sigara tüttürüyor. Yaşı çocukluktan çıkmış olan ergenler bakkaldaki bayram çekilişinde bayram paralarını bitiriyor. Serin bir odaya yer yatağı yapmışlar, perdeleri de çekmişler, bebek uyuyor. Acıkan çocukların ellerine üzerine domates salçası ve zeytinyağı sürülmüş birer dilim ekmek tutuşturuluyor. Hava çok sıcak. Bayram günlerinde hevesle beklediğim birkaç şey var. Büyük eniştenin yeşil elli liralık banknotu verdiği an, bayram sofrasında içtiğim düğün çorbası ve yemekten sonra herkes çay içerken yapılan sohbetteki neşeli hava. Oraya tam olarak ait olma hissi hoşuma gidiyor. Hepimiz, gözleri, kaşları, boyları, saç renkleri birbirine benzeyenler olarak bir araya gelmişiz. Kardeşi olmayan ve anne babası çalışan bir çocuk olarak ben, o kalabalığı katlayıp cebime koyuyorum. Nihayet büyük eniştem kapıdan gülerek içeriye giriyor. On iki yıl sonra akciğer kanserinden ölmeyecekmiş gibi. Elinden hiç düşürmediği sigarasını toprak küllüğe söndürüyor. Üstü başı sigara kokuyor. Cebinden çıkardığı elli lira tomarından hepimize birer tane veriyor. Bir de poşet var elinde. Haydi, alın, yiyin diye poşeti çocuklardan birinin eline tutuşturuyor. İçi dondurma dolu. Elinde poşetle yan odaya koşan, annesini sevmediğim mızmız çocuğun teki. Annesi serçe parmağını önlerini fönle kabartıp spreyli saçlarının içinden geçirip, herkese ver dondurmalardan, paylaşın oğlum, diyor. Pantolonun üzerinden göbeği taşıyor. O mızmız çocuk, benden uzun ama çelimsiz. İçimden, dondurmaları vermezse döverim, diye geçiriyorum. Çikolatalı fıstıklı olanı kendisine alıp, ucuz dondurmalardan almış, alın bunlar sizin olsun, diyor. Geriye kalanlar bize ancak yetiyor. Babaannem o sırada gelip, dondurmaları yiyen çocuklara bakıyor. Enişteniz ne güzel dondurmalar almış, diyor. Gözüne o zaman üç yaşında olan Eren'i kestiriyor. Güzel mi dondurman, diyor. Eren'in ağzının etrafı, elleri, bayramlık gömleğinin yakaları çikolataya bulanmış. Annesinden okkalı bir azar işiteceği kesin. Annesi misafirlere kahve pişiriyor, birazdan gelir. Kafasını aşağı yukarı sallıyor. Ver istersen dondurmanı bana da, git, ellerini yıka, diyor. Sessizce bakıyor Eren. Ne dondurmayı veriyor ne de yemeye devam ediyor. Kapkara olmuş ellerine bakıyor. Annen görürse kızar , dondurmanı ver bana, tutayım, diyor. Eren dondurmayı verip, o sırada koridordan elinde tepsiyle geçen annesine doğru anne diyerek koşuyor. Biraz bağırış, çağırış, banyoya doğru yürüyen topuklu ayakkabı sesine eşlik eden küçük adım sesleri. Çok küçük değilim. Aklım her şeye değil ama bazı şeylere eriyor. Çoğu şeyin içindeki gerçek manayı gözlerim muhtemelen şimdikinden daha hızlı kavrıyor. Babaannemin elinde dondurmanın kalanıyla evin kapısından sessizce bahçeye çıktığını, bahçedeki çardağın altındaki sandalyede otururken sırtını güneşe verdiğini, parmağına bulaşan dondurmayı yaladığını, yüzündeki gülüşün yaşlı bir kadına değil de Eren'le yaşıt bir kız çocuğuna ait olduğunu görüyorum. Elinde tuttuğu çubuğu parmaklarının arasında döndürürken aklından neler geçtiğini de görebiliyor olmayı diliyorum. Eren'in az sonra evin kapısından büyük babaanne diye koşarak çıkışını gördüğümde ben gülümsüyorum, babaannem de elindeki çubuğu elbisesinin cebine koyup, gel sana üzümleri göstereyim, deyip usta bir manevrayla çocuğun aklını karıştırmayı başarıyor. Eren yine de biraz ağlıyor.
Akşam, sofra kalabalık. Kuzu kol saatlerce pişmiş, şehriyeli pilavlar yapılmış, bahçedeki asmadan toplanmış yapraklarla sarmalar sarılmış , içine bulgur konularak uzun mantılar kapatılmış. Düğün çorbasını çok sevdiğimi bilen biri kaseme bir kepçe boca etmiş. Koyun yoğurdu bak bu, gel martına koyalım, diyor, annesi Eren'e. Eren durgun, bahçede koşturmaktan yorulmuş. İki büyük tepsi cevizli baklava mutfakta beklemede. Haydi afiyet olsunlarla başlayan yemekte babam, sen neden yemiyorsun anne, diyor babaanneme. Babaannem, sizi izliyorum, bana sevincim yeter, diyor gözleri biraz buğulanarak. Bu konuşmayı duyan herkes içinden gülüyor. Siz bunu duyunca sandınız ki babaannem mutluluktan yemek yemeği unutacak. Gözünüzde de belki ortalama kiloda, kendi halinde, senelerdir yalnız yaşadığı bu evdeki kalabalıktan mutlu, yaşı gereği pek çok dünyevi hırstandan azade biri canlanmıştır. Kaç yaşında kadın zaten ne yiyecek diye düşündünüz belki. Yok, öyle değil. Babaannem biraz sofrayı izliyor. Kimin ne yediğini aklına kaydediyor. Yemeğin sonlarına doğru yahniden bir koca parçayı tabağına koyuyor, bir okkalı kepçe de pilav. Salata alır mısın anne, diyor halam. Yok, almaz. Zerzevatla karın doyurmaz. Eren mantısını didiklerken arada bir kafasını kaldırıp babaannemin ağzına götürdüğü sapına kadar pilav dolu kaşıklara bakıyor. Sıra baklavaya geldiğinde bir kesek baklavayı, maşallah, bir kerede ağzına atıveriyor. Çaylar içilirken salondaki herkes çayın da hararetiyle biraz daralıyor. Açabilenler çaktırmadan pantolonlarının ilk düğmelerini açıyor. Ay yine çok yedik şekerim, Ramazan'da vücut alışmış tabi açlığa, bak görüyor musun şiştim, hiç yok normalde göbeğim, konuşmalarına sıra geliyor. Babaannem gülerek, senin normalde de var karnın kızım, diyor. Birazdan elinde sodayla oturan halama, bütün salatayı yedin, miden gaz yapacak, diyor. Yanında oturan o mızmız çocuğun kollarını sıkıp, sen yemiyor musun hiç, kollarının içi resmen boş, diyor. Babaannem hiç şişmanlamıyor ve tabii olarak kilo da vermiyor. Memeleri ve göbeği gayet doğal olarak orada duruyorlar. İştah onda bir uzuv gibi doğduğundan beri yer etmiş. Bir de ağlaklık. Babam ne zaman kapıdan çıksa bir daha görmeyecekmiş gibi gözlerinden yaşlar aka aka ağlamasının izahı yok. Saçları hep kınalı, değişik bir turuncu. Sarı da değil kızıl da. Hep örgülü. Sanki biri ilkokula giderken saçlarını bir kez örmüş ve öyle kalmışlar. On altı yaşında evlenmiş, tam elli yıl evli kalmış, dedem bu diyarı terk edeli olmuş on üç sene. O kadar yıldır dul. Ah, dede bizi bıraktı gitti, diye muhakkak bir kez ağlamıştır yemekte ama onun yerine de yer gibi hemen arkasından bir kaşık daha yoğurt atmıştır ağzına. Rahata ermiş gibi huzurlu. Çocuk gürültüsüne o bayram günü bile zor tahammül edebilmiştir. Parka gidin haydi, yan komşunun çocukları var sokakta, onlarla oynayın diye postalamıştır evden bizi. Eminim o bayram gününün ertesinde boş evinde, sessizliğin içinde, pencereden dışarıyı izleyip koca bir tabağa doldurduğu baklavaları yerken yüzündeki kırışıklıklara o gün dondurmayı yerken gördüğüm gülümsemeden de oturmuştur.
Beynine atan pıhtı aylardır babaannemi öldürmeye çalışıyor. Savaşılan çoğu cephede babaannem yenik düşüyor. Gün geçtikçe vücudu içinde tutunmaya çalıştığı bir kabuğa dönüşüyor. Gözleri kapalı. Konuşamıyor, hareket edemiyor ve bir şey yiyemiyor. En çok yemekle ilgili konu canımı sıkıyor. Yiyebildiği tek şeyin mama olduğunu gördükçe, zerzevat istemem, köfte pişirin, dediği zamanları düşünüyorum. Tavuk kanat al gelirken, mangal yapın, diye babamı aradığı seferler, balık mevsimi olmadı mı hala diye sorarken yutkunduğu zamanlar, kaselere sallayıp sapına kadar doldurduğu tüm kaşıklar gözümde canlanıyor. Belki müdanasız bir insan olup, nezaketin arkasına sığınmaya gerek duymadan kendi canının istediğini yapabilmek irsidir, bana da geçmiştir. Belki dondurma çubuğunu cebime saklayacağım zamanlar henüz gelmemiştir. Oğluna duyduğu sevginin büyüklüğünü tahayyül edemememişimdir.
Oğlum, bir sabah da altı buçukta kalkmasan, diyorum. Yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesiyle odasına koşuyor. Oyuncak mutfağın başına geçiyor. Tenceresinin kapağını açıyor. İki avucunu birbirine vurup çotth diye bir ses çıkarıyor. Yumurtaları kırdın mı, diyorum. Kafasını sallıyor. Bıçak alıyor bir tane eline. Kesilsin diye yapılmış iki parçalı ahşap meyvelerin arasından üzüm salkımını seçiyor. Oyuncak ikiye ayrılıyor. O da tencerenin içine. Bana biraz süt, oyuncak köpeğe pirzola. Oyuncak fırının defalarca açılıp kapanıyor. Sen küçük şef misin, oğlum diyorum. Gözleri parlayarak kafa sallıyor. Telefonun titrediğini duyuyorum. Annem. Uyandırdım mı, diyor. Uyanığım, diyorum, hayrola. Gece babaanneni kaybettik, diyor. Küçük şef o sırada oyuncak karpuzu oyuncak olduğunu unutup çiğnemeye çalışıyor.
Her şey yaşamaya devam ediyor, aslında hiçbir şey ölmüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder