Gün 1: P.' nin bembeyaz sırtına iki avuç güneş kremi sürdüm. Teni pürüzsüz ve yumuşacık. Ellerimde ve sırtında beyaz dalgalar kaldı. Etrafta koşturan yaşıtı ve daha büyük çocuklar kapkara olmuşlar. Hepsinin vücudunda mayo izleri var. Yalın ayaklar. Kimin, hangi çocuğun annesi olduğunu anlayamıyorum. Herkesin birbirini tanıdığı, eski bir mahalleyi alıp kumların üzerine oturtmuşlar. Şezlong yok. Şemsiye yok. Havluların üzerinde küçük boy soğutucular, sırt çantaları, el çantaları, eşantiyon verilmiş boy boy çantalar var. Çantaların fermuarları durmaksızın açılıp kapanıyor. Kimin çantasından ne çıkacağını tahmin etmek imkansız. Yanımızda oturan yaşlı çift, havluların üzerine kahvaltılık küçük kapları çıkardılar. Yaşlı adam haşlanmış yumurtasının yarısını bir ısırıkta yedi. Sonra da cam çay bardağını kumların arasına sokup, arkasına yaslandı. Bomboş bakışlarını denize dikti. Uzaktan birbiriyle yarışıyor gibi gözüken bir tanker ve bir yolcu gemisi geçiyor. Hava sıcak ve rüzgarlı. Arada bir kumsaldaki bütün kumlar yerinden kalkıp başka bir yere oturuyor. İnsanlar da sürekli yerlerinden kalkıp denizin içine doğru yürüyorlar. Çok azı gerçekten yüzüyor. Çoğu beline kadar ıslanıp serinliyor. Kimisi yalnızca ayaklarını sokup geri çıkıyor. P. şapkasına alışamadı. Arada bir çıkarıp kumların üzerine fırlatıyor. Ben de hemen yerden alıp, kumlarını silkeliyor ve gerisin geriye kafasına takıyorum. Su, diyor yanıma gelip. İçinde su da olan büyük çantayı kucağıma alıp, içini karıştırmaya başlıyorum. Su, ıslak mendil, saklama kabı içinde soyulmuş şeftaliler, yıkanmış kayısılar, çiğ badem, hurma ve karabuğday unundan yapılmış krakerler var. Kraker ister misin, diyorum. Kafasını iki yanına sallıyor. Ağzına çekirdeğini çıkardığım hurmanın yarısını sokuşturuyorum. Çiğneyerek, kazmaya çalıştığı havuzun yanına geri dönüyor. Sanki ben yokum, yetişkinler, açlık, zaman yok. Elindeki sarı su kovasını yüzlerce kez denize daldırıp dolduruyor. Denizin içinde dizlerine kadar ilerleyip, geri dönüyor. Dalgaları sevmiyor. Havuzun içine döktüğü sular birikiyor. Ayak bileklerine kadar yükseldiğinde, halinden memnun. Havuzun içine oturuyor. Denize doğru bakıp, muzaffer bir komutan edasıyla gülümsüyor. Kafasını çevirince ona diktiğim bakışları fark ediyor. Anne, diyor. Çok güzel olmuş, diyorum. Yanımızdan simitçi geçiyor. P. simitçiye bakıyor. Akşam yemeğine az kaldı, almayalım, diyorum. Bir şey demiyor.
Gün 2: Yüzüne krem sürerken bir türlü yerinde duramıyor. Gözünün önünde üç yaşında bir çocuk ve altı yaşındaki ablası ellerindeki kürekleri kuma her sapladığında, içinde büyüyen gitme telaşı durdurulamaz hale geliyor. Sırtına krem süremeden koşup yanlarına gidiyor. Üç çocuk yüzlerindeki tuhaf ciddiyeti bir saniye bile bozmadan, durmadan, sıkılmadan kazıyorlar.
Bugün nem fazla. Havadaki nemi kollarımda, sırtımda, bacaklarımda ve ense kökümde hissediyorum. Kendimi bir bez parçası gibi burgu yapıp sıkabilsem, litrelerce su akacak. Belki de bu yüzden bunaldım. Aldığım nefesler vücudumda ulaşmaları gereken yerlere varamıyor gibiler. Dalga sesleri, çocuk bağırışları, yüksek sesli gülüşmeler, yakındaki kafede çalan şarkılar birden sessizleşti. Etrafta benden başka hiçbir şey kalmamış gibi bir boşluk duygusuna kapıldım. Kuma gömdüğüm ayaklarıma diktiğim bakışlarımı etrafta dolaştırsam, tahta iskelenin ucuna tünemiş martıları, iğde ağaçlarının gölgesinde oturup denizdeki torunlarını izleyen anneanneleri ve tüm dünya işlerinden azade görünen yazlıkçıların sıcak kumsala uzandığını görebilirdim. Gördüğüm an da kıskanmaya başlardım. Onların ceplerini doldurup taşan, üstlerine başlarına bulaşan, yolları, denizleri ve şehirleri aşan ama bende zerresi olmayan bu boş vakit canımı sıkıyordu. Bazısı elindeki kitabı okuyor, aklı üzerinden geçen bir buluta, uçağa ya da uzaktan geçen bir yük gemisine takıldığından gözlerinin zihninden ileriye gittiğini, okuduğu satırlardan aklında hiçbir şey kalmadığını fark edip sayfaları sürekli başa sarıyordu. Bazısı altına serdiği havlunun üzerinde yüz üstü yatmış, havlunun desenlerine bakarken, el parmakları kumların arasında denk geldiği taşları bilinçsizce topluyor ya da atıp, etrafa saçıyordu. Kimisi birlikte geldiği çocukları ortaya salıvermiş, çocuklar kan ter içinde bir topun, kozalağın ya da karton kahve bardağının peşinde koşarken daha çok koşsunlar ve de eve gittiklerinde yorgunluktan sızıp kolayca uyuyuversinler diye ya sesini çıkarmadan çocuğu ve aslında günün kolayca geçip gidişini izliyor ya da onları daha çok koşmaya teşvik edecek cümleler kuruyordu. Kendi kendine ıssız bir köşede oturan da vardı. Kalabalık kadın grubunun içinde içtiği çaylar midesini bulandırmaya başladığında, orada ne aradığını düşünmeye başlayanlar da. Güneş başına geçip, beti benzi atmış halde her yerine bronzlaştırıcı süren de. Geniş kenarlıklı şapkasının altında gözlerini kapatmış uyuklayan da. Bir an, ne kadar zamandır P.'ye bakmadığımı düşünüp panikle onu en son gördüğüm yere dönüyorum. Yok. Az ilerideki bir havlunun üzerine oturmuş. Beraber oynadığı çocukların annesi olduğunu tahmin ettiğim kadının eline tutuşturduğu simit parçasını iştahla kemiriyor. Kumlar ağzının kenarlarına yapışıyor. Şapkası kayıp.
Gün 3: Yan havluyla aramda bir metre mesafe var. Koca sahilde neden tanımadığım insanlarla bu kadar dip dibe oturduğumuzu bilmiyorum. Bugün en rahat mayomu giydim ve etrafımdaki yaşlı hanımların rahatlığına ayak uydurup, göbeğimi içime çekmekten vazgeçtim. P. geldiği gibi dünkü arkadaşlarını gördü. Koşarak yanlarına gitti. Güneş kremini çantamın içinde bulamadım. Yanımda ince bir kitap getirdim. Aylardır çantamda benimle dolaşan ama ne hakkında olduğunu bile hatırlamadığım bir roman. Bir kadın uzun bir yolculuğa mı çıkıyordu yoksa gittiğini hayal mi ediyordu, neydi. Gözlerim birkaç saniye aralıklarla P.'yi kontrol ediyor. Bakmadığım zamanlarda bile bakıyorum. P. yanındaki kızla el ele tutuşmuş. Deniz bel hizalarında, dikiliyorlar. İkisi de iki yaşlarında, ikisi de henüz konuşmuyor. Konuşmaya da gerek duymuyorlar. Yanımdaki havluda oturan yaşlı hanım, bembeyaz bacaklarını iyice kremledikten sonra çantasından çıkardığı karton kahve fincanına termosundan kahve doldurup bana uzatıyor. Al, canım al, diyor. Buzdolabı poşetine doldurduğu küçük kurabiyelerden de bir avuç elime tutuşturuyor. Öyle teklifsizce içime derin bir nefes üflüyor. Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor ama dönüp bakınca nasıl geçtiğine hayret ediyorsun, diyor. Laf lafı açıyor. Kitabı kapatıp çantama geri koyuyorum. Kurabiyenin içindeki çikolata dilimin üzerine yayılıyor.
Gün 9: P. geldiği gibi kumsalın her yerinde dün kaybolan kırmızı küreğini aradı. Bulamadı. Arkadaşları bugün gelmediler. Tatilleri bitmiş. P. üzülecek sandım ama hemen başka bir oğlanla arkadaş oldu. Birlikte denizden topladıkları deniz kabuklarını kovaya doldurdular. Birinin içinden yengeç gibi ayakları olan bir böcek çıktı. Önce korktular, sonra çok eğlendiler. P. geceleri deliksiz ve hiç uyumadığı kadar uzun uyuyor. Eskiden sabahın altısında kalkarken birkaç sabahtır sekize doğru ancak uyanıyor. Akşam P. uyuduktan sonra balkonda oturup şeftali ya da karpuz yiyorum. Saçlarımın önlerinin rengi açıldı. Derimdeki incecik gerginlik, derinden gelen bir gevşemeye eşlik ediyor. Kitap masanın üzerinde öylece duruyor. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Yıldızlar sanki bu gece doğuyor. Erkenden yatıp uyuyorum.
Gün 13: P. daha koşarak yanıma gelmeden simitçinin parasını hazırladım. Arkadan mısırcı geldi. Bir körpe mısırı ikiye bölüp paylaştık. P. nin bacakları kapkara. Elmacık kemikleri hafifçe pembe. Kucağımda oturmuş dişlerine sıkışan mısırları çıkarmaya çalışırken, uzanıp yanağımdan öpüyor. Kum, diyor. Evet, kum, diyorum. Havlunun üzerinde, kucak kucağa oturuyoruz.
Gün 15: Yine geliriz, diyorum. Elimi tutuyor. Gölgesi gölgemin yanında uzuyor, uzuyor, uzuyor. Boyumu geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder