Şişmanlamışsın. Her fotoğrafında insanı hayrete düşüren, gençliğinin mi, yaşama sevincinin mi yoksa sahte gülümselerdeki ustalığının mı verdiği bilmem, tazelik hissi uçup gitmiş. Gözlerindeki her an atılmaya hazır çıpalar yerini çoktan demirlemiş bir yorgunluğa bırakmış. Hafif bir meltemin içinde sezilen belli belirsiz bir yosun kokusu olurdu ellerinde, yok olmuş.Ve de biliyor musun, oh, iyi olmuş.
Seni izlediğimden bihabersin. Bacak bacak üstüne atarken üst bacakların pantolondan dışarıya taşacak gibi oluyorlar. Elindeki pasta tabağını sanki alıp kaçacaklar, bir saniyeliğine bile bırakmıyorsun. Doldurmuşsun içine patatesli böreği, kısırı, havuçlu keki. Çatal ağzına giderken yarı yolda kırmızı kazağının üzerine kırıklar saçılıyor. Kazağınla aynı renk boyalı tırnakların kırıkları toplayıp sehpanın üzerine koyuyor. Çay mı, tazele canım ama açık olsun bu defaki, diyorsun. Bir çay daha içilsin. Bir rejimden daha vazgeçilsin. Kalori hesabı yapılan günler geride kalmış. Bana doğru hiç bakmıyorsun. Tesadüfen karşındaki koltuğa oturma hatasına düşen zavallı üst komşuya anlatıyorsun da anlatıyorsun. Ayol kadına ne acaba senin oğlanın müzikte çok yetenekli olduğundan. Çocuk daha el kadar, neyin yeteneği, beste mi yapıyor mama sandalyesinde otururken. Hıhı, ingilizcesi de çok iyi. Doğduğundan beri Filipinli bakıcı var tabi. İngilizce sayıyor ona kadar vallahi Ayla Abla, diyorsun. Bir test varmış, çocuk üstün zekalı mı diye ölçtükleri, ona götüreceğiz bu cumartesi. Ayla Abla, hadi hayırlısı, diyor. Tövbe yarabbim. Diyemiyor ki, saçma sapan şeylerle çocuğu meşgul etmeyin, diye. Neyse. Gözlerimi dikip sana baktığımı anlamasınlar. Kafamı biraz diğer tarafa çeviriyorum. Salon iyice sıcak oldu. Balkon kapısını Kıymet Abla açıyor, kapı aralığında bir de sigara tüttürüyor hızlıca. Nalan arkadan gidip, anne kapat şu kapıyı ne olur, donduk, deyip kapatıyor. Dışarıda keskin bir soğuk var, hava kar topluyor. Elimdeki kahve fincanının sıcaklığı avucumdan geçip enseme kadar gidiyor. Mayışıyorum. Gözüm dalıyor. E şekerim, sizde yok mu hala bir şeyler, diyen ses bir süre havada asılı kalıyor. Sana diyor, tatlım diye dürtüyor beni Bediha Abla. Ha, bana mı? Yok, diyorum. Provası yapılmış bir gülümseme dudaklarımı yalayıp geçiyor. Gelmişim kaç yaşıma, yine de bu münasebetsiz soruları soran taraf hiç utanıp çekinmezken, huzursuz olma ihalesinin üzerime kalmasına alışamıyorum. Yerimde kıpırdanıyorum. Fark etmeden sandalyede sırtımı dikleştiriyorum. Bediha Abla benden ilgi çekici bir hikaye çıkmayacağını anlıyor. Ellerini kucağımda döndürdüğüm ellerimin üzerine koyup okşuyor. Sırtımı okşar gibi. Bir yandan da halime üzülür gibi. Olsun, der gibi. Tek bir söz çıkmıyor ağzından. Ellerini de alıp diğer tarafa dönüyor. Bu soruları sormalarının sebebi çok da merak etmeleri değil ya da şöyle demeli herhangi bir şeyi merak ettiklerinden daha fazla merak etmeleri değil. Heyecan yaratan bir yanıt gelmeyince hemen başka bir konuya geçiveriyorlar. Zaten cevapların değil o an oluşan cevap ihtimalinin yarattığı hisler tatlı geliyor. Konuşanların sesi gittikçe yükseliyor. Ağızlarındaki frenler anlattıklarının dinlenmesinin verdiği hazla gevşiyor. Kontrolsüz bir araba gibi yokuş aşağı gidiyorlar. Boşananlar ki zaten beliydi öyle olacağı, o gelini en başından beri istememişlerdi. Çocuğu bakıcıya bırakıp hayatını yaşayanlar ki o kız hep öyleydi ancak gezsin tozsun. Ay çocuk iki yaşına gelmesine rağmen hala emzirenler, ne öyle köylü kadınları gibi sürekli meme dışarıda. Çocuk altı aylık olunca koşarak işe dönenler ki o kız zaten hırsından ölecek, iğne ipliğe dönmüş. Doğumdan sonra kendini salan ve eski kilosuna dönemeyenler ki zaten kocasıyla da arası iyi değilmiş, adam her akşam dışarılardaymış. Evine bir kez bile oturmaya çağırmayanlar ki zaten o kadının elinden bir kek çırpmak gelmez, tozlar yuvarlanıyormuş kanepelerin altından. Bir süre sonra kulaklarımın duyduklarını duymakla yutmak arasında bir tercih yapması gerekiyor. Sanki kulaklarımın içindeki dev silindirler kelimeleri ezip dümdüz ediyor. Sonra da kulağımdaki sallanan küpeler pestil gibi olmuş kelimleri iki ısırıkta yutup sindiriyor. Arada bir elimi küpelerdeki incilerin üzerinde gezdiriyorum ki midelerinin ne kadar şiştiğini anlayabileyim. Yüzüne bir şey mi yaptırmışlardan sarkan göz kapaklarını ameliyat ettirenlere geçerken midem bulanmaya başlıyor. Çaylar bir dikişte bir kez daha bitiyor. Demleyin canım bir çay daha, belli ki kimsenin gitmeye niyeti yok. Çaydan midesi kötü olanlara Türk kahvesi. Yanına su koymayı unutmayın küçük bardaklara. Lokum da ister misiniz fıstıklı? Yok canım, sen istemiyorsun, formuna dikkat ediyorsun. Hiç gülesim yoktu. Ya da çok gülesim var da bir başka zamana saklıyorum. Çayı sehpanın üzerine bırakıp tuvalete koşuyorum.
Mutfaktaki camı sonuna kadar açtım. Belime kadar aşağıya sarktım. Derin nefesler alırken gelene geçene bakıyorum. Elimdeki sigaranın külleri sokağa dağılıyor. Ee, diyen sesini duyunca bir an olduğum yerde sıçrıyorum. Az daha pencereden aşağıya düşüvereceğim. Elimi kalbimin üzerine koyup sesimin tonuna hakim olarak, efendim, diyorum. Sonunda bir soru işareti var. Manyak mısın kızım sen, neden peşimdesin, diyemiyorum nezaket icabı. Nasılsın, diyorsun elindeki Türk kahvesi fincanın dibindeki telveyi serçe parmağınla sıyırıp ağzına atarken. Yüzün ekşiyor. Yüzün bembeyaz oldu az önce salonda, bir şeyin mi var? Demek oturduğun yerden hem çoluk çocuğunu anlatıyorsun hem de beni izliyorsun çaktırmadan. Yok ya, diyorum. Çok çay içtim, midemi kötü yaptı herhalde. İş güç nasıl, diyorsun. Sesinde beni sinirlendiren şeyin ne olduğunu anlamak için bir anlığına gözlerimi kapatıyorum. Gözümü açtığımda bir yandan kırmızı boğazlı kazağının yakasından içeriye üflerken gözlerini benden ayırmadan cevap bekleyen suratınla karşılaşıyorum. Yılbaşı yoğunluğu var mı, derken mutfak masasının üzerinden aldığın pişirme kağıdı kutusunu sallamaya başlıyorsun yüzüne doğru. Ay çok sıcak basıyor bana, diyorsun. Hormonlarım düzelmedi herhalde hala. Bir sıcak bir soğuk geliyor, su gibi oldu sırtım valla. İşler karışık biraz, diyorum, biliyorsun işte dolar kuru, faizler, hesaplar allak bullak oldu. Hay allah, diyorsun. Yorma kendini çok.
Tabi, canım. Yani ben herhalde bir çeşit ruh hastasıyım ki sabahın kör karanlığında evden koşarak çıkıp gece yarılarına kadar masa başında çalışıyorum. Her gün tonla insanın kaprisiyle uğraşıyorum. Eve gel, yemek yap, temizliği düşün, ertesi gün ne giyeceğini düşün, spor salonuna git, geceden buzdolabına yulaf ezmesi koy, evde deterjan kaldı mı, kahve bitti mi onu da düşün, kocan hafta sonu eve yine mi misafir davet etti, menü hazırla, evdeki klozetin sifonu su kaçırıyor, tesisatçı var mıydı tanıdık, ara da ayarla. Tırnakların yine kırık, saçlarına bir fön çektir, kendine bak, aman salma. Kitaplığın tozunu al, son çıkan filmleri izle, raporu bitir, aramalara dön. Koşmasan da koş. Kanatların olmasa da uç. Sonra bir an yalnızca bir an tamamen tek başına, hiçbir şey yapmadan oturmuş boş bir duvara bakarken aklına ne gelse beğenirsin? Uzun zaman önce postaya verilmiş bir mektup gibi adresime teslim o düşünce gelip aklıma düşüyor. Bir bebeğin uyurken yüzünü izlediğimi, pürüzsüz toparlak yanaklarında parmaklarımı dolaştırdığımı, kıvırcık saçlarından geçirdiğim avuçlarıma ayçiçeği yapraklarının dolduğunu hayal ediyorum. İçimde bir tel titreşiyor. Palazlanmaya çalışan bir alev gibi titreşiyor. Odanın içinde duvarlara gölgesi vuran incecik bir mum ışığı gibi titreşiyor. Basılmış bir mi diyez gibi titreşiyor. Üzerimdeki kazağın yakasını iyice açıyorum. Aynı kırmızı kazaktan giymişiz. Tırnaklarımdaki kırmızı ojelerin uçları soyulmuş.
Yormam, diyorum. Sesim yumuşuyor. Uzun bir koşudan sonra yere çökmüşüm de nefesleniyormuşum gibi ciğerlerim yorgun. Sarılıyoruz. Senenin ilk karı yağmur damlasından buza dönüşüp havada salınmaya başlıyor. Kendi soğuğundan ürken bir buz kristali.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder