Beni karanlık odalara hapsedin.
Sesimi susturmak için, akciğerlerimi, göğüs kafesime bağlayın. Sürekli uzak diyarlara uçmaya çalıştıkça kanatları dökülen içimdeki şu kuşu, ya alın bir kafese kapayın ya da gözlerini dağlayın. Yaşanamayacak ne kadar mutluluk ihtimali varsa hepsinin peşinden koşan bacaklarımı, sakatlayın. Bir gün gelsin de akıllanayım, diye Malabadi köprüsünün az uzağındaki o devasa ağacın önünde diz çöküp, gökyüzüne bakın ve ne olduğunu tam olarak bilemediğiniz bir şeylere, adaklar adayın. Dünya üzerinde söylenmiş her sesi duyan kulaklarımın dönüştüğü beyaz kutup tavşanlarını, ne olur, biraz koşun, uğraşın ama avlayın. Bir kez denediği her şeyi kafasında çöpe dönüştürüp, varlıklarını değersizleştiren şu aklımı, bir kez daha bağışlayın. Sizi bir gün bir yerde gördüysem ve nedenini hiç bilmeden ve azıcık bile umursamadan özlüyorsam eğer, bir kez de siz bana doğru adımlar atın ya da sesimi duyunca dönüp bakın, koşmayın artık, yavaşlayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce karanlığın içine bakayım ve sonsuza gidiyormuş gibi virajlara dolanan şu yolda, sessizce uyumama izin vermeyen her şeye, biraz da siz, içinizden gözyaşı dökün ya da ne olacak, bu defa bağıra çağıra ağlayın.
Beni ışıktan kulelerde, gözlerimi açamayacak hale gelene dek bekletin.
İçimdeki tüm kemikler, dokunulduğu an un ufak olacak hale gelene dek etlerimi dağlayın. Loş ve kuytu dağ ormanlarının bir yerlerinden yola çıkmış dört nala üzerime koşan yabani atların ne kadar çok korku yüklü olduğunu siz de sezin ve onlar bana varamadan, bir karlı dağın gölgesinde durdurun, hesap sorun ya da acımayın, sakatlayın. Neşemi kaçıran puslu ihtimallerin binbir yüzle uykularıma saldırdığı gecelerin sabahlarında, elim yüzüm çizikler içinde, ne kadar yorulduğumu görünce, acıyın ve beraber huzurla uyunabilecekler listesinden adını işaretleyelim en sıcak ayaklı adayın. Bir önceki hayatınızda ne günah işlediyseniz görmezden gelelim bazı geceler; ilk defa gelmişsiniz gibi dünyaya, bir şişe kırmızı şarabın doğduğu topraklardan bahsedelim ya da siz bahçedeki köpek olun, hemen ayak ucumda durun, aynı dolunaya bakalım, siz aklınıza çok değişik bir anı geldiğinde, ben anlarım, sadece havlayın. Her seferinde sıra nasıl bana bu kadar hızlı gelebilir, bir kez de bir deniz kıyısında oturmuş konuşurken, siz pervasızca aklınızdan geçen her şeyi söyleyiverin ve saçmalayın. Ne kadar hastayım bazı kış geceleri; ateşimden aklımdaki tüm notalar birbirine karışıyor ve korkunç müzikler odaların duvarlarında yankılanıyorken, neden yapmıyorsunuz, biriniz mutfağa girip, biraz ıhamur kaynatın, tavuk haşlayın. Mesela biraz zamansız gelen hislere dolanmış gibi hissettiğinizde, azıcık derin nefes alın ve neye ait olduğunu bilmediğiniz gölgelerle savaşmayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce yeni doğan güneşin, karlarla kaplı upuzun ağaçları nasıl sonsuza dek kocaman elleriyle sevip okşayacakmış gibi sarmaladığına baktığımda, içimizde asırlardır susan bir şeyler sessizce fısıldasın ya da bu defa bağıra çağıra ağlasın.
Beni yeni gelen yıllardan, cam bir şeker kavanozunda, şefkatle sarıp, saklayın. Ve bunu yapmak için de bir neden aramayın, mantıklı bir gerekçe bulmaya çalışmayın. Herkesi sevmek için geçerli sebepler bulmak gerektiğine sizi kim inandırdı, bu laflara inanmayın. Dahası siz siz olun, birini sevmeden geçecek bir hayata alışmayın.
25 Aralık 2014 Perşembe
23 Aralık 2014 Salı
Göz
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını, bir gün Galata kulesinin altında otururken; birdenbire, hiç de aydınlanma yaşamayı beklemediğim bir anda, anladım. Kahveyi lezzetli çekirdeklerden çekmeyi bu kadar iyi becerebilen bir yerin, nasıl olup da bir mozaik pastada bu kadar başarısız olabileceğini düşünüyordum o an. Önümde yatan mozaik pastanın bisküvilerinin, hiç çatal değmeden çöpe atılıp gitmesine gönlüm razı olmuyor; küçük çatalımın dişleriyle her parçasını paramparça ediyor, sert metali çikolatasının içine batırıp çıkarıyor, püre haline getirdikçe, pastanın her yerine iyice temas ettiğime emin oluyordum. Pastanın artık ölse de gam yemeyecek kadar dolu dolu bir hayat yaşadığına emin olduktan sonra, küçük, yuvarlak masanın ucuna itebildim tabağı. Dudaklarıma dokundurduğum peçeteyi üzerine uzunlamasına örtüp, veda busesini de verdiğimde cenaze merasiminin sonuna gelmiştim ki, garson gelip aceleyle kaldırdı tabağı önümden. Belli ki bir süredir mozaik pastaya yapılan işkenceyi uzaktan seyretmiş, elinden bir şey gelmemiş ama fırsat bulduğu an, onu ellerimden kurtarıp, huzur içinde, kulenin sabahtan akşama değişen gölgesinin altında çay demleriyle, kahve çekirdeklerinin keskin kokusuyla, kurumuş tost ekmeği artıklarıyla, ruj izli peçetelerle, yarısına kadar yazılıp vazgeçilmiş mektuplarla, her markadan sigara izmaritleriyle dolup dolup boşalan çöpe gömmeye yemin etmişti. Yüzüme bakarken, nezaketini asgaride muhafaza etmeye devam ediyor; ama içten içe beni yargılıyordu. Dudaklarının kenarlarından dökülen söylenmemiş sözler, o gün arsızca gözlerimizi kamaştıran kış güneşinin altında parlıyorlardı. Görmemek imkansızdı. Bu sustuklarını, birazdan çok az insanın geçtiği yan sokakta sigara molasına çıktığında, diğer garsona anlatacak; ikisi beraber, benim bir tabak dolusu şımarıklığımdan ağızlarını eğe büke bahsedecekler, az önce mozaik pastaya yaptığımın biraz değişiğini bana yapacaklardı. Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
Bu sırada bir gözümde kocaman bir bandajın olduğunu, dünyaya alıştığım kadar geniş bir açıdan bakamadığımı ve yüreğimde, az önce bir neşterin göz kapağımda hoyratça dolaşırken bıraktığı korkak titreşimlerin ara ara yükselip alçaldığını, baştan söylemeliydim. Belki önce, bir hastaneye gidip, parlak ışıklı bir ameliyathanede yalnızca on dakika yatmanın bile içimde ne acayip korkuları açığa çıkardığından bahsetmeliydim. İçimde, yeni uyanmış şefkate aç, sıcak vücutlu yuva çocuklarının, yüzünü ilk defa gördüğüm, benden uzak coğrafyalarda yaşamış ve yaşlanmış akrabaların, varlıklarına muhtaç olduğum seviyede aşina olduğum otobüs şoförlerinin, bakkal çıraklarının, geceyarısı çöpleri toplayan adamların, evin hiç bilmediğim kirlerini çamaşır sularıyla temizleyen bazı kadınların, ilkokul öğretmenimin, yazlıktaki dondurmacının oğlunun seslerini duyuyor; bazılarını özlediğimi bazılarını ise hiç tanımadığımı fark ediyordum. Tüm hislerin sesleri birkaç ton daha yüksek perdeden duyuluyordu. İçlerinden acıma, tüm heybetiyle ayağını yere vuruyordu. En çok kendime, sonra, kulenin altında dilenen çocuktan, yerlerde bir parça ekmek kırığı arayan güvercine, apartmanların arasında sanki içi daralıyormuş gibi hissettiğim Galata kulesinden, vitrinde bayatlayan, kimsenin tercih etmediği sufleye, her şeye acıyor, nereye baksam, üzülüyordum. Birazdan yan masada oturmuş bol sütlü kahvelerinin köpüklerini kaşıklarının ucuyla yerken, neşeyle konuşan yaşlı çiftin yanlarına gidip, biraz sarılalım mı, diyeceğime, artık emin olmuştum. Mozaik pastayı da gömdüğüme göre, hayatta yapacağım çok da bir şey kalmamıştı.
O an bir kalbim daha olsa, içimdeki bu acıklı şeyleri de iki kat fazla mı yaşardım, diye düşündüm. Biri kapandığında diğeriyle görebileceğimiz bir göz, sesleri küstürmeyeceğimizbir kulak daha, biri tıkansa bizi nefessiz bırakmayacak bir burun deliği, hayata bir çivi gibi çakılmaya yetecek bir bacak, birinin elini yine de tutmaya yetecek bir el daha, evet, ne gerekliydi. Yedek parçalarıyla üretilmiş bir makina gibi; bazı arızalara karşı hem temkinli hem tahammüllüydük, İçimizde, bakıp imrendiğimiz romantik çiftler gibi tatlı hayatlar yaşayan iç organlarımız, çok lazımdı. Ama sanki yine de biraz kalabalıklara oynuyor, fotoğraf makinalarına fazla mutlu gülümsüyorlardı.
Oysa kalp diyorum, iki tane olsa, daha çok sevmez, şimdikinin iki katı kırılırdı. Depoladığı korkularla çıldırtır, uzun gecelerde uyutmaz, ağlatmaya doymaz, içimiz lime lime olana kadar bizi parçalar, biz sağır olmak için dua etmeye başlayana kadar konuşup, hüzünlü hikayeler anlatırdı. İki tane beynin kuşkular, kuruntular ve kusurlarla doldurduğu bir hayata ne kadar dayanabilirdik? İki midenin birden bulanmaya, kelebeklerle dolmaya, acıkmaya, ne yese doymamaya meyilli ruh halleriyle nasıl başa çıkardık? İki tane dilin, yediği mozaik pastalardan tatmin olmadığını, kahveleri yarıda bıraktığını, ekşi eriklerden kamaşıp, ayva tatlılarında dağıldığını düşünün. Yok, yapamazdık. Doğduktan kısa süre sonra belirlenemeyen bir hastalıktan ölmüş gibi yapar; aslında yorulur, yaşamaktan vazgeçerdik.
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını anladığımda, evet, her şeyi fazla abartıyordum. Dünya, gören gözüme bambaşka ve renklerin daha karanlık olduğu bir haliyle görünüyordu. Aynı dakikalarda, kapıdan giren biri, sağlam iki gözünü getirip masaya koyuyor, renklerin parlaklığı artsın diye, dünyanın ekran ayarlarıyla oynuyordu. Acıklı şeylerin ağızları küçülmeye başlıyor, garson sigara molasında beni tamamen unutup, arkadaşına yeni sevgilisinden bahsediyor, mozaik pasta bir sonraki hayatında dünyaya limonlu cheesecake olarak geliyordu.
Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
Bu sırada bir gözümde kocaman bir bandajın olduğunu, dünyaya alıştığım kadar geniş bir açıdan bakamadığımı ve yüreğimde, az önce bir neşterin göz kapağımda hoyratça dolaşırken bıraktığı korkak titreşimlerin ara ara yükselip alçaldığını, baştan söylemeliydim. Belki önce, bir hastaneye gidip, parlak ışıklı bir ameliyathanede yalnızca on dakika yatmanın bile içimde ne acayip korkuları açığa çıkardığından bahsetmeliydim. İçimde, yeni uyanmış şefkate aç, sıcak vücutlu yuva çocuklarının, yüzünü ilk defa gördüğüm, benden uzak coğrafyalarda yaşamış ve yaşlanmış akrabaların, varlıklarına muhtaç olduğum seviyede aşina olduğum otobüs şoförlerinin, bakkal çıraklarının, geceyarısı çöpleri toplayan adamların, evin hiç bilmediğim kirlerini çamaşır sularıyla temizleyen bazı kadınların, ilkokul öğretmenimin, yazlıktaki dondurmacının oğlunun seslerini duyuyor; bazılarını özlediğimi bazılarını ise hiç tanımadığımı fark ediyordum. Tüm hislerin sesleri birkaç ton daha yüksek perdeden duyuluyordu. İçlerinden acıma, tüm heybetiyle ayağını yere vuruyordu. En çok kendime, sonra, kulenin altında dilenen çocuktan, yerlerde bir parça ekmek kırığı arayan güvercine, apartmanların arasında sanki içi daralıyormuş gibi hissettiğim Galata kulesinden, vitrinde bayatlayan, kimsenin tercih etmediği sufleye, her şeye acıyor, nereye baksam, üzülüyordum. Birazdan yan masada oturmuş bol sütlü kahvelerinin köpüklerini kaşıklarının ucuyla yerken, neşeyle konuşan yaşlı çiftin yanlarına gidip, biraz sarılalım mı, diyeceğime, artık emin olmuştum. Mozaik pastayı da gömdüğüme göre, hayatta yapacağım çok da bir şey kalmamıştı.
O an bir kalbim daha olsa, içimdeki bu acıklı şeyleri de iki kat fazla mı yaşardım, diye düşündüm. Biri kapandığında diğeriyle görebileceğimiz bir göz, sesleri küstürmeyeceğimizbir kulak daha, biri tıkansa bizi nefessiz bırakmayacak bir burun deliği, hayata bir çivi gibi çakılmaya yetecek bir bacak, birinin elini yine de tutmaya yetecek bir el daha, evet, ne gerekliydi. Yedek parçalarıyla üretilmiş bir makina gibi; bazı arızalara karşı hem temkinli hem tahammüllüydük, İçimizde, bakıp imrendiğimiz romantik çiftler gibi tatlı hayatlar yaşayan iç organlarımız, çok lazımdı. Ama sanki yine de biraz kalabalıklara oynuyor, fotoğraf makinalarına fazla mutlu gülümsüyorlardı.
Oysa kalp diyorum, iki tane olsa, daha çok sevmez, şimdikinin iki katı kırılırdı. Depoladığı korkularla çıldırtır, uzun gecelerde uyutmaz, ağlatmaya doymaz, içimiz lime lime olana kadar bizi parçalar, biz sağır olmak için dua etmeye başlayana kadar konuşup, hüzünlü hikayeler anlatırdı. İki tane beynin kuşkular, kuruntular ve kusurlarla doldurduğu bir hayata ne kadar dayanabilirdik? İki midenin birden bulanmaya, kelebeklerle dolmaya, acıkmaya, ne yese doymamaya meyilli ruh halleriyle nasıl başa çıkardık? İki tane dilin, yediği mozaik pastalardan tatmin olmadığını, kahveleri yarıda bıraktığını, ekşi eriklerden kamaşıp, ayva tatlılarında dağıldığını düşünün. Yok, yapamazdık. Doğduktan kısa süre sonra belirlenemeyen bir hastalıktan ölmüş gibi yapar; aslında yorulur, yaşamaktan vazgeçerdik.
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını anladığımda, evet, her şeyi fazla abartıyordum. Dünya, gören gözüme bambaşka ve renklerin daha karanlık olduğu bir haliyle görünüyordu. Aynı dakikalarda, kapıdan giren biri, sağlam iki gözünü getirip masaya koyuyor, renklerin parlaklığı artsın diye, dünyanın ekran ayarlarıyla oynuyordu. Acıklı şeylerin ağızları küçülmeye başlıyor, garson sigara molasında beni tamamen unutup, arkadaşına yeni sevgilisinden bahsediyor, mozaik pasta bir sonraki hayatında dünyaya limonlu cheesecake olarak geliyordu.
Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
26 Kasım 2014 Çarşamba
Leblebi
Çok seviyorum ama, dedi sonunda. Sustum. Bazı cümlelerin, kendilerinden sonra gelecek başka bir cümleye tahammülü olmadığını biliyordum.
Çok seviyorum, dedikten sonra bar taburesinden yalpalayarak, zar zor indi. Yorgun suratlı genç garsona tuvaleti sordu. Öyle bir hali vardı ki; içimden onu uyutup sabaha kadar ayak ucunda oturmak, uyku arasında ağlayarak uyandıkça, tamam, geçti deyip, avucunu okşamak geliyordu. En savunmasız haliyle oturuyordu akşamın erkeninden beri karşımda. Savaş meydanının ortasına her şeyden habersiz dalan bir çocuk saflığındaydı. Bir gram makyaj yapmamıştı. Yüzü incelmiş ve eskimişti. Kestane saçları başına sonradan eklenmiş gibi yerini bulamıyor; her teli ayrı istikamete savruluyor, gözlerine batıyor, konuşurken ağzına giriyordu. Gözlerinde delikler açılmıştı. İnsan biraz uzun baksa, içindeki karanlığı görüyordu. Kalbiyle beraber vücudunun zembereği kırılmış, elinin kolunun ayarı kaçmıştı. Masanın üzerinde konacağı yere karar veremeyen bir sinek gibi dolaşan ince parmakları hareket ettikçe, kafamı başka bir yöne çeviriyordum. İçimdeki acıma hissi, yavaşça tadı ekşi başka bir şeye dönüşüyor, kaçmak istiyordum. Onun bu halinden arkama bakmadan kaçıp gitmek ve söylediklerini sonsuza kadar aklımdan çıkarmak için ölüyordum. Şimdi o yokken kalkıp gitsem ve onu burada bu haliyle bıraksam diye düşünürken, garson yeni bir tabak karışık çerez getirdi.
Ne kadar acıktığımı o an fark ettim. Bol acılı bir kase işkembe çorbası, sarımsaklı ıslak hamburger, ağzını açmış bol limonlu bir porsiyon midye ve içi alınmış yarım ekmeğe doldurulmuş, bol baharatlı kokoreç selam vererek önümden geçtiler. Ben yemem ki böyle şeyler, dedi. Tuvaletten dönmüştü ve demek ki, aklımdan geçenleri o da görmüştü. Zaten kim çok mutlu olduğu sakin bir pazar öğleden sonrası birden bol acılı ve sarımsaklı kelle paça çorbası içmek ister ki, diye düşündüm. Her gün biraz daha derine gömülüp, her gece seni ağlatan o şeyleri öldürmek için kendini rakı sofralarına, tuzlu tekila kadehlerine, içinde dağ gölleri oluşturan litrelerce biraya vurduktan sonra, tüm güzel anıların gittiğini ama onların kaldığını gördüğünde. Evet, işte tam o an. Kendinden alacağın intikam bir yarım ekmek kokoreçe dönüştüğünde. Dudaklarından midene acı baharatlar ip gibi uzadıkça, dilin yanıp, gözlerin doldukça. Tenin ısınıp, yanakların hafiften kızarınca. Öyle iki lokmada bitecek gibi değil. Çiğnedikçe ağzında büyüyen ısırıklar. Lezzetli değil, ekmek taze değil ve sen zaten aç bile değilsin. Ağzında çoğaldıkça çoğalan beyaz ekmek birazdan içinde ölmeyen o şeylerin üzerine beyaz bir yastık gibi çökecek. Nefessiz bırakıp hiç olmazsa seslerini kesecek. Ve sen ertesi sabah hayal meyal hatırladığın bu anlardan, tiksineceksin. Bir an önce sindirip, vücudundan atmak isteyeceksin. Ya da son lokmayı yutup; bir köşeyi dönecek, birkaç adım atacak ve kusacaksın. Yüzlerce insanın ortasında, kimsesiz biri gibi. İçinde ne biriktiyse bırakıvereceksin ortalığa. Belki zehirlenip ölmüşlerdir diye düşüneceksin birkaç dakika. Kafanın içinde beyaz bir sessizlik olacak. Birine tutunacaksın ya da bir duvara dayanıp, duracaksın. Bunları sessizce düşünüyordum ama sanki onun bu yeni hali, söylemediğim şeyleri bile duyar gibiydi. Kafasını salladı.
Saatler geçti. Gece, çocukluktan ilk gençliğe adım attı. Bitmeyecek bir hikaye dinliyordum; anlamış ve kabullenmiştim. Çerez tabağının içinde beyaz leblebiler sağa sola çarparak yuvarlanıyorlardı. Zaten ilk seçilen bademlerle sizin aynı midede buluşacak olmanız başlı başına bir hikaye, diyerek, onları da attım ağzıma. Ne kadar çok sevip ne kadar çok haksızlığa uğradığını anlattığı hikaye devam ediyordu. Fark etmeden, ne vardı bu kadar sevecek, deyiverdim. Kafasını kaldırıp tam yüzüme baktı. Yüzümde bir yere dikkatlice, uzun süre bakarsa söylediklerini anlayacakmışım gibi. Kirpiklerini küçük bir kız çocuğu gibi kırpıştırdı. Ağlayacaktı. Durdurulamaz bir noktada olduğunu görüyordum. Uzanıp kolunu tuttum. Kalk dedim, gidelim.
Yürüdükçe açıldı. Nefes alış verişi düzeldi. Kalabalık onun kafasını dağıttı, benimkini karıştırdı. O an, nerede, ne yaptığını ikimizin de bilmek için delirdiği aynı adam, onu mahvettiğinden habersiz, telefonumun cevapsız aramalarında bir isim olarak duruyordu. Birazdan mesajlar atacak, buluşalım diyecek, ben mesajları okurken suratımda en ufak bir gülümseme olmasın diye tüm kaslarımı hizaya dizecektim. Yine de bir saniye bile düşünmeyecek, neredeyse oraya, nehre düşmüş kuru bir yaprak gibi sürüklenecektim.
Balık pazarından çıkarken, şu midyelerden yiyelim, diye tutturdu. Durduk. Narin ellerinde bembeyaz yarım ekmek, bir tepeye çökmüş bulut gibi duruyordu. Nefes almadan, beni şaşırtarak yedi. Her lokmayı, ne olur tadına bak, diye ısrar ede ede çiğnedi. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişti, belliydi. Ellerini kolonyalı mendile sildi. Çöpünü katlayıp kenara koydu. Koluma girdi. Caddeye çıktığımız an iki büklüm oldu.
Sonrasında ayakkabılarımın üzerindeki kusmukları ve cebimde ısrarla titreşen telefonu hatırlıyorum.
Çok seviyorum, dedikten sonra bar taburesinden yalpalayarak, zar zor indi. Yorgun suratlı genç garsona tuvaleti sordu. Öyle bir hali vardı ki; içimden onu uyutup sabaha kadar ayak ucunda oturmak, uyku arasında ağlayarak uyandıkça, tamam, geçti deyip, avucunu okşamak geliyordu. En savunmasız haliyle oturuyordu akşamın erkeninden beri karşımda. Savaş meydanının ortasına her şeyden habersiz dalan bir çocuk saflığındaydı. Bir gram makyaj yapmamıştı. Yüzü incelmiş ve eskimişti. Kestane saçları başına sonradan eklenmiş gibi yerini bulamıyor; her teli ayrı istikamete savruluyor, gözlerine batıyor, konuşurken ağzına giriyordu. Gözlerinde delikler açılmıştı. İnsan biraz uzun baksa, içindeki karanlığı görüyordu. Kalbiyle beraber vücudunun zembereği kırılmış, elinin kolunun ayarı kaçmıştı. Masanın üzerinde konacağı yere karar veremeyen bir sinek gibi dolaşan ince parmakları hareket ettikçe, kafamı başka bir yöne çeviriyordum. İçimdeki acıma hissi, yavaşça tadı ekşi başka bir şeye dönüşüyor, kaçmak istiyordum. Onun bu halinden arkama bakmadan kaçıp gitmek ve söylediklerini sonsuza kadar aklımdan çıkarmak için ölüyordum. Şimdi o yokken kalkıp gitsem ve onu burada bu haliyle bıraksam diye düşünürken, garson yeni bir tabak karışık çerez getirdi.
Ne kadar acıktığımı o an fark ettim. Bol acılı bir kase işkembe çorbası, sarımsaklı ıslak hamburger, ağzını açmış bol limonlu bir porsiyon midye ve içi alınmış yarım ekmeğe doldurulmuş, bol baharatlı kokoreç selam vererek önümden geçtiler. Ben yemem ki böyle şeyler, dedi. Tuvaletten dönmüştü ve demek ki, aklımdan geçenleri o da görmüştü. Zaten kim çok mutlu olduğu sakin bir pazar öğleden sonrası birden bol acılı ve sarımsaklı kelle paça çorbası içmek ister ki, diye düşündüm. Her gün biraz daha derine gömülüp, her gece seni ağlatan o şeyleri öldürmek için kendini rakı sofralarına, tuzlu tekila kadehlerine, içinde dağ gölleri oluşturan litrelerce biraya vurduktan sonra, tüm güzel anıların gittiğini ama onların kaldığını gördüğünde. Evet, işte tam o an. Kendinden alacağın intikam bir yarım ekmek kokoreçe dönüştüğünde. Dudaklarından midene acı baharatlar ip gibi uzadıkça, dilin yanıp, gözlerin doldukça. Tenin ısınıp, yanakların hafiften kızarınca. Öyle iki lokmada bitecek gibi değil. Çiğnedikçe ağzında büyüyen ısırıklar. Lezzetli değil, ekmek taze değil ve sen zaten aç bile değilsin. Ağzında çoğaldıkça çoğalan beyaz ekmek birazdan içinde ölmeyen o şeylerin üzerine beyaz bir yastık gibi çökecek. Nefessiz bırakıp hiç olmazsa seslerini kesecek. Ve sen ertesi sabah hayal meyal hatırladığın bu anlardan, tiksineceksin. Bir an önce sindirip, vücudundan atmak isteyeceksin. Ya da son lokmayı yutup; bir köşeyi dönecek, birkaç adım atacak ve kusacaksın. Yüzlerce insanın ortasında, kimsesiz biri gibi. İçinde ne biriktiyse bırakıvereceksin ortalığa. Belki zehirlenip ölmüşlerdir diye düşüneceksin birkaç dakika. Kafanın içinde beyaz bir sessizlik olacak. Birine tutunacaksın ya da bir duvara dayanıp, duracaksın. Bunları sessizce düşünüyordum ama sanki onun bu yeni hali, söylemediğim şeyleri bile duyar gibiydi. Kafasını salladı.
Saatler geçti. Gece, çocukluktan ilk gençliğe adım attı. Bitmeyecek bir hikaye dinliyordum; anlamış ve kabullenmiştim. Çerez tabağının içinde beyaz leblebiler sağa sola çarparak yuvarlanıyorlardı. Zaten ilk seçilen bademlerle sizin aynı midede buluşacak olmanız başlı başına bir hikaye, diyerek, onları da attım ağzıma. Ne kadar çok sevip ne kadar çok haksızlığa uğradığını anlattığı hikaye devam ediyordu. Fark etmeden, ne vardı bu kadar sevecek, deyiverdim. Kafasını kaldırıp tam yüzüme baktı. Yüzümde bir yere dikkatlice, uzun süre bakarsa söylediklerini anlayacakmışım gibi. Kirpiklerini küçük bir kız çocuğu gibi kırpıştırdı. Ağlayacaktı. Durdurulamaz bir noktada olduğunu görüyordum. Uzanıp kolunu tuttum. Kalk dedim, gidelim.
Yürüdükçe açıldı. Nefes alış verişi düzeldi. Kalabalık onun kafasını dağıttı, benimkini karıştırdı. O an, nerede, ne yaptığını ikimizin de bilmek için delirdiği aynı adam, onu mahvettiğinden habersiz, telefonumun cevapsız aramalarında bir isim olarak duruyordu. Birazdan mesajlar atacak, buluşalım diyecek, ben mesajları okurken suratımda en ufak bir gülümseme olmasın diye tüm kaslarımı hizaya dizecektim. Yine de bir saniye bile düşünmeyecek, neredeyse oraya, nehre düşmüş kuru bir yaprak gibi sürüklenecektim.
Balık pazarından çıkarken, şu midyelerden yiyelim, diye tutturdu. Durduk. Narin ellerinde bembeyaz yarım ekmek, bir tepeye çökmüş bulut gibi duruyordu. Nefes almadan, beni şaşırtarak yedi. Her lokmayı, ne olur tadına bak, diye ısrar ede ede çiğnedi. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişti, belliydi. Ellerini kolonyalı mendile sildi. Çöpünü katlayıp kenara koydu. Koluma girdi. Caddeye çıktığımız an iki büklüm oldu.
Sonrasında ayakkabılarımın üzerindeki kusmukları ve cebimde ısrarla titreşen telefonu hatırlıyorum.
16 Ekim 2014 Perşembe
SON
Bütün filmler mutlu bitmek istiyor.
Karanlık salonlarda körleşip, ışıklar açıldığında gözleri kamaşan herkes eve mutlu sonlara olan inancını kaybetmeden dönmek. Yer gösterici filmi yirmiüçüncüye izlerken, hiç olmazsa bu kez kızın adama döndüğünü düşünmek. Başroldeki kız bile. Filmin bu kopyasında, birden senaryoya isyan edip sokaklardan koşarak geçmek, adamın dikildiği o merdiven başına soluk soluğa çıkmak, sigarasının son nefesini çeken adama tüm gücüyle sarılmak istiyor.
Ne yazık, bir kez daha neşeli ihtimaller yüzlerini yere eğiyor. Adam, orada, hala bekliyor. SON yazısı çıktıktan sonra oturuyor merdivenin en üst basamağına, ceketinden cep matarasını çıkarıyor. Sessiz sedasız içiyor. Güneş battıktan, salondaki koltukların altlarına atılmış boş su şişeleri, sakız kağıtları, gazoz tenekeleri ve koltukların aralarına sıkışan patlamış mısır taneleri temizlendikten, salondan çıkan son seyirci bile eve gidip koltuğuna oturduktan sonra, yerinden kalkıyor. Midesi bulanıyor. Karnı aç. İçinde pişmanlığa benzer bir his, sıkıştığı çarktan kendini kurtarmaya çalışıyor; çıkamadıkça her yeri kan revan içinde bırakıyor. Derin bir nefes alıyor. Pişmanlıklarını serbest bırakamaz adam. Bırakırsa yaşayamaz.
Yürüyor. Filmin gece gösterimine yetişmeye çalışan bir çiftle çarpışıyorlar yolda. Adamı tanır gibi bakıyorlar yüzüne ama çıkaramıyorlar. Az sonra filme girdiklerinde başroldeki oyuncunun kayıp olduğunu görüp ne kadar şaşıracaklarını düşünüp, gülüyor adam. Sesli gülüyor sonra. Yanından geçen küçük bir çocuk, annesinin omzundan kafasını kaldırıp ona bakıyor. Çocuğun gözleri kızarmış, uykulu. Annesinin yüzü ise filmde kavuşamadığı kadına ne çok benziyor. Üzülüyor adam. Bari bu kez en azından bana doğru yola çıksaydı, diyor. Yolun tam ortasında mesela, birden vazgeçer gibi olsa, yavaşlasa, bir banka oturup biraz düşünmeye karar verse, adam uzun bacaklarıyla iki dakikada varırdı yanına. Bekleyen insanın hisleri bilenirdi zamanla. Karşıdan atılan her adımı içinde duyardı. Oysa adam hiç duymadı ve duymuyor. Bir kez olsun kavuşamadığı kadınının kokusunu duyuyor burnunun ucunda yalnızca. Rol icabı bunlar, diyor. Kendini inandıramıyor. Konu kadın değil çünkü kendi de biliyor. Adam yalnızca kötü sonlardan hoşlanmıyor. Bekleyişlerin dönüştüğü hayal kırıklarının bir balon gibi içinden havalandığını hissediyor. Elleri uyuşuyor birden. Nereye gittiğini bilmediğini fark ediyor. Kendini hiç bilmediği bir ara sokakta buluyor. O an yoruluyor. İçinden havalanan balonun göğsünü delip çıktığını, pişmanlığın sıkıştığı çarkları yerinden söküp, dışarıya taştığını görüyor. Yığılıp kalıyor.
Film başlıyor.
İzleyiciler karanlık bir ekrana bakıyorlar uzun süre. Bir kısmı hemen, bir kısmı biraz daha zaman geçtikten sonra söylenmeye başlıyor. Neler olduğunu anlayamıyorlar. Sesler iyice yükseldiğinde başroldeki kadın görünüyor ekranda. Bir köprüden ayaklarını sarkıtmış seyircilere bakıyor. Siz diyor, mutlu bitmeyen bir filmde oynamanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz. Biliyorlar. Bir kısmı hemen, evet, diyor, bir kısmı sevgilisinin elinden tutup salonu hızla terk ediyor. Havaya karışan huzursuz şeylerin ciğerlerine yapışmasına müsaade etmiyorlar. İyi ediyorlar. Kadın uzun uzun anlatıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sesi iyice çatallaşıyor bir süre sonra. Film hiç başlamıyor. SON yazısı hiç görünmüyor. Çıkışta seyircilere bilet paraları iade ediliyor. Sinemanın yönetim kurulu o gece acilen toplanıp filmi bir daha oynatmama kararı alıyor. Başroldeki kadın kariyerine komediyle devam ediyor. Adamı bir daha hiç gören olmuyor. Ailesi bir süre İstiklalin bütün duvarlarını kayıp aranıyor ilanlarıyla donatıyor. Birileri gelip ilanların üzerine konser afişi yapıştırıyor, bazı ilanlar rüzgardan uçup gidiyor. Bugün o filmi kimse hatırlamıyor. Seyirciler bugün bile ne kadar düşünseler o gün neler yaşandığını anımsayamıyorlar.
Bütün filmler mutlu bitmek istiyor.
En mutsuz hikayeler en çok mutlu olmak isteyenlerin başına geliyor.
12 Ağustos 2014 Salı
Yılan
Kendi hayatına sığamıyorsun.
Bir yerinden delip çıkmak istiyorsun. Çöl sıcağında derisi kendine artık küçük gelen bir yılansın sürüne sürüne yollarda. İmkan yok kendini yaşayamıyorsun. Kendinde olanı da bulamıyorsun. Sürekli içinde o sıkışıklık hissi. Aklını başka bir şeye veremiyorsun. Nereye gittiğine konsantre olamıyorsun. Varsa yoksa sıcak, daraldıkça daralan bir hayat.
Süründükçe hiçbir yerin eskimiyor. Bir tek yeri bile vücudunun, senden kopup ayrılmıyor. Ölmüyorsun. Bağırıp çağırıp rahatlayamıyorsun. Dilin yok nihayetinde, zaten konuşursan yaşadığın yerlerde barınamıyorsun. Gerçekten konuşmaya başlasan kendine söyleyeceklerini duymaktan delice korkuyorsun. Kendi kendinin bir zaman var olup ölmüş bir gölgesi gibisin kuytularda. Bir başkasının yanından geçerken, onun hayatına bakıp, çölde yaşayacak hayvan değil bu, ormanlara gitsin, diyorsun. Oysa hayatında hiç ayna görmedin. Hangi hayvan olduğunu kendin de bilmiyorsun. İçin sıkılmaya devam ediyor. Gecenin ayazında bile yüreğin soğumuyor, nefes alamıyorsun.
Kendi dünyanda olamıyorsun.
Aslında hayat çok basit. Sevişip çoğalıyorsun. Bulursan yemek yiyorsun. Bulursan su içiyorsun. Korkuyorsun. Saklanıyorsun. Korkun geçince rahatlayıp sıcak kumlarda sere serpe yatıyorsun. Hiç bitmeyecek sanıyorsun. Sonsuz gibi bir zamanda, öylece duruyorsun. Yine de birden bir şey oluyor. Neden olduğunu hiç anlayamıyorsun. Derin sıkmaya başlıyor seni, nefesler daralıyor. Bir gün sürünürken aniden öldüm sanıyorsun. Derin boydan boya çatırdıyor. Her parçan yırtılıyor. Bilmiyorsun ne olduğunu. Kendi içinden çıkıyorsun. Çıplak kalıyorsun. Sığamadığın derine dönüp bakıyorsun. Şahaneymişim, diyorsun. O kadar güzel ki derin, hayran kalıyorsun. Yanına alamıyorsun, cebin yok. Bırakıyorsun. En güzel yerinin seni neden boğduğunu anlayamıyorsun.
Zaten sen yılansın. Beynin o kadar gelişmemiş; hayatta seni en çok boğan şeylerin hep en güzel şeyler olduğunu idrak edemiyorsun.
Oysa ben de kendi hayatıma sığamıyorum.
Baksam, en çok yanında en mutlu olduğum insanlar yüzünden üzülüyorum. Orada olmayı her şeyden çok sevdiğim yerleri özlemekten, bulunduğum yerlerde mutlu olamıyorum. Hayat, evimdeki şifonyerin üzeri, buzdolabının rafları, ayakkabılığım, çantamın içi, kafamın içi hep daha güzel olsun diye kendi kendimi boğuyorum. En sevdiğim kıyafetime yolda çamur sıçrar, keskin bir masanın kenarına takılır, biri beğenir gözü kalır, bir garson üzerine gazoz döker diye diken üzerinde durmaktan neşemi kaybettiğimi hep sonradan idrak ediyorum. Kıyamadığım için kullanmadığım güzel dolma kalemlerimle, çekmecede duran defterlerime bir kelime yazmadan kaybolurlarsa diye korkuyorum. Terk edilmekten, sevilmemekten, başarısız olmaktan, vazgeçilmekten, kendimden vazgeçmekten delice korkuyorum. Çok sevdiğim biri bir gün beni sevmemeye başlarsa diye uykularım kaçıyor.Yeterince yaşayamadan ölüp gitmekten korkuyorum. Sere serpe kumlarda yatarken bile korkularım geçmiyor. Bir an olsun derin bir nefesle hafifleyemiyorum.
Zaten ben insanım. Beynim o kadar gelişmemiş; ceplerimi boşaltıp, rahatlayıp yürüyüp gidemiyorum.
18 Temmuz 2014 Cuma
Bir hüzün var
Bir hüzün var.
Üzerine doğru koşan bir köpekten kaçar gibi, arkasına bakmadan gitmek istiyor. Nefesi öyle kesik kesik, aldığı oksijen ciğerlerine gitmeden yok oluyor. Biten şarkıları başa alıp, tekrar tekrar dinliyor. Filmlerde son yazısı çıktığı an, tekrar izlemeye başlıyor. Çizgi film karakterleri gibi aynı kıyafetle dolaşmak, yıllarca aynı çarşafta uyumak, aynı cam bardaktan su içmek istiyor. Bu yüzden üzerindeki pijamalar biraz ter kokuyor. Kültablaları sigara izmaritleriyle dolup taşıyor. Meyve desenli naylon masa örtüsünün üzerinde bisküvi kırıkları, çekirdekleriyle aynı tabakta sıcaktan pörsümüş kayısılar, içinde sandviç yenmiş bir kayık tabak yan yana duruyorlar. Biraz sonra hepsi konuşmaya başlayacak dense, inanırsınız, öyle kişilikli bir duruşları var. Şarj aletinin ucu boş kablosu masanın fişe yakın tarafında, uzaktan onları izliyor. Koltuğun önündeki büyük sehpada, televizyonun üst rafında, açık pencerenin önünde, oda kapısına yaslanmış dikilen, komodinde biriken kitaplar; üst üste dizili. Biraz dikkatli okusa, aradığı sorunun cevabı birinin içinde, altı çizili halde bulunacak, emin. Sadece henüz gelemediği sayfaları okumaya ömrü yetecek mi, kestiremiyor. Hepsinin içinde, içindeki insanlar bir yere kaybolmasın diye tutturulmuş kitap ayraçları. Aralarına sıkıştırılmış kağıtlarda binlerce not, sessizce, kimbilir ne zaman, gelecek bir anı bekliyorlar.
Hayatın hiçbir yere varmayan ama bir an bile de durmayan akışından yorgun. Elinde dedesinden kalma bir antika saat. Pilleri çıkarılmış. Aklına estikçe akrebiyle yelkovanını istediği sayının üzerine koyuyor. Belki dünyanın en acayip meydan okuması. Tam gün batarken, eğer canı isterse, saat birden sabahı vuruyor. İşte, diyor ışıkların hepsini yakıp, bakın, yeni bir gün doğuyor. Sonra oturulmaktan eprimiş kadife koltuğun aynı köşesine oturuyor, kucağında üzerine sert iplikle tavuskuşları işlenmiş bir dantel yastık. Bakıyor. Yeni olan hiçbir şey yok.
Bir hüzün var.
Ne kadar kaçsa saklanamadığı, haykırdıkça sesini boğan bir sis. En buldum sandığı anlarda ellerinden kayıp giden, tutamadığı bir tutam sevinç. Sessiz sedasız oturduğu nehrin dibinde en beklemediği anlarda onu yerinden oynatan bir his. Yüzüne vurdukça kendini pençesinden kurtaramadığı, içinde dönerek nefessiz kaldığı dalga dalga bir hınç. Savaştıkça daha derine batacağını bildiğinden kendini bırakıvermiş akışa. Boğulacaksa boğulacak. Dördüncü kez izlediği filmin sonunda kız ölünce yine de hala ağlıyor. Bitmemiş henüz içindeki acı tat.
Bir hüzün var.
Peşinde. Şimdi birkaç adım ötesinde; uysallaşmış, yorulmuş bir hüzün. Biri gelip başını okşasa, kuyruğunu yere indirecek kesin.
Üzerine doğru koşan bir köpekten kaçar gibi, arkasına bakmadan gitmek istiyor. Nefesi öyle kesik kesik, aldığı oksijen ciğerlerine gitmeden yok oluyor. Biten şarkıları başa alıp, tekrar tekrar dinliyor. Filmlerde son yazısı çıktığı an, tekrar izlemeye başlıyor. Çizgi film karakterleri gibi aynı kıyafetle dolaşmak, yıllarca aynı çarşafta uyumak, aynı cam bardaktan su içmek istiyor. Bu yüzden üzerindeki pijamalar biraz ter kokuyor. Kültablaları sigara izmaritleriyle dolup taşıyor. Meyve desenli naylon masa örtüsünün üzerinde bisküvi kırıkları, çekirdekleriyle aynı tabakta sıcaktan pörsümüş kayısılar, içinde sandviç yenmiş bir kayık tabak yan yana duruyorlar. Biraz sonra hepsi konuşmaya başlayacak dense, inanırsınız, öyle kişilikli bir duruşları var. Şarj aletinin ucu boş kablosu masanın fişe yakın tarafında, uzaktan onları izliyor. Koltuğun önündeki büyük sehpada, televizyonun üst rafında, açık pencerenin önünde, oda kapısına yaslanmış dikilen, komodinde biriken kitaplar; üst üste dizili. Biraz dikkatli okusa, aradığı sorunun cevabı birinin içinde, altı çizili halde bulunacak, emin. Sadece henüz gelemediği sayfaları okumaya ömrü yetecek mi, kestiremiyor. Hepsinin içinde, içindeki insanlar bir yere kaybolmasın diye tutturulmuş kitap ayraçları. Aralarına sıkıştırılmış kağıtlarda binlerce not, sessizce, kimbilir ne zaman, gelecek bir anı bekliyorlar.
Hayatın hiçbir yere varmayan ama bir an bile de durmayan akışından yorgun. Elinde dedesinden kalma bir antika saat. Pilleri çıkarılmış. Aklına estikçe akrebiyle yelkovanını istediği sayının üzerine koyuyor. Belki dünyanın en acayip meydan okuması. Tam gün batarken, eğer canı isterse, saat birden sabahı vuruyor. İşte, diyor ışıkların hepsini yakıp, bakın, yeni bir gün doğuyor. Sonra oturulmaktan eprimiş kadife koltuğun aynı köşesine oturuyor, kucağında üzerine sert iplikle tavuskuşları işlenmiş bir dantel yastık. Bakıyor. Yeni olan hiçbir şey yok.
Bir hüzün var.
Ne kadar kaçsa saklanamadığı, haykırdıkça sesini boğan bir sis. En buldum sandığı anlarda ellerinden kayıp giden, tutamadığı bir tutam sevinç. Sessiz sedasız oturduğu nehrin dibinde en beklemediği anlarda onu yerinden oynatan bir his. Yüzüne vurdukça kendini pençesinden kurtaramadığı, içinde dönerek nefessiz kaldığı dalga dalga bir hınç. Savaştıkça daha derine batacağını bildiğinden kendini bırakıvermiş akışa. Boğulacaksa boğulacak. Dördüncü kez izlediği filmin sonunda kız ölünce yine de hala ağlıyor. Bitmemiş henüz içindeki acı tat.
Bir hüzün var.
Peşinde. Şimdi birkaç adım ötesinde; uysallaşmış, yorulmuş bir hüzün. Biri gelip başını okşasa, kuyruğunu yere indirecek kesin.
4 Haziran 2014 Çarşamba
Akşamüzeri
En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtin, diye sorduğunu hatırladım soğanları soyarken. Gözlerim yaşarmaya başladı. Buzdolabının üzerindeki kibritler aklıma geldi. Nohut ve mercimeklerin uzun, tozlu kavanozlarını, dibinde kalmış bir parmak çikolatanın çoktan bozulduğu yuvarlak kavanozu, üzerinden yalnızca bir kaşık yenmiş ananas reçelinin küçük kavanozunu, inek şeklindeki rafadan yumurta kaplarını, sayfası hala şubatta duran bisküvi reklamlı takvimi rahatsız ede ede aradım. Bulamadım. Akan burnumu çeke çeke çekmeceleri karıştırdım. Bir kibriti bulup, ağzımda tutabilseydim bunlar hiç olmayacaktı. Soğanları kibrit aramak aklıma hiç gelmeden soyup, şu tencereye atsaydım da gözlerim bu kadar yanmayacaktı. Aramaya başladım ama bir kez. Bulmak istiyorum.
Tezgaha baktım. Soyulmamış patatesler, tombul kabaklar, buzu bir türlü çözülmeyen bir avuç kıyma ne olacaklarını bilemez halde duruyorlar. Mutfağa girdiğimden bu yana sanki asırlar geçti. Oysa daha iki soğanın kabuklarını soydum, o kadar. Nereden baksam bir saat daha üstüm başım kokarak, dumanlarım tüte tüte bu mutfaktayım. Gündüz aklıma gelen, akşam eve gidip yemek pişirme fikri, metronun merdivenlerinden ağır ağır çıkarken o kadar iyi bir fikir gibi gelmemeye başlıyor. Yürüyüp Borsa restoranın önüne geldiğimde hiç zahmetsiz mevsim sebzelerini tabaklarına doldurmuş, yiyen insanları görünce markete gitmekten vazgeçer gibi oluyorum. Ama bende tuhaf bir hastalık var. Bir fikrin bir kez iyi bir fikir olduğuna ve onu yapacağıma karar verdikten sonra kötü bir fikir olduğunu düşünsem de artık onu gerçekleştirmem gerekiyor. Kendi düşüncelerime bir tür saygı duruşu.
Ayaklarımı sürüyerek marketin önündeki kasalarda pörsümüş sebzelere yöneliyorum. Bu mevsimin sebzeleri neler diye aklımdan geçiriyorum bir yandan. Bir kez daha, bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Yavaş yavaş çürümeye başlamışlar, renkleri değişmiş. Üzülüyorum. Neden kimse sizi seçmedi, diyorum eğilip kulaklarına. Onlar da benim kulağıma benzer bir şey söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de kızmıyorum, kilolarca yaralı bereli kabakla evin yolunu tutuyorum.
En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtim, diye düşünüyorum yine. Sonsuza kadar lafı çok uzun geliyor. Vazgeçmemişimdir, diyorum. Fıtratımda çabuk küsüp çabuk barışmak var. Çok savaşıp kazanamayınca bir süre kendi haline bırakmak var. Elimi eteğimi çekip biraz uzaktan bakmak var. Bir şeyler yanlış gittiğinde, en başa geri dönecek kadar çok geri adım atmak var. Ama vazgeçmek, bilemiyorum. Hayal kırıklıklarına kendimi daha fazla ezdirmemek için vazgeçmiş gibi yaptığım olmuştur. Her gece gidip kafamı duvarlara sürte sürte ağlarken, ertesi gün biri sorduğunda kimi, neyi, diye anlamamış numaraları yaptığım da. Nihayetinde sıradan bir faniyim. Defalarca üst üste alıp kaldığım bir ders yüzünden bir dönem fenalıklar geçirdiğimi, herkesin bir dahaki dönem tekrar alırım diye ikinci vizeye bile girmediği dersin kalacağım çok belli finaline hazırlanırken bahar şenliğine gidemediğimi biliyorum. İçimdeki umut ölmediğinden belki, belki asla iyileşemeyecek bir iyimser olduğumdan, insanların kimyasındaki tam dozunda bir şeyin bende eksik ya da fazla olmasından.
Sonsuza kadar, diye düşünüyorum, kabaklar daire şeklinde tencerenin içinde yuvarlanırken. Kabaklar henüz keşfedilmemiş gezegenler gibi tencerenin içinde dururken güneş sistemi, yıldızlar, kara delikler, dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Sanki biraz uzun baksam, küvetin deliğinden çekilip giden sular gibi, benimle beraber her şey tencerenin dibindeki boşluktan çekilecek, kaybolup gideceğiz. Yok, diyorum, hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçemem.
Gidip ev telefonunu alıyorum. Salondaki balkon kapısını açıyorum. Son diktiğim çiçekler yine tutmamış; saksıların içinde boyunları eğik, kuruyan yapraklarına bakıyorlar. Su ve güneş ışığının tatmin edemediği çiçeklere canım sıkılıyor. Neden bu kadarıyla mutlu olup, yaşayamıyorsunuz, diye soruyorum eğilip. Onlar da benim kulağıma benzer şeyler söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de su döküyorum topraklarına, yine de belki yaşarlar diye konuşuyorum canlı kalmış yapraklarıyla. Telefonu hala elimde tuttuğumu fark ediyorum bir süre sonra. Eğilip, çiçek saksılarıyla aynı boyda durup, dünyaya bir yaprak açısından bakarken, seni arıyorum. Ev telefonunun çalmasına şaşırıyorsun sen de, uzun uzun çaldıktan sonra açıyorsun. Sesimi duyunca daha da çok. Hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçmedim, dediğimde lafı dolandırmadan, daha da çok. Peki benden, diyorsun. Gözümün önünde bir yeşil dal ayağa kalkıyor suyu içine çektikçe. Bir martı beni fark etmeden gelip parmaklıklara konuyor. Bakkaldan ekmek söyleyen kadın, balkondan uzattığı sepeti yavaş yavaş yukarıya çekiyor. Söylenemeyecek şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hayır, diyemiyorum. Yarın akşam buluşalım mı, diyorum onun yerine. Yine hayır, vazgeçmedim, diyemem ama belki sen bakışlarımdan anlarsın diye umuyorum. Kapatıyoruz. Sabit bir sesin içinden çıkmak ister gibi çınlattığı telefon elimde dururken yanık kokusu doluyor burnuma.
Kabaklar. Bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Canlı canlı yakarak öldürdüğüm kabaklardan biri kafasını kaldırıp, hayat çok kısa, neden kimseyi sevemedin, diyor kulağıma. Cevap veremiyorum. Acımasız bir diktatör gibi soğukkanlı, uzaklara bakıyorum.
Tezgaha baktım. Soyulmamış patatesler, tombul kabaklar, buzu bir türlü çözülmeyen bir avuç kıyma ne olacaklarını bilemez halde duruyorlar. Mutfağa girdiğimden bu yana sanki asırlar geçti. Oysa daha iki soğanın kabuklarını soydum, o kadar. Nereden baksam bir saat daha üstüm başım kokarak, dumanlarım tüte tüte bu mutfaktayım. Gündüz aklıma gelen, akşam eve gidip yemek pişirme fikri, metronun merdivenlerinden ağır ağır çıkarken o kadar iyi bir fikir gibi gelmemeye başlıyor. Yürüyüp Borsa restoranın önüne geldiğimde hiç zahmetsiz mevsim sebzelerini tabaklarına doldurmuş, yiyen insanları görünce markete gitmekten vazgeçer gibi oluyorum. Ama bende tuhaf bir hastalık var. Bir fikrin bir kez iyi bir fikir olduğuna ve onu yapacağıma karar verdikten sonra kötü bir fikir olduğunu düşünsem de artık onu gerçekleştirmem gerekiyor. Kendi düşüncelerime bir tür saygı duruşu.
Ayaklarımı sürüyerek marketin önündeki kasalarda pörsümüş sebzelere yöneliyorum. Bu mevsimin sebzeleri neler diye aklımdan geçiriyorum bir yandan. Bir kez daha, bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Yavaş yavaş çürümeye başlamışlar, renkleri değişmiş. Üzülüyorum. Neden kimse sizi seçmedi, diyorum eğilip kulaklarına. Onlar da benim kulağıma benzer bir şey söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de kızmıyorum, kilolarca yaralı bereli kabakla evin yolunu tutuyorum.
En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtim, diye düşünüyorum yine. Sonsuza kadar lafı çok uzun geliyor. Vazgeçmemişimdir, diyorum. Fıtratımda çabuk küsüp çabuk barışmak var. Çok savaşıp kazanamayınca bir süre kendi haline bırakmak var. Elimi eteğimi çekip biraz uzaktan bakmak var. Bir şeyler yanlış gittiğinde, en başa geri dönecek kadar çok geri adım atmak var. Ama vazgeçmek, bilemiyorum. Hayal kırıklıklarına kendimi daha fazla ezdirmemek için vazgeçmiş gibi yaptığım olmuştur. Her gece gidip kafamı duvarlara sürte sürte ağlarken, ertesi gün biri sorduğunda kimi, neyi, diye anlamamış numaraları yaptığım da. Nihayetinde sıradan bir faniyim. Defalarca üst üste alıp kaldığım bir ders yüzünden bir dönem fenalıklar geçirdiğimi, herkesin bir dahaki dönem tekrar alırım diye ikinci vizeye bile girmediği dersin kalacağım çok belli finaline hazırlanırken bahar şenliğine gidemediğimi biliyorum. İçimdeki umut ölmediğinden belki, belki asla iyileşemeyecek bir iyimser olduğumdan, insanların kimyasındaki tam dozunda bir şeyin bende eksik ya da fazla olmasından.
Sonsuza kadar, diye düşünüyorum, kabaklar daire şeklinde tencerenin içinde yuvarlanırken. Kabaklar henüz keşfedilmemiş gezegenler gibi tencerenin içinde dururken güneş sistemi, yıldızlar, kara delikler, dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Sanki biraz uzun baksam, küvetin deliğinden çekilip giden sular gibi, benimle beraber her şey tencerenin dibindeki boşluktan çekilecek, kaybolup gideceğiz. Yok, diyorum, hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçemem.
Gidip ev telefonunu alıyorum. Salondaki balkon kapısını açıyorum. Son diktiğim çiçekler yine tutmamış; saksıların içinde boyunları eğik, kuruyan yapraklarına bakıyorlar. Su ve güneş ışığının tatmin edemediği çiçeklere canım sıkılıyor. Neden bu kadarıyla mutlu olup, yaşayamıyorsunuz, diye soruyorum eğilip. Onlar da benim kulağıma benzer şeyler söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de su döküyorum topraklarına, yine de belki yaşarlar diye konuşuyorum canlı kalmış yapraklarıyla. Telefonu hala elimde tuttuğumu fark ediyorum bir süre sonra. Eğilip, çiçek saksılarıyla aynı boyda durup, dünyaya bir yaprak açısından bakarken, seni arıyorum. Ev telefonunun çalmasına şaşırıyorsun sen de, uzun uzun çaldıktan sonra açıyorsun. Sesimi duyunca daha da çok. Hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçmedim, dediğimde lafı dolandırmadan, daha da çok. Peki benden, diyorsun. Gözümün önünde bir yeşil dal ayağa kalkıyor suyu içine çektikçe. Bir martı beni fark etmeden gelip parmaklıklara konuyor. Bakkaldan ekmek söyleyen kadın, balkondan uzattığı sepeti yavaş yavaş yukarıya çekiyor. Söylenemeyecek şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hayır, diyemiyorum. Yarın akşam buluşalım mı, diyorum onun yerine. Yine hayır, vazgeçmedim, diyemem ama belki sen bakışlarımdan anlarsın diye umuyorum. Kapatıyoruz. Sabit bir sesin içinden çıkmak ister gibi çınlattığı telefon elimde dururken yanık kokusu doluyor burnuma.
Kabaklar. Bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Canlı canlı yakarak öldürdüğüm kabaklardan biri kafasını kaldırıp, hayat çok kısa, neden kimseyi sevemedin, diyor kulağıma. Cevap veremiyorum. Acımasız bir diktatör gibi soğukkanlı, uzaklara bakıyorum.
23 Mayıs 2014 Cuma
İsim
Haberlerdeki insanların yüzlerine hiç bakmadığımı o gün fark ettim. Apartman zillerindeki isimlerin kimlerin yüzleri olduğunu hiç düşünmediğimi. Bir gün olsun önünden geçerken kendi sokağımdaki ilkokulun tabelasına bakmadığımı, adını merak etmediğimi. Otobüs durağında beklerken, kendi bineceğim otobüsün haricindekilerin nereye gittiğine kafamı kaldırıp bakmadığımı. Apartman bahçesinde kendiliğinden biten sapsarı çiçeğin adını hiç öğrenmek istemediğimi. Her gün sipariş getiren bakkalın çırağının adının ne olduğunu bilmediğimi. Bilmiyordum işte. Bilmemek bir yere kadar normal belki ama hiç merak etmemek bir çeşit hastalık olmalı diye düşünüp, en yakın hastanenin aciline koştum.
Soydular beni. Bembeyaz bir sedyeye yatırdılar önce; ardından kafa üstü diktiler. Dur böyle, dediler, beynine birazcık kan gitsin. Olur, dedim. Pelerinini yerlerde sürüye sürüye bir hemşire geldi. Pelerini tuhaf bulmama şaşırarak, bizim üniformamız, dedi, hem çocuklar da seviyorlar. Gülümsedim. Bir yandan kafam zonkluyor, gülümsedikçe tüm kan kafama doluyor, yanaklarım omuzlarıma doğru yavaş yavaş sarkıyordu. Hemşire tek hareketiyle itti beni. Sırtüstü düştüm. Nasıl olduysa hiçbir yerim acımadı. Şimdi, dedi. Tanıdığınız herkesin isimlerini sayın, yazacağım. Elinde uzayıp giden ince, uzun bir mektup kağıdı vardı, şu üzerinde simler, dudak izleri, pembe kalpler olanlardan. Neden o kağıda, dedim. Çok tuhaf bir soru sormuşum gibi baktı yine yüzüme. Gerçek olamayacak kadar sakindi suratı. Her santimi sabit dururken yalnızca gözleri hareket ediyor sanki tüm vücudunu oradan idare ediyordu. Benim vücudumu da tabi. Sustum. Başladım.
İlk otuz isim kolaydı. Sonra uzak akrabalardan birkaçını daha saydım. Çocukken sevdiğim dondurmacının adı vardı mesela ama soyadını hiçbir zaman öğrenmediğimden sayılmadı. Sonuna teyze, amca, abla ekleyerek yıllarca seslendiğim insanların tam isimlerini söyleyemedim. Suratları tam karşımda duran insanların kim olduklarını bilmiyordum. Sene başında kitaplarını kapladıktan sonra yapıştırdıkları etiketlere hangi ismi yazdılar bilemedim. Sınıfta sözlüye kalkarken öğretmenleri onlara nasıl seslendi. Doğduklarında nüfusa kaydeden adam ne yazdı, bilmiyordum. Dedelerinin isimlerini mi aldıklarını, adlarının yeni moda dizilerdeki güzel kızın isminden mi konduğunu, lisede aşık olduğu kızın adını çocuğuna koyan bir babaları mı olduğunu, yok, bilmiyordum. Ayıp ediyordum. Tamam, dedi hemşire uzun bir sessizliğin sonunda tüm isimleri tükettiğim anlaşılınca. Şimdi geriye doğru gidelim. Dedenizin babasının doğum yerini söyleyin, dedi. Yine sessizlik. Sanki öyle biri hiç var olmamıştı. Babannenizin burcu nedir, dedi. Hızlı hızlı devam ediyordu sorulara. Halanızın ilk gençlik aşkının adı, en küçük kuzeninizin en yakın arkadaşının adı, diş doktorunuzun adı, ilkokuldayken ölen muhabbet kuşunuzun adı... Liste upuzun ve yanına tek bir işaret konamadan duruyordu karşımda. Bilmiyorum demek o kadar anlamsızdı ki başımı eğdim sonunda. Durun artık, dedim. Utançtan başka bir histi bu. Tüm hayatımı gözlerim, kulaklarım bağlı, neresi olduğunu bilmediğim bir yere koşarak geçip gitmiştim sanki. Bir koca ömür boşuna yaşanmıştı. Pişmanlık hissi boğazıma bir yumru gibi oturdu. Ağlama hissi tüm organlarımı ele geçirdi. Karaciğerimden ayak parmağıma kadar, biri, kör bir bıçakla çizgiler çekiyormuş gibi ürperdim. İlk aşkınızın adı, peki dedi. Gözleri alnımda duruyor, içerideki dişlilere sıkışmış bir parçayı bakışlarıyla çıkarıp atmaya çalışıyordu. Yardımcı olmak istiyorum size, kendinizi birazcık zorlayın, dedi. Ağlamaya başladım.
İlk aşk, güzel bir filmin sonunda çıkan son yazısı gibi havada asılı kaldı. Güzel yüzünü avuçlarımın içine aldığım tüm mayhoş okul çıkışları konfeti gibi patlayıp paramparça oldu; kafamdan aşağıya saçıldı. Beraber yediğimiz karamelli dondurmaların yanık şeker kokusu odayı doldurdu. Hemşire de aynı kokuyu alınca dönüp giriş kapısına baktı. Benden geliyor koku, dedim. Karamel yetmedi. Çilekli pastalar, sıcak poğaçalar, karpuzlar, peynirli patlıcan kızartmalar, tüysüz şeftaliler ortalığa döküldü. Gençliğimiz, masumiyet ve hiç yıpranmamış hayallerimiz başımızın üzerinde döne döne uçan kırlangıçlara dönüştüler. Sonrasında seslerin yavaş yavaş azaldığını, havanın yapış yapış bir zamk gibi ciğerlerime dolduğunu, ağzımı açtıkça içimdeki tüm havanın kapkara bir zifte dönüşüp dışarı aktığını, beyaz sedyenin bacaklarından yerdeki sararmış hastane karolarına damladığını hatırlıyorum.
Uyandığımda odanın parlak ışıkları gözlerimi acıttı. Başımda kimse beklemiyordu. Sessizdi. Birkaç dakika sonra pelerinli hemşire içeriye girdi. Uyanmışsınız, dedi. Gözleri öyle çok parlıyordu ki konuşurken kafamı biraz yana eğdim. Öğleden sonra çıkaracağız sizi, dedi, ameliyatınız başarılı geçti.
İçimde bir ferahlık vardı. Bir hafifleme. Bir serin meltem. Bir damla buz gibi akşam birası. Bir damla sakinlik. Sessiz bir yer açılmıştı içimde. Naneli bir şeker vardı sanki akciğerlerimin altında. Hemşire çekmeceden bir kutu çıkarıp, kucağıma koydu. Çok kötü tıkanmışsınız, bir daha bu kadar biriktirmeyin, gelin arada, temizleyelim, dedi. Geçmiş olsun, deyip giderken gayri ihtiyari yakasındaki karttaki adı okudum. Teşekkürler, Perihan hanım, dedim. Gülümsedi yine, gözleri çoktan koridoru dönmüştü.
Kutuda yumruk kadar bir taş vardı. Dokununca oyun hamuru gibi bir şey. Üzerinde saç tellerinden bükülmüş milyonlarca isim darmadağın yapışmış duruyordu. Işıl ışıl parlayan birini tutup çektim, karamel kokusu burnuma dolmaya başladı. Onu zaten unutmamıştım.
Soydular beni. Bembeyaz bir sedyeye yatırdılar önce; ardından kafa üstü diktiler. Dur böyle, dediler, beynine birazcık kan gitsin. Olur, dedim. Pelerinini yerlerde sürüye sürüye bir hemşire geldi. Pelerini tuhaf bulmama şaşırarak, bizim üniformamız, dedi, hem çocuklar da seviyorlar. Gülümsedim. Bir yandan kafam zonkluyor, gülümsedikçe tüm kan kafama doluyor, yanaklarım omuzlarıma doğru yavaş yavaş sarkıyordu. Hemşire tek hareketiyle itti beni. Sırtüstü düştüm. Nasıl olduysa hiçbir yerim acımadı. Şimdi, dedi. Tanıdığınız herkesin isimlerini sayın, yazacağım. Elinde uzayıp giden ince, uzun bir mektup kağıdı vardı, şu üzerinde simler, dudak izleri, pembe kalpler olanlardan. Neden o kağıda, dedim. Çok tuhaf bir soru sormuşum gibi baktı yine yüzüme. Gerçek olamayacak kadar sakindi suratı. Her santimi sabit dururken yalnızca gözleri hareket ediyor sanki tüm vücudunu oradan idare ediyordu. Benim vücudumu da tabi. Sustum. Başladım.
İlk otuz isim kolaydı. Sonra uzak akrabalardan birkaçını daha saydım. Çocukken sevdiğim dondurmacının adı vardı mesela ama soyadını hiçbir zaman öğrenmediğimden sayılmadı. Sonuna teyze, amca, abla ekleyerek yıllarca seslendiğim insanların tam isimlerini söyleyemedim. Suratları tam karşımda duran insanların kim olduklarını bilmiyordum. Sene başında kitaplarını kapladıktan sonra yapıştırdıkları etiketlere hangi ismi yazdılar bilemedim. Sınıfta sözlüye kalkarken öğretmenleri onlara nasıl seslendi. Doğduklarında nüfusa kaydeden adam ne yazdı, bilmiyordum. Dedelerinin isimlerini mi aldıklarını, adlarının yeni moda dizilerdeki güzel kızın isminden mi konduğunu, lisede aşık olduğu kızın adını çocuğuna koyan bir babaları mı olduğunu, yok, bilmiyordum. Ayıp ediyordum. Tamam, dedi hemşire uzun bir sessizliğin sonunda tüm isimleri tükettiğim anlaşılınca. Şimdi geriye doğru gidelim. Dedenizin babasının doğum yerini söyleyin, dedi. Yine sessizlik. Sanki öyle biri hiç var olmamıştı. Babannenizin burcu nedir, dedi. Hızlı hızlı devam ediyordu sorulara. Halanızın ilk gençlik aşkının adı, en küçük kuzeninizin en yakın arkadaşının adı, diş doktorunuzun adı, ilkokuldayken ölen muhabbet kuşunuzun adı... Liste upuzun ve yanına tek bir işaret konamadan duruyordu karşımda. Bilmiyorum demek o kadar anlamsızdı ki başımı eğdim sonunda. Durun artık, dedim. Utançtan başka bir histi bu. Tüm hayatımı gözlerim, kulaklarım bağlı, neresi olduğunu bilmediğim bir yere koşarak geçip gitmiştim sanki. Bir koca ömür boşuna yaşanmıştı. Pişmanlık hissi boğazıma bir yumru gibi oturdu. Ağlama hissi tüm organlarımı ele geçirdi. Karaciğerimden ayak parmağıma kadar, biri, kör bir bıçakla çizgiler çekiyormuş gibi ürperdim. İlk aşkınızın adı, peki dedi. Gözleri alnımda duruyor, içerideki dişlilere sıkışmış bir parçayı bakışlarıyla çıkarıp atmaya çalışıyordu. Yardımcı olmak istiyorum size, kendinizi birazcık zorlayın, dedi. Ağlamaya başladım.
İlk aşk, güzel bir filmin sonunda çıkan son yazısı gibi havada asılı kaldı. Güzel yüzünü avuçlarımın içine aldığım tüm mayhoş okul çıkışları konfeti gibi patlayıp paramparça oldu; kafamdan aşağıya saçıldı. Beraber yediğimiz karamelli dondurmaların yanık şeker kokusu odayı doldurdu. Hemşire de aynı kokuyu alınca dönüp giriş kapısına baktı. Benden geliyor koku, dedim. Karamel yetmedi. Çilekli pastalar, sıcak poğaçalar, karpuzlar, peynirli patlıcan kızartmalar, tüysüz şeftaliler ortalığa döküldü. Gençliğimiz, masumiyet ve hiç yıpranmamış hayallerimiz başımızın üzerinde döne döne uçan kırlangıçlara dönüştüler. Sonrasında seslerin yavaş yavaş azaldığını, havanın yapış yapış bir zamk gibi ciğerlerime dolduğunu, ağzımı açtıkça içimdeki tüm havanın kapkara bir zifte dönüşüp dışarı aktığını, beyaz sedyenin bacaklarından yerdeki sararmış hastane karolarına damladığını hatırlıyorum.
Uyandığımda odanın parlak ışıkları gözlerimi acıttı. Başımda kimse beklemiyordu. Sessizdi. Birkaç dakika sonra pelerinli hemşire içeriye girdi. Uyanmışsınız, dedi. Gözleri öyle çok parlıyordu ki konuşurken kafamı biraz yana eğdim. Öğleden sonra çıkaracağız sizi, dedi, ameliyatınız başarılı geçti.
İçimde bir ferahlık vardı. Bir hafifleme. Bir serin meltem. Bir damla buz gibi akşam birası. Bir damla sakinlik. Sessiz bir yer açılmıştı içimde. Naneli bir şeker vardı sanki akciğerlerimin altında. Hemşire çekmeceden bir kutu çıkarıp, kucağıma koydu. Çok kötü tıkanmışsınız, bir daha bu kadar biriktirmeyin, gelin arada, temizleyelim, dedi. Geçmiş olsun, deyip giderken gayri ihtiyari yakasındaki karttaki adı okudum. Teşekkürler, Perihan hanım, dedim. Gülümsedi yine, gözleri çoktan koridoru dönmüştü.
Kutuda yumruk kadar bir taş vardı. Dokununca oyun hamuru gibi bir şey. Üzerinde saç tellerinden bükülmüş milyonlarca isim darmadağın yapışmış duruyordu. Işıl ışıl parlayan birini tutup çektim, karamel kokusu burnuma dolmaya başladı. Onu zaten unutmamıştım.
9 Nisan 2014 Çarşamba
Çocuk
Genç anneyle küçük kızı kalabalık caddenin kıyısındaki kaldırımda yürüyorlar. Bütün ağaçlar rengarenk. Baharın en güzel günü olabilir. Dünyanın yeni kurulmuş gibi taptaze koktuğu anlardan biri. Küçük kız ağaçlardan gelen kuş seslerine bakarak yürüdüğünden kafası yukarıda. Önünü görmediğinden kaldırımdaki bir kırık taşa takılıp, düşüyor. Annesi elinden tutarken düştüğü için, dizleri daha yere değmeden ayağa kalkıyor. Bir şeyi yok. Annesi kızgın bir bakış atıyor küçüğe. Bizde böyledir. Takılır, düşer, devrilir, tökezler ya da hiç olmadı ayağınızın ucuyla bir taşa temas ederseniz yanınızdaki yetişkin size sert bakışlar atar. Kendi korkusunu size kızarak hafifletir. Siz başınıza gelen her olayda canınızın acısını değil annenizin size nasıl da kızacağını düşünürsünüz. Ya annem kızarsa korkusuyla bisikletten düşünce dizine batan çakıl taşlarını, saklambaç oynarken kapıya çarptığında avucuna giren cam kırığını, denizde ayağına saplanan deniz kestanesinin dikenlerini kendi küçücük elleriyle çıkaran bir nesiliz biz. Kağıt peçete koleksiyonunu evde annesi yokken ütülerken bir elindeki üç parmağı birden yakan, büfede senelerdir duran şampanyayı bir gün evde yalnızken ansızın açmak arzusuna yenilip salondaki güzel halıyı köpüklere teslim eden, kristal kolonya şişesini evcilik oyununa dahil edip, güzel barbie çay vakti elinden düşürüp kırdığı için tüm gün kabuslar gören çocuklarız. Pantolonunun üzerine mavi gömleğini, onun üzerine de düğmelerini açıp turuncu çiçekli elbisesini giymesine annesi suratına tuhaf tuhaf bakıp, yavrum insanlar ne der, diye her seferinde karşı çıktığı için bugün hala her sabah evden çıkarken kendimize uzun uzun bakan insanlarız. Uzun, kısa, dar, bol, çiçekli, desenli etekleri her giydiğimizde baka baka aynalarda delikler açmamız bu yüzden. Elimize oyuncak diye tutuşturulan uzun bacaklı bebekler yüzünden bugün hafif göbekli, biraz kalçaları büyük, baldırı geniş olmamak için her öğün salatalık, ananas yiyip, karnabahar suyu gibi acayip şeyler içişimiz. Oğlanlarla kuytularda baş başa kalmamıza, eteğimizi aça aça oturmamıza, çimenlerde yuvarlanmamıza masumiyet güzel başımızın üzerinde bir hale gibi pırıl pırıl parlarken bile anlamlar yüklendiğinden bugün bayıldığımız adamları öpmek için bilmem kaç buluşma geçmesini beklememiz. Tam filmin öpüşmeli sahnesini izlerken kanalın değişmesinden, bebeklerin leylekler tarafından getirildiğinin aklımıza işlenmesinden, küçücük kızlara doğdukları andan itibaren küçük kadınlar gibi muamele edilmesinden mütevellit, hala bir adamın yanağını okşamaktan korkar, elini tutarken sağa sola bakar oluşumuz. Biz böyle doğmadık, sonradan olduk.
Küçük kız annesinin elini bırakıp koşmaya başlıyor yoldan parkın olduğu tarafa geçtiklerinde. Annesi arkasından dur yavrum koşma, diye bağırıyor. Bizde böyledir. İçimizde sevinç, neşe, çocukluk dört nala koşarken bile hanım kızlar gibi ellerimizi önümüzde birleştirip sakin sakin yürümemiz beklenir. Oysa toprak konuşur o yaşta insanla. Çimen ayrı, ağaçlardaki erikler ayrı, gökteki bulutlar ayrı hikayeler anlatır. İnsanın en sevdiği ayakkabılarının renginin mor, en sevdiği hayvanın fil olabildiği; kurbağaların yakalanıp tutsak edildiği, kedilerin kuyruklarından tutularak sevildiği, köpeklerin üzerine binip gezildiği, sineklerin, karıncaların binbir deneyle evcilleştirildiği bir dönemden bahsediyoruz. Odalardaki sandalyeler ters döndüğünde altlarının çadıra, birleştirilen koltukların sandala, tenis raketlerinin gitara, kibrit kutularının telsizlere dönüşebildiği bir zaman. Her şeyin bir an bile direnmeden başka bir şey oluverdiği sihirli bir dünya. Her şeyin mümkün, her imkansızın olasılıklar dahilinde olduğu bir altın çağ. Dünya tarihinde rönesans neyse, insanın kişisel tarihinde çocukluk o.
Kadın bankta otururken uzaklara bakıyor. Çocuk ona sürekli anne bak diye seslenirken bazılarına bakıp gülümsüyor, bazılarını duymuyor. Kaydıraktan belki ellinci kez aynı hevesle kayan, yerde gördüğü sümüklü böceği avucuna koyup koşarak annesi de görsün diye bankın yanına getiren, az önce üzerine düştüğünde canını yakıp ağlatan tombul çocukla birden çok yakın arkadaş olan, cebindeki en sevdiği çikolatadan biraz kendi ısırıp birazını güvercinlere ufalayan, kendi uydurduğu sözlerle bilinmedik bir şarkı mırıldanan bu çocuğu, kadın anlayamıyor. Aynı göğün altında aynı dünyaya bakarken onu bu kadar mutlu eden şeyler neden artık kendisine değmeden geçiyor, çözemiyor. Bir yandan kendi renksiz hayatının hemen yanı başında yaşanan bu rengarenk dünyayı deliler gibi kıskanıyor. Kendi çocukluğunu anımsamaya çalışıyor. O bitmek bilmeyen heyecandan bir yudum bulsa bin parçaya bölüp her gün göz damlası gibi gözlerine damlatacak. Yok. Sanki bu yaşta gelmiş gibi dünyaya, içinde o günlere dair tek bir anı parlamıyor. Yaşanacak her şeyi yaşayıp bitirmiş sonra da parça parça yırtıp dağıtmış gibi umutsuz, ölesiye sıradan buluyor yanından geçip giden her şeyi. Hayaleti gibi kendisinin. Sarılmak için yaklaştığı şeylerin içinden geçip gidiyor.
O da böyle doğmadı, sonradan oldu.
Küçük kız annesinin elini bırakıp koşmaya başlıyor yoldan parkın olduğu tarafa geçtiklerinde. Annesi arkasından dur yavrum koşma, diye bağırıyor. Bizde böyledir. İçimizde sevinç, neşe, çocukluk dört nala koşarken bile hanım kızlar gibi ellerimizi önümüzde birleştirip sakin sakin yürümemiz beklenir. Oysa toprak konuşur o yaşta insanla. Çimen ayrı, ağaçlardaki erikler ayrı, gökteki bulutlar ayrı hikayeler anlatır. İnsanın en sevdiği ayakkabılarının renginin mor, en sevdiği hayvanın fil olabildiği; kurbağaların yakalanıp tutsak edildiği, kedilerin kuyruklarından tutularak sevildiği, köpeklerin üzerine binip gezildiği, sineklerin, karıncaların binbir deneyle evcilleştirildiği bir dönemden bahsediyoruz. Odalardaki sandalyeler ters döndüğünde altlarının çadıra, birleştirilen koltukların sandala, tenis raketlerinin gitara, kibrit kutularının telsizlere dönüşebildiği bir zaman. Her şeyin bir an bile direnmeden başka bir şey oluverdiği sihirli bir dünya. Her şeyin mümkün, her imkansızın olasılıklar dahilinde olduğu bir altın çağ. Dünya tarihinde rönesans neyse, insanın kişisel tarihinde çocukluk o.
Kadın bankta otururken uzaklara bakıyor. Çocuk ona sürekli anne bak diye seslenirken bazılarına bakıp gülümsüyor, bazılarını duymuyor. Kaydıraktan belki ellinci kez aynı hevesle kayan, yerde gördüğü sümüklü böceği avucuna koyup koşarak annesi de görsün diye bankın yanına getiren, az önce üzerine düştüğünde canını yakıp ağlatan tombul çocukla birden çok yakın arkadaş olan, cebindeki en sevdiği çikolatadan biraz kendi ısırıp birazını güvercinlere ufalayan, kendi uydurduğu sözlerle bilinmedik bir şarkı mırıldanan bu çocuğu, kadın anlayamıyor. Aynı göğün altında aynı dünyaya bakarken onu bu kadar mutlu eden şeyler neden artık kendisine değmeden geçiyor, çözemiyor. Bir yandan kendi renksiz hayatının hemen yanı başında yaşanan bu rengarenk dünyayı deliler gibi kıskanıyor. Kendi çocukluğunu anımsamaya çalışıyor. O bitmek bilmeyen heyecandan bir yudum bulsa bin parçaya bölüp her gün göz damlası gibi gözlerine damlatacak. Yok. Sanki bu yaşta gelmiş gibi dünyaya, içinde o günlere dair tek bir anı parlamıyor. Yaşanacak her şeyi yaşayıp bitirmiş sonra da parça parça yırtıp dağıtmış gibi umutsuz, ölesiye sıradan buluyor yanından geçip giden her şeyi. Hayaleti gibi kendisinin. Sarılmak için yaklaştığı şeylerin içinden geçip gidiyor.
O da böyle doğmadı, sonradan oldu.
2 Nisan 2014 Çarşamba
Güve
Onu defalarca aradım.
Tüm yüzsüzlüğümle, gurursuzluğumla, unutkanlığımla aradım. İçimden gelerek aradım. Hiçkimsenin hiçkimseyi bir şey yapmaya zorlamadığı pazar öğleden sonraları aradım. Evde yalnız başıma oturduğum akşamlar, kalabalık sokaklarda dolaşırken, rengarenk bir vitrinin önünden geçerken, izlediğim bir filmi birden durdurup, otobüsten gitmediğim duraklarda inip aradım. Manzaralı yerler buldum kendime aramak için. Bazen kuytu yerler. Gürültülü yerlerde kapı önlerine çıktım aramak için. Durmadan aradım. Çok acil ulaşmam gerekiyormuş gibi bazılarında. Bazılarında son kez sesini duyup ölecekmişim gibi. Gözlerim açık ölmüşüm gibi bazı sinyal seslerinde.
Açmadı.
Bazen duymadı telefonumu. Seslerimiz hanidir birbirinden çok uzaklaşmıştı, duymamış olabilir, dedim. Telefona baktığında ismimin harfleri birbirine karışıp ona oyunlar oynamış, hafızasını ne kadar zorlasa bir yerlerden hatırlar gibi olmuş ama çıkaramamıştır, dedim. Bıraktığım mesajlar birkaç saniye içinde kendi kendini yok etmiş, ne olduğunu anlamadan silinmiş ya da tam arkasını döndüğü an bilinmeyen bir dilin sözcüklerine dönüşmüştür, dedim. Aklıma hiç kötü şeyler getirmedim. Geri aramayı unuttuğuna, numaramın bir gece telefon rehberinden firar edip geri dönmediğine, telefon tellerinin birbirine dolandığına, uzayda bir uydunun tam ben onu ararken dünyaya sırt çevirdiğine bile inandım. İnsan inanmaya karar verince bir kez, ne kadar çok mazeretle kendini kandırabiliyor, telefonu açsa ona da anlatacaktım. Açmadı. Hem de hiç. Hayatının tüm isyanını benim için saklamıştı, direndi. Sesime karşı koydu. Fiziksel varlığımı inkar etti. Onun hayatında yoktum ve olmadığıma ne yapsam inanamıyordum.
Bu durumu kısa sürede bir takıntı haline getirmiştim. Ayaklarım her sokağa çıkışımda beni evinin olduğu semtlere doğru çekiştiriyordu. Bıraktığım mesajların sayısı zavallı hanelere ulaşmıştı. Neredeyse onunla telefonda konuşmayı, duyduğum uzun mekanik cevap vermeyen telefon sesiyle aynı şey sanmaya başlamıştım. Hatırasının silüeti silikleşip, sesinin tonu tanımadığım birilerininkine benzemeye başlamıştı. Kendimi mantıklı açıklamalarla tüm gün teskin ediyor ancak ne yapsam geceleri neden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne uzun geceler ve ne gurursuz geceler... Onursuz olmasın aşk, diye bana seslenen şarkılar buldum o gecelerde. Aynanın karşısına geçip yüzüme baktım uzun uzun. Evin bilmediğim köşelerini keşfettim. Sokağın da. Şehrin bile hatta. Uzun caddelerde yürürken insanlığın unuttuğu eski binaların kokusunu kendime benzettim. Geçen her yüzü ona benzettim. Her hüzünlü hikayeyi benimkine benzettim. Ne yapsam, ne kadar yaşlının poşetini taşısam, yoldan karşıya geçirsem, dilencilere kağıt paralardan sadakalar versem, sokakta açlar doyursam, yok, yaptığım iyilikler bana dönmedi.
Aramadı.
Nihayetinde bir gün, son günlerde kilo aldığımdan içine sığamadığım bir pantalonun fermuarını çekmeye çalışırken, anladım. Hayatın, günlerce aradığı çözümleri insana birden hiç olmadık yerlerde sunmak gibi bir huyu var. Kopuk sahneleri bir bir birbirine bağlarken gözümdeki perde kalktı. Her şey anlam kazandı.
Onun benim için hayatında açtığı küçük bir delik vardı. Bir tişörtü kış boyu yiyen bir güvenin açabildiği kadardı. Ben parmağımın ucuyla oynamaktan kendimi alamadığım için delik günden güne büyümüştü. Sonra yetinmeyip tüm varlığımı deliğin içine sokmaya karar vermiştim. Şaka değil. Bir güve deliğine girmeye çalışan yetişkin bir insan düşünün. Bu olsa olsa fantastik bir hikaye olabilirdi. İnsan inanmaya karar verince bir kez, nelere kalkışıyor, telefonu o an açsa ona bile anlatacaktım. Sonra kendimi bir tuvalet penceresinden çıkmaya, kardeşimin küçük pijamasını giymeye, kafamı kaldırdığım an çarpacağım dar bir havalandırma kanalından geçmeye çalışırken hayal ettim. Yetmedi. Bir kurtun elmadan çıkarken açtığı deliğe, cevizin kabuğunda bıraktığı boşluğa, kirazlardaki küçük yuvarlaklara sığmaya çalışırken hayal ettim kendimi. Kahkahaların da böyle tuhaf anlarda gelmek gibi bir huyu var. Evin camlarını titrete titrete devam ettiler. Birisinin senin için hayatında açtığı yeri büyütemeyeceğini, biri seni yaşamına ne kadar dahil ediyorsa onun için o kadar var olabileceğini o an anladım. Kahkahalarımın arasında zar zor duyduğum telefon sesiyle bir anlığına irkildiğimde bile kimin aradığını merak etmiyor, yerimden kalkıp koşarak, onun olduğunu umarak telefonu elime almıyordum. İyileşmiştim. Israrla çalan telefonların melodisinin yinelendikçe çaresizliğe dönüştüğünü daha önce nasıl fark etmediğime hayret ediyordum. Onunla değiştiğimiz rollerin bana ait kısmının oradan bakınca ne acıklı göründüğüne üzülmüyor, duygulardan kurtulmuş; yalnızca küçük kurtçukları, güveleri ve istediğimiz insanlar hayatımıza sığsınlar diye kendimizde açtığımız devasa delikleri düşünüyordum.
Tüm yüzsüzlüğümle, gurursuzluğumla, unutkanlığımla aradım. İçimden gelerek aradım. Hiçkimsenin hiçkimseyi bir şey yapmaya zorlamadığı pazar öğleden sonraları aradım. Evde yalnız başıma oturduğum akşamlar, kalabalık sokaklarda dolaşırken, rengarenk bir vitrinin önünden geçerken, izlediğim bir filmi birden durdurup, otobüsten gitmediğim duraklarda inip aradım. Manzaralı yerler buldum kendime aramak için. Bazen kuytu yerler. Gürültülü yerlerde kapı önlerine çıktım aramak için. Durmadan aradım. Çok acil ulaşmam gerekiyormuş gibi bazılarında. Bazılarında son kez sesini duyup ölecekmişim gibi. Gözlerim açık ölmüşüm gibi bazı sinyal seslerinde.
Açmadı.
Bazen duymadı telefonumu. Seslerimiz hanidir birbirinden çok uzaklaşmıştı, duymamış olabilir, dedim. Telefona baktığında ismimin harfleri birbirine karışıp ona oyunlar oynamış, hafızasını ne kadar zorlasa bir yerlerden hatırlar gibi olmuş ama çıkaramamıştır, dedim. Bıraktığım mesajlar birkaç saniye içinde kendi kendini yok etmiş, ne olduğunu anlamadan silinmiş ya da tam arkasını döndüğü an bilinmeyen bir dilin sözcüklerine dönüşmüştür, dedim. Aklıma hiç kötü şeyler getirmedim. Geri aramayı unuttuğuna, numaramın bir gece telefon rehberinden firar edip geri dönmediğine, telefon tellerinin birbirine dolandığına, uzayda bir uydunun tam ben onu ararken dünyaya sırt çevirdiğine bile inandım. İnsan inanmaya karar verince bir kez, ne kadar çok mazeretle kendini kandırabiliyor, telefonu açsa ona da anlatacaktım. Açmadı. Hem de hiç. Hayatının tüm isyanını benim için saklamıştı, direndi. Sesime karşı koydu. Fiziksel varlığımı inkar etti. Onun hayatında yoktum ve olmadığıma ne yapsam inanamıyordum.
Bu durumu kısa sürede bir takıntı haline getirmiştim. Ayaklarım her sokağa çıkışımda beni evinin olduğu semtlere doğru çekiştiriyordu. Bıraktığım mesajların sayısı zavallı hanelere ulaşmıştı. Neredeyse onunla telefonda konuşmayı, duyduğum uzun mekanik cevap vermeyen telefon sesiyle aynı şey sanmaya başlamıştım. Hatırasının silüeti silikleşip, sesinin tonu tanımadığım birilerininkine benzemeye başlamıştı. Kendimi mantıklı açıklamalarla tüm gün teskin ediyor ancak ne yapsam geceleri neden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne uzun geceler ve ne gurursuz geceler... Onursuz olmasın aşk, diye bana seslenen şarkılar buldum o gecelerde. Aynanın karşısına geçip yüzüme baktım uzun uzun. Evin bilmediğim köşelerini keşfettim. Sokağın da. Şehrin bile hatta. Uzun caddelerde yürürken insanlığın unuttuğu eski binaların kokusunu kendime benzettim. Geçen her yüzü ona benzettim. Her hüzünlü hikayeyi benimkine benzettim. Ne yapsam, ne kadar yaşlının poşetini taşısam, yoldan karşıya geçirsem, dilencilere kağıt paralardan sadakalar versem, sokakta açlar doyursam, yok, yaptığım iyilikler bana dönmedi.
Aramadı.
Nihayetinde bir gün, son günlerde kilo aldığımdan içine sığamadığım bir pantalonun fermuarını çekmeye çalışırken, anladım. Hayatın, günlerce aradığı çözümleri insana birden hiç olmadık yerlerde sunmak gibi bir huyu var. Kopuk sahneleri bir bir birbirine bağlarken gözümdeki perde kalktı. Her şey anlam kazandı.
Onun benim için hayatında açtığı küçük bir delik vardı. Bir tişörtü kış boyu yiyen bir güvenin açabildiği kadardı. Ben parmağımın ucuyla oynamaktan kendimi alamadığım için delik günden güne büyümüştü. Sonra yetinmeyip tüm varlığımı deliğin içine sokmaya karar vermiştim. Şaka değil. Bir güve deliğine girmeye çalışan yetişkin bir insan düşünün. Bu olsa olsa fantastik bir hikaye olabilirdi. İnsan inanmaya karar verince bir kez, nelere kalkışıyor, telefonu o an açsa ona bile anlatacaktım. Sonra kendimi bir tuvalet penceresinden çıkmaya, kardeşimin küçük pijamasını giymeye, kafamı kaldırdığım an çarpacağım dar bir havalandırma kanalından geçmeye çalışırken hayal ettim. Yetmedi. Bir kurtun elmadan çıkarken açtığı deliğe, cevizin kabuğunda bıraktığı boşluğa, kirazlardaki küçük yuvarlaklara sığmaya çalışırken hayal ettim kendimi. Kahkahaların da böyle tuhaf anlarda gelmek gibi bir huyu var. Evin camlarını titrete titrete devam ettiler. Birisinin senin için hayatında açtığı yeri büyütemeyeceğini, biri seni yaşamına ne kadar dahil ediyorsa onun için o kadar var olabileceğini o an anladım. Kahkahalarımın arasında zar zor duyduğum telefon sesiyle bir anlığına irkildiğimde bile kimin aradığını merak etmiyor, yerimden kalkıp koşarak, onun olduğunu umarak telefonu elime almıyordum. İyileşmiştim. Israrla çalan telefonların melodisinin yinelendikçe çaresizliğe dönüştüğünü daha önce nasıl fark etmediğime hayret ediyordum. Onunla değiştiğimiz rollerin bana ait kısmının oradan bakınca ne acıklı göründüğüne üzülmüyor, duygulardan kurtulmuş; yalnızca küçük kurtçukları, güveleri ve istediğimiz insanlar hayatımıza sığsınlar diye kendimizde açtığımız devasa delikleri düşünüyordum.
6 Mart 2014 Perşembe
Portakal
Gece yarısını biraz geçiyor. Havada tuhaf bir bulanıklık.
Kışa rağmen insan pencereleri açıp oturmak istiyor. Gidip camın önünde dikiliyorum. Tam karşımda bana bakan kocaman bir bina var. Deliklerinden insanlar gözüküyor. Bacasından pis bir duman tütüyor. Işıklarında birileri yatmaya hazırlanıyor. Ben uyuyamıyorum. Oysa kollarını açmış kanepe, salonda uyuyakalmam için tüm numaralarını yapıyor. Gerçek insan sesi duyarım diye radyo kanallarını geziyorum. Saçma hikayelere gülen fazla neşeli insanlar var. Bu saatte bu kadar mutluluğu nereye sığdırıyorlar? Gecenin cepleri küçük çünkü. Geceleri insanın aklına gelen yalnızca birkaç kişi var. Geceleri dinlenebilecek birkaç şarkı. Geceleri aranabilecek birkaç numara. Ki çoğunu insan ezberinden tuşlar. Gece kapısını çalabileceğiniz insanlar belki bir avuç kadarlar. Yalnızlık diz boyu. İnsan basmadan üzerinden atlayıp geçemiyor. Bir karış boyu var, içinde boğulup kurtulsam dese, yetmiyor. Paçaları sırılsıklam, kalkıp buzdolabının kapağını açıyor.
Buzdolapları çok hüzünlü yerler. Rafında tek başına duran yumurtayla kim doyar? Sararmış yapraklarıyla iki dal maydanoz bir uzak akraba gibi oturduğu yerde yaşlanıyor. Çoktan bozulmuş reçellerle zeytin ezmesi kavanozları sanki ben öldüğümde bile orada olacaklar. Sebze çekmecesini açınca önce bir küf kokusu geliyor burnuma. Elimi uzatınca bir poşetin dibinde yumuşak bir şeye dokunuyorum. O şeyi kaldırıp bakınca unutulmuş bir portakal olduğunu anlıyorum. İki parmağımın ucuyla havaya kaldırıp altına üstüne iyice bakıyorum. Küfler sihirli tozlar gibi etrafa saçılıyor. Kokusundan burnumu kapattığım bu portakalın hayatını düşünüyorum. Yaşamına güneyde bir portakal bahçesinin ılıman ikliminde başlamış bir portakal. Yaşı; bir mevsim. Medeni durumu; çürük. Hobileri; babaları tarafından kabuklarıyla dilimlenerek yedirilirken küçük çocukların dirseklerinden akmak. Ölüm nedeni; bilinmiyor, intihar şüphesi var. Bir yabancı elin onu dalından kopardığını, diğerleriyle beraber bir tahta kasaya sıra sıra dizildiğini, hiç çay servisi olmadan upuzun bir yol geldiğini, beşiktaş pazarının tok sesli, mavi önlüklü kalabalığından benim onu seçtiğimi, bir poşete koyup eve getirdiğimi düşünüyorum. Portakalın bir ruhu varsa eğer çoktan üzüntüden kavrulmuş ya da bir gece yarısı ben uyurken buzdolabı kapağına vura vura kendini öldürmüş ve ben bunu mutfaktan gelen sıradan seslerden biri sanmış olabilirim. Portakal çiçeklerinin mis kokusunu içine çeke çeke yaşamış bu portakalın gün gelip benim sebzeliğimde çürümeye terkedilmesinden ve yuvarlak dilimlere bölünüp yenmemiş olmasından daha hazin kaç hikaye olabilir? Bazı meyvelere çok ayıp ediyoruz.
Gece yarısı açılıp kapatılan buzdolaplarında bir şey bulup yiyen kimse olduğunu düşünmüyorum. Ben de yemedim. Normal hayatta asla oturmayacağım bir yerini aradım evin. Gidip giriş kapısının yanında dizlerimin üzerine oturdum. Asansörün hareket sesinden başka bir şeyin olmadığı, bir tuhaf dünya. Portakal çöpte. Herkes evinde. Çoğu uykuda. Yarın yapılacak işler cepte. Bir hayat var dışarıda. Tanımadığım milyonlarca insanla ben aynı şehirde. Alt katta uyuyan çocuklarla aramda incecik bir döşeme. Pijamalar üzerimde. Bir el tam bağrımın üzerinde. Bir çatı kafamın üzerinde. Bir gök tüm portakal bahçelerinin üzerinde. Portakal çöpte.
Bazen kendimizi fazla abartıyoruz.
24 Şubat 2014 Pazartesi
Fotoğraflar
Fotoğraflarda zaman, olup olabileceği en fevkalade anda donuyor. En çirkin fotoğrafta bile insanlar gerçekte olduklarından daha güzeller. Geçen zamanın aynasından yansıdıkça daha da güzelleşiyorlar. Belki de her geçen gün daha yaşlı ve o günkü halimizi özler olduğumuzdan bize öyle geliyor. Belki geçen zaman bir simyacı gibi tüm trajik olayları tatlı anılara dönüştürmeyi başardığından öyle sanıyoruz. Olabilir. Fakat bazı şeyler var ki göz ardı etmek imkansız. Mesela bir türlü bitiremediğin o kalın kitabın arasına koyduğun o fotoğrafta, senin o ayağın yok mu? O kalabalık masadaki yarısı yenmiş yoğurtlu mezelerle, henüz açılmış ikinci şişe rakıyla, arkanızdan geçen hiç tanımadığınız ve tanımayacağınız adamın suratındaki anlık şaşkınlıkla, mor suları bambaşka bir alemden gelip marul salatasına konmuş gibi duran turplarla, bakacağı yeri tutturamayan bazılarınızınki kapalı gözlerinizle, şakacıktan gülümseyen dudaklarınızla, hiçbir şeyle hiç ilgisi olmayan o çıplak ayağın. Masadaki herkesin sandaletleri, keten ayakkabıları, ince bantlı terlikleri kibarca yere basarken senin bacak bacak üstüne atmış duruşundaki pervasızlık. Havada asılı kalmış gibi duran ayağında, ayağının altında hiç güneş görmemiş bir beyazlık. Yerdeki tekinin yanında, uysal bir köpek gibi ayağının geri dönmesini bekleyen bir terlik.
Ayağını görünce insan dönüp bir kez daha yüzüne bakmak istiyor bu ayağın sahibinin. Şöyle bir yüzündeki gülüşün sahiciliğine dokunmak istiyor. Şöyle bayağı bir elleri değsin istiyor yüzüne. Yüzünden dökülen bir şeyler avuçlarını doldursun istiyor. Sanki fotoğraftan geçen bir şey, insanın kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir an, ben de o gün oradaydım, diyor insan. Oysa değildi, biliyor. Yine de bu benim de içinde var olduğum bir an olsun istiyor. Duvarına çerçeveletip asacağı birkaç dakikalık bir anı istiyor. O fotoğrafta yanında oturup, omzuna elini atmış olsaydı, hafiften bacağı değiyor olsaydı sana, gece hafifçe serinleyince saçlarından rüzgarla birkaç tel uçuşup koluma düşseydi, diyor. İnkar etmenin alemi yok, basbağı istiyor insan. Ne kadar sapkınca olursa olsun umrunda değil. Bir parçanı alıp götürmek istiyor. Gece yatağına yattığında sadece kokunun yankısını değil; gömleğinden kopmuş bir düğmeyi, birkaç saç telini, bir fotoğrafını, verdiğin bir bükülmüş kağıdı, bir şeyi, istiyor. Seni istiyor en çok tabii. Ama onu hayal etmeye cesaret edemiyor.
Fotoğraflara baktıkça insan elinden kaçırdığı mutlulukların listelerini çıkarıyor. Beraber gidilebilecekken gidilmemiş yerlerin, beraber içilmemiş çayların, limonataların, sahleplerin hesabını yapıyor. Kaç serin gecede birbirinin ayaklarına dolanarak uyumadığını, kaç sıcak günde yan yana havlulara uzanıp güneşlenmediğini hesaplıyor. Kaç porsiyon köftenin acılı, acısız, kaşarlı beraber yenemediğine, gece yarıları ne ekmek arası kokoreçlerin, dönerlerin kaçırıldığına inanamıyor. Hele pazar kahvaltılarına gelince konu, içi kaldırmıyor, düşünmeye bile dayanamıyor. Kaç gün batımı, kaç gece yarısı, kaç ikindi vakti diye düşündükçe, içinde çok derinde bir yerler sızlıyor. Hoyrat bir makasla yanındaki yüzleri oyup, yerine kendi yüzünü yapıştırmak istiyor. Oysa orada üzeri güneşten esmerleşmiş, altı süt beyazı bir ayak var, havada sallanıyor. Fazlasıyla gerçek. İnsan elini uzatsa dokunabilirmiş gibi, uzun süre baksa parmaklarını oynatacakmış gibi, biraz daha böyle dursa uyuşmaya başlayacakmış gibi, tam orada duruyor.
Fotoğraflar, diyorum evet. Hala fotoğraflar. Her gülüşünü ayrı ayrı yakalamış fotoğraflar. Karaköydeki fotoğrafçının ben gidip fotoğrafları bastırdıkça yüzüme deli diye bakıp, halime üzüldüğü fotoğraflar. Kitap ayracı, bardak altlığı, mendil, not defteri, zarf, pul, not kağıdı diye kullandığım fotoğraflar. Her gömleğimin, ceketimin bir cebine; cüzdanımın, çekmecemin bir yerine; çerçevelerin en serinine, aynaların kenar çizgilerine; rüzgarlı akşamların göbeğine, yastık kılıflarının iç dikişlerine birer tane iliştirdiğim fotoğraflar. Posta kutusuna senden bir mektup gelirse yabancılık çekmesin diye koyduğum fotoğraflar. Gidince kendinle beraber götürdüğün güzel yüzünü ya aniden bir sabah unutmuş uyanırsam diye korkudan kendi yüzümden çok gördüğüm fotoğraflar. Sen belki anlamazsın ama o yüzlerde benim hiç yaşanmamış günlerim, sana saklayıp kullanmadan eskittiğim bir ömür var.
Senle çekildiğimiz fotoğraflar sanki sigaradan sararan bıyıklar.
Ayağını görünce insan dönüp bir kez daha yüzüne bakmak istiyor bu ayağın sahibinin. Şöyle bir yüzündeki gülüşün sahiciliğine dokunmak istiyor. Şöyle bayağı bir elleri değsin istiyor yüzüne. Yüzünden dökülen bir şeyler avuçlarını doldursun istiyor. Sanki fotoğraftan geçen bir şey, insanın kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir an, ben de o gün oradaydım, diyor insan. Oysa değildi, biliyor. Yine de bu benim de içinde var olduğum bir an olsun istiyor. Duvarına çerçeveletip asacağı birkaç dakikalık bir anı istiyor. O fotoğrafta yanında oturup, omzuna elini atmış olsaydı, hafiften bacağı değiyor olsaydı sana, gece hafifçe serinleyince saçlarından rüzgarla birkaç tel uçuşup koluma düşseydi, diyor. İnkar etmenin alemi yok, basbağı istiyor insan. Ne kadar sapkınca olursa olsun umrunda değil. Bir parçanı alıp götürmek istiyor. Gece yatağına yattığında sadece kokunun yankısını değil; gömleğinden kopmuş bir düğmeyi, birkaç saç telini, bir fotoğrafını, verdiğin bir bükülmüş kağıdı, bir şeyi, istiyor. Seni istiyor en çok tabii. Ama onu hayal etmeye cesaret edemiyor.
Fotoğraflara baktıkça insan elinden kaçırdığı mutlulukların listelerini çıkarıyor. Beraber gidilebilecekken gidilmemiş yerlerin, beraber içilmemiş çayların, limonataların, sahleplerin hesabını yapıyor. Kaç serin gecede birbirinin ayaklarına dolanarak uyumadığını, kaç sıcak günde yan yana havlulara uzanıp güneşlenmediğini hesaplıyor. Kaç porsiyon köftenin acılı, acısız, kaşarlı beraber yenemediğine, gece yarıları ne ekmek arası kokoreçlerin, dönerlerin kaçırıldığına inanamıyor. Hele pazar kahvaltılarına gelince konu, içi kaldırmıyor, düşünmeye bile dayanamıyor. Kaç gün batımı, kaç gece yarısı, kaç ikindi vakti diye düşündükçe, içinde çok derinde bir yerler sızlıyor. Hoyrat bir makasla yanındaki yüzleri oyup, yerine kendi yüzünü yapıştırmak istiyor. Oysa orada üzeri güneşten esmerleşmiş, altı süt beyazı bir ayak var, havada sallanıyor. Fazlasıyla gerçek. İnsan elini uzatsa dokunabilirmiş gibi, uzun süre baksa parmaklarını oynatacakmış gibi, biraz daha böyle dursa uyuşmaya başlayacakmış gibi, tam orada duruyor.
Fotoğraflar, diyorum evet. Hala fotoğraflar. Her gülüşünü ayrı ayrı yakalamış fotoğraflar. Karaköydeki fotoğrafçının ben gidip fotoğrafları bastırdıkça yüzüme deli diye bakıp, halime üzüldüğü fotoğraflar. Kitap ayracı, bardak altlığı, mendil, not defteri, zarf, pul, not kağıdı diye kullandığım fotoğraflar. Her gömleğimin, ceketimin bir cebine; cüzdanımın, çekmecemin bir yerine; çerçevelerin en serinine, aynaların kenar çizgilerine; rüzgarlı akşamların göbeğine, yastık kılıflarının iç dikişlerine birer tane iliştirdiğim fotoğraflar. Posta kutusuna senden bir mektup gelirse yabancılık çekmesin diye koyduğum fotoğraflar. Gidince kendinle beraber götürdüğün güzel yüzünü ya aniden bir sabah unutmuş uyanırsam diye korkudan kendi yüzümden çok gördüğüm fotoğraflar. Sen belki anlamazsın ama o yüzlerde benim hiç yaşanmamış günlerim, sana saklayıp kullanmadan eskittiğim bir ömür var.
Senle çekildiğimiz fotoğraflar sanki sigaradan sararan bıyıklar.
13 Şubat 2014 Perşembe
Alışkanlık
Alışkanlık bizimkisi artık aşk kalmadı, dediğinde ikimizin arasında upuzun bir sessizlik oldu. Ne desem içindeki mutsuzluğun yüzüne yapışmış gölgesini hafifletmeyecekti. Biliyordum. Bir kez mutsuz olmayı kafasına koymuş bir insanı hayatta durdurabilecek hiçbir şey olmadığını çoktan öğrenmiştim. Fincanın dibinde çoktan soğumuş kahvesinin son yudumunu içti, yüzünü ekşitti. Zayıflamıştı. Belli ki bardağın dibinde buz gibi olmuş kahve yudumlarını asla ziyan etmezken, yemek yemek pek aklına gelmiyordu. Bilekleri incelmişti sanki son gördüğümden bu yana. Yüzündeki mahzun ifade gözbebeklerini büyütmüş, yakışmıştı ona. Neşeli hallerini kaybedince daha sıkıcı ama daha dingin bir insan olmuştu. İkimiz güneşli bir öğleden sonra ağaçlı bir kafenin gürültüsünün içinde hayatlarımızın aynılığını ve asla değişmeyecekmiş gibi gözüken sıkıcı düzenini birbirleriyle yarıştırıyorduk. Görünüşe bakılırsa o tükendiğini düşündüğü ilişkisiyle, benden bir adım öne geçmişti. Yalnız olmanın iyi yanı; insanın bir kez alıştığında, kimseyle beraber olmamanın tatlı hüznü içinde başka bir trajediyle karşılaşmayacağından emin olabilmesiydi. Oysa sıcak yataklarda uyumanın kalp kırıklarıyla ödenmesi gereken bir bedeli vardı.
Yani, artık heyecanlanmıyorum onunlayken, dedi. Hikayesine yeterince üzülmememe alınmış gibiydi. Bunu farkedince elimdeki kaşığı boş fincanın içinde döndürmeyi bırakıp, tabağın kenarına dayadım. Aklımdan onunla alakalı olmayan düşünceleri kovup anlattıklarına odaklandım ve ne kadar uğraşsam ona hak veremeyeceğimi anladım.
Benim için biriyle beraber olmak; gittiğim her yere gömleğimin iç cebinde onu da taşımaktı. Onun olmadığı her yerde gördüğüm güzel manzaraları daha sonra anlatabilmek üzere aklıma kazımaktı. Dilimin ucunda mevsimin ilk çileklerinin, enfes pişmiş kuzu tandırlar, ılık fırın sütlaçların, bal gibi incirlerin, şahane ada üzümlerinin, ev yapımı portakal reçellerinin, yediğim içtiğim her güzel şeyin tadını, öptüğünde o da tadabilsin diye saklamaktı. Bittiğinde kalbini kırdığımı anladığım her konuşmayı, gün boyu kafamın içinde evirip çevirmek, kendimi kendime affettirecek milyonlarca cümle üretmekti. Bir kavganın en şiddetli yerinde haklı olup olmamayı zerre kadar umursamadan, tamam, barışalım, deyip sarılabilmekti. Akşam eve geldiğinde yan yana oturup, öğlen ne yediğini, sabahki açmanın midesini nasıl yaktığını, iş yerinde sevmediği kızın yine ne kadar aptalca şeyler yaptığını, akşam trafiğinin ne kadar yoğun olduğunu ve gitmeyeceğimizi bile bile bu şehirde artık ne kadar yaşanamayacağını, sakin bir yere taşınıp, bahçeli bir evde üç tane köpekle yaşamanın ne kadar harika olabileceğini konuşmaktı. Haftasonları akşamüzeri birasının yanına patates kızartsak ne güzel olur diyen sevgiliye, ben zaten fritöz alsam mı diyorum deyip, yok şu kızartma tencerelerin alalım demekti, gecenin bir yarısı kalabalık bir yemek masasının tam ortasında. Bir deniz kıyısında otururken güneşin batışında boynunun en güzel yerinden son kez olacakmış gibi korkarak öpmekti. Bir sinema salonunda ellerindeki avuç boşluğunu el yordamıyla bulabilmekti. Dudaklarının, çenesinin, yanaklarının, gülümseyince ortaya çıkan çukurların ve kırışıklıkların yerini milimetrik canlandırabilmekti gözlerimi kapattığımda. Her kavganın neresinde zıvanadan çıkacağını, neresinde susacağını bal gibi bilip, avazım çıktığı kadar bağırırken aslında hemen biraz sonra, çok tatlı bir barışın gelip omzuma konacağından içten içe emin olmaktı. Sırtını dönüp uyuduğu küs bir gecede, aniden dönüp sarılsam her şeyin düzeleceğini bilmekti. Ne yaşanırsa yaşansın, dünya bitene kadar belki farklı bir şekilde ve şiddette ama beni hep seveceğinden şüphe duymamaktı.
Biriyle tanışmak, sarhoş bir gecede öpüşmek, yalnız bir anında aramak, buluşmak için en güzel kıyafetini giyip her söylediğin cümleden önce düşünmek zor şeyler değil. Dünyadaki herhangi biriyle beraber olmak zor değil. Parlak taraflarını daha da parlatırken defolu yanlarını saklamaktan yorgun düştüğün bir ilişki bulmak zor değil. Hayatının en ilginç zamanlarını dinlediğin ilk buluşmalar zor değil. Eline dokunduğu an etrafa yayılan titreşimi hissetmek zor değil. İçindeki yalnızlığı tek hamlede öldüren neşeli şeylerin seslerini duymak zor değil. Daha zor şeyler var hayatta. Bir kez bulduğunda ne olduğunu tam olarak anladığın ve alışkanlıklardan kötü ve kolay bir şeymiş gibi bahseden birini duyduğunda suratına bir bardak suyu çarpmak istediğin bir şey.
Evet, dedim başımı sallayıp en iyi hak veren gülümsememle yüzüne bakarken. Onu sevmeyi alışkanlık haline getirmiş adama üzülmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Heyecan çok önemli, evet.
Yani, artık heyecanlanmıyorum onunlayken, dedi. Hikayesine yeterince üzülmememe alınmış gibiydi. Bunu farkedince elimdeki kaşığı boş fincanın içinde döndürmeyi bırakıp, tabağın kenarına dayadım. Aklımdan onunla alakalı olmayan düşünceleri kovup anlattıklarına odaklandım ve ne kadar uğraşsam ona hak veremeyeceğimi anladım.
Benim için biriyle beraber olmak; gittiğim her yere gömleğimin iç cebinde onu da taşımaktı. Onun olmadığı her yerde gördüğüm güzel manzaraları daha sonra anlatabilmek üzere aklıma kazımaktı. Dilimin ucunda mevsimin ilk çileklerinin, enfes pişmiş kuzu tandırlar, ılık fırın sütlaçların, bal gibi incirlerin, şahane ada üzümlerinin, ev yapımı portakal reçellerinin, yediğim içtiğim her güzel şeyin tadını, öptüğünde o da tadabilsin diye saklamaktı. Bittiğinde kalbini kırdığımı anladığım her konuşmayı, gün boyu kafamın içinde evirip çevirmek, kendimi kendime affettirecek milyonlarca cümle üretmekti. Bir kavganın en şiddetli yerinde haklı olup olmamayı zerre kadar umursamadan, tamam, barışalım, deyip sarılabilmekti. Akşam eve geldiğinde yan yana oturup, öğlen ne yediğini, sabahki açmanın midesini nasıl yaktığını, iş yerinde sevmediği kızın yine ne kadar aptalca şeyler yaptığını, akşam trafiğinin ne kadar yoğun olduğunu ve gitmeyeceğimizi bile bile bu şehirde artık ne kadar yaşanamayacağını, sakin bir yere taşınıp, bahçeli bir evde üç tane köpekle yaşamanın ne kadar harika olabileceğini konuşmaktı. Haftasonları akşamüzeri birasının yanına patates kızartsak ne güzel olur diyen sevgiliye, ben zaten fritöz alsam mı diyorum deyip, yok şu kızartma tencerelerin alalım demekti, gecenin bir yarısı kalabalık bir yemek masasının tam ortasında. Bir deniz kıyısında otururken güneşin batışında boynunun en güzel yerinden son kez olacakmış gibi korkarak öpmekti. Bir sinema salonunda ellerindeki avuç boşluğunu el yordamıyla bulabilmekti. Dudaklarının, çenesinin, yanaklarının, gülümseyince ortaya çıkan çukurların ve kırışıklıkların yerini milimetrik canlandırabilmekti gözlerimi kapattığımda. Her kavganın neresinde zıvanadan çıkacağını, neresinde susacağını bal gibi bilip, avazım çıktığı kadar bağırırken aslında hemen biraz sonra, çok tatlı bir barışın gelip omzuma konacağından içten içe emin olmaktı. Sırtını dönüp uyuduğu küs bir gecede, aniden dönüp sarılsam her şeyin düzeleceğini bilmekti. Ne yaşanırsa yaşansın, dünya bitene kadar belki farklı bir şekilde ve şiddette ama beni hep seveceğinden şüphe duymamaktı.
Biriyle tanışmak, sarhoş bir gecede öpüşmek, yalnız bir anında aramak, buluşmak için en güzel kıyafetini giyip her söylediğin cümleden önce düşünmek zor şeyler değil. Dünyadaki herhangi biriyle beraber olmak zor değil. Parlak taraflarını daha da parlatırken defolu yanlarını saklamaktan yorgun düştüğün bir ilişki bulmak zor değil. Hayatının en ilginç zamanlarını dinlediğin ilk buluşmalar zor değil. Eline dokunduğu an etrafa yayılan titreşimi hissetmek zor değil. İçindeki yalnızlığı tek hamlede öldüren neşeli şeylerin seslerini duymak zor değil. Daha zor şeyler var hayatta. Bir kez bulduğunda ne olduğunu tam olarak anladığın ve alışkanlıklardan kötü ve kolay bir şeymiş gibi bahseden birini duyduğunda suratına bir bardak suyu çarpmak istediğin bir şey.
Evet, dedim başımı sallayıp en iyi hak veren gülümsememle yüzüne bakarken. Onu sevmeyi alışkanlık haline getirmiş adama üzülmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Heyecan çok önemli, evet.
19 Ocak 2014 Pazar
Cumartesi gecesi
Cumartesi gecesi.
Çok kalabalık bir yer. Hayatlarının en eğlenceli gecesini geçirmeye yemin etmiş bir topluluk etrafımızda. Gecenin başında çalan yabancı şarkılar bir saatten sonra Türkçe popa dönüverdi. Taksimde üç bira içilecek paraya aldığımız biralarımız, sıcağı yüzlerimize vuran elektrikli ısıtıcların altında hızla ısınıyor. Masada kabanlarımız üst üste yığılmış, sessizce aralarında konuşup bize gülüyorlar. Biz de gülüyoruz. Hayattan konuşuyoruz. İşteki yeni kızdan, eski sevgililerden, orada o gece olmayan birilerinden, sesimizi asla duymayan garsondan, yan masadaki kovboy gömlekli adamdan, tuvaletin yerinden bahsederken hep gülünecek şeyler buluyoruz. Oysa bir meyhanede olsak, ilk dublenin sonunda renkler bir ton koyulaşır, nefes alıp verişlerimiz yavaşlar. Gülünecek değil üzülünecek şeyler artar. Konu birden yeni sevgililerden eski sevgililere, hep özlenen ama kavuşulamayan birilerine gelir ve tıkanır. Öyle bir tıkanır ki ağlarsın. Burası öyle değil. Burada birazdan, gecenin sonunda gel, diye mesaj atan insanlardan bahsedilecek. Yüzü olmayan isimler birer saniye masaların üzerinde uçuşup, kaybolacak. Garson siparişleri hızla getirecek, boşları kaşla göz arasında toplayacak, sürekli yeni birileri gelip boş masa aradığından içimizdeki yer işgal ediyormuşuz hissi bizi rahatsız edecek. Hızlı hızlı ve bağırarak konuşurken birden koşmaya başlayacak gibiyiz. Birkaç saat daha o masada otursak bir tramplenden pazar gününe atlayabiliriz.
Durup derin bir nefes alıyorum. Taburede ağrıyan sırtımı ovalarken kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum.
Bu cumartesi gecesi dünyası öyle bir yer ki; tüm kızlar en güzel eteklerini giyip, en koyu renk rujlarını sürmüşler. Önlerinde saatlerdir duran az alkollü içkilerini arada bir içer gibi yaparken, makyajlarını bozmuyorlar. Ellerindeki telefonun ışıkları sürekli yanarken, pek çoğu çaresizce tuş kilidini açıp kapıyor. Muhabbetler kısa süreli bağrışmalara dönüştüğünden boğazları acıyor, konuşmaktan vazgeçiyorlar. Tuvalet kuyrukları hep çok kalabalık. Barın önünde anlamsız bir topluluk var.
Yaşanacak bir an bekleniyor. Tek başına sigara içmeye çıkıldığı an birinin çakmağını uzatacağı, tuvalet sırasında birinin gelip merhaba diyeceği, size bir içki ısmarlayabilir miyim repliğinin duyulacağı, ansızın, kendiliğinden, şairane bir tanışmanın gerçekleşeceği bir an. Bu anı beklemenin, hem de tüm gece ve bir hayat boyu beklemenin gerginliği herkesin üzerinde. Başka bir işle meşgul olunduğundan kaçıp gidebilecek bir aşık olma fırsatına mani olmak için herkes tetikte. Gözler yan masaları, yeni gelenleri, tuvalete gidenleri sürekli tarıyor. Saatler ilerledikçe bir bıkkınlık yerleşiyor yüzlere. Geri dönülecek evler, eve ulaşmak için gidilecek uzun yollar, evde soğuk yataklar, yalnız uyanılacak tatil sabahları gözlerinin önüne gelirken yapılamayacak geç pazar kahvaltıları, pazartesi arkadaşlara anlatılamayacak bir aşk hikayesi daha yitip gidiyor. Mutluluğun kendisinin bile değil, mutlu olma ihtimalinin kaybediliyor olması düşüncesi, içlerini kopkoyu bir hayalkırıklığına boyuyor. Herkes aynı anda böyle bir yalnızlığı hak edecek ne yapmış olabileceğini düşünürken, eski sevgililerinin isimlerini bir bir aklından geçiriyor. Dolayısıyla dünyanın farklı yerlerinde birbirlerini aslında hiçbir zaman sevmemiş bambaşka insanlar birbirlerini düşünüyorlar. Dünyanın dönüş hızındaki artış saatleri hızlandırıyor. Kadınların rimelleri akarken, adamlar apaçık esnemeye başlıyor. Müziğin sesi daha da yükselirken yenilgiyi kabullenmiş ilk tabur, masalarını bırakıp, kapıya yöneliyor. Bu sırada yepyeni bir şarkı çalmaya başlıyor. Sarıla sarıla uyut, diye bağıran kadın şarkıcıya içerideki herkes tüm içtenliğiyle eşlik ediyor.
Cumartesi geceleri başka hiçbir şey, yalnızlık kadar acı vermiyor.
Çok kalabalık bir yer. Hayatlarının en eğlenceli gecesini geçirmeye yemin etmiş bir topluluk etrafımızda. Gecenin başında çalan yabancı şarkılar bir saatten sonra Türkçe popa dönüverdi. Taksimde üç bira içilecek paraya aldığımız biralarımız, sıcağı yüzlerimize vuran elektrikli ısıtıcların altında hızla ısınıyor. Masada kabanlarımız üst üste yığılmış, sessizce aralarında konuşup bize gülüyorlar. Biz de gülüyoruz. Hayattan konuşuyoruz. İşteki yeni kızdan, eski sevgililerden, orada o gece olmayan birilerinden, sesimizi asla duymayan garsondan, yan masadaki kovboy gömlekli adamdan, tuvaletin yerinden bahsederken hep gülünecek şeyler buluyoruz. Oysa bir meyhanede olsak, ilk dublenin sonunda renkler bir ton koyulaşır, nefes alıp verişlerimiz yavaşlar. Gülünecek değil üzülünecek şeyler artar. Konu birden yeni sevgililerden eski sevgililere, hep özlenen ama kavuşulamayan birilerine gelir ve tıkanır. Öyle bir tıkanır ki ağlarsın. Burası öyle değil. Burada birazdan, gecenin sonunda gel, diye mesaj atan insanlardan bahsedilecek. Yüzü olmayan isimler birer saniye masaların üzerinde uçuşup, kaybolacak. Garson siparişleri hızla getirecek, boşları kaşla göz arasında toplayacak, sürekli yeni birileri gelip boş masa aradığından içimizdeki yer işgal ediyormuşuz hissi bizi rahatsız edecek. Hızlı hızlı ve bağırarak konuşurken birden koşmaya başlayacak gibiyiz. Birkaç saat daha o masada otursak bir tramplenden pazar gününe atlayabiliriz.
Durup derin bir nefes alıyorum. Taburede ağrıyan sırtımı ovalarken kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum.
Bu cumartesi gecesi dünyası öyle bir yer ki; tüm kızlar en güzel eteklerini giyip, en koyu renk rujlarını sürmüşler. Önlerinde saatlerdir duran az alkollü içkilerini arada bir içer gibi yaparken, makyajlarını bozmuyorlar. Ellerindeki telefonun ışıkları sürekli yanarken, pek çoğu çaresizce tuş kilidini açıp kapıyor. Muhabbetler kısa süreli bağrışmalara dönüştüğünden boğazları acıyor, konuşmaktan vazgeçiyorlar. Tuvalet kuyrukları hep çok kalabalık. Barın önünde anlamsız bir topluluk var.
Yaşanacak bir an bekleniyor. Tek başına sigara içmeye çıkıldığı an birinin çakmağını uzatacağı, tuvalet sırasında birinin gelip merhaba diyeceği, size bir içki ısmarlayabilir miyim repliğinin duyulacağı, ansızın, kendiliğinden, şairane bir tanışmanın gerçekleşeceği bir an. Bu anı beklemenin, hem de tüm gece ve bir hayat boyu beklemenin gerginliği herkesin üzerinde. Başka bir işle meşgul olunduğundan kaçıp gidebilecek bir aşık olma fırsatına mani olmak için herkes tetikte. Gözler yan masaları, yeni gelenleri, tuvalete gidenleri sürekli tarıyor. Saatler ilerledikçe bir bıkkınlık yerleşiyor yüzlere. Geri dönülecek evler, eve ulaşmak için gidilecek uzun yollar, evde soğuk yataklar, yalnız uyanılacak tatil sabahları gözlerinin önüne gelirken yapılamayacak geç pazar kahvaltıları, pazartesi arkadaşlara anlatılamayacak bir aşk hikayesi daha yitip gidiyor. Mutluluğun kendisinin bile değil, mutlu olma ihtimalinin kaybediliyor olması düşüncesi, içlerini kopkoyu bir hayalkırıklığına boyuyor. Herkes aynı anda böyle bir yalnızlığı hak edecek ne yapmış olabileceğini düşünürken, eski sevgililerinin isimlerini bir bir aklından geçiriyor. Dolayısıyla dünyanın farklı yerlerinde birbirlerini aslında hiçbir zaman sevmemiş bambaşka insanlar birbirlerini düşünüyorlar. Dünyanın dönüş hızındaki artış saatleri hızlandırıyor. Kadınların rimelleri akarken, adamlar apaçık esnemeye başlıyor. Müziğin sesi daha da yükselirken yenilgiyi kabullenmiş ilk tabur, masalarını bırakıp, kapıya yöneliyor. Bu sırada yepyeni bir şarkı çalmaya başlıyor. Sarıla sarıla uyut, diye bağıran kadın şarkıcıya içerideki herkes tüm içtenliğiyle eşlik ediyor.
Cumartesi geceleri başka hiçbir şey, yalnızlık kadar acı vermiyor.
2 Ocak 2014 Perşembe
Mars
Kadının gülüşü narin. Yüzü güzel. Elleri kendi omuzlarına sarılırken biraz tedirgin. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Samimi bulamıyorum. İnanacak gibi oluyorum sözlerine ama nedense bir türlü emin olamıyorum. Belki heyecanlı diyorum, belki de mizacı böyle. Karar veremiyorum.
O kadın, Türkiyeden Mars' ta koloni kurmak üzere seçilen dört kadından biri. Günlerdir onu düşünüyorum. Canım neye sıkılsa, aklıma geliyor kendiliğinden. Kendi sıkıntılarımdan tatmin olmazsam başkalarının üzüntüleri üzerinden mukayese etmeye çalışıyorum. Ne yaşasam dünyadan geri dönmemek üzere gitmeye karar veririm, bulamıyorum. Oysa o sorulara çok rahat cevap veriyor. Onun rahatlığına baktıkça daha çok hayret ediyorum. İçimden koşup sıkıca sarılmak, gitme diye ağlamak geliyor önce. Birilerinin bunu çoktan yaptığını düşünüyorum. Yakınımdaki biri böyle bir şeye karar verse, bir sandalyeye bağlayıp eve kapatırım gibi hissediyorum. Annesi diyorum ne diyor bu duruma, zaten telefonda konuşuyoruz, yine konuşuruz, dediğini görünce, duraklıyorum.
Kadının görüntüsü gözlerimin önünde değişmeye başlıyor. Teni şeffaflaştıkça içindeki buz mavisi yalnızlık hissini görüyorum. Bir çeşit zehirli gaz gibi içindeki her boşluğa yerleşmiş hüzün ortaya çıkıyor. Her nefesinde içindeki organlara batan hayalkırıklıklarının bakırdan sivri uçları parlıyor. Ardından parşömen sayfalar gibi dağılıyor kadının organları. Her birinin üzerinde vazgeçilmiş bir hayat yazılı. Çaresizliğin en dipsiz kuyularına defalarca çarpmaktan tuzla buz olmuş bir kalp, ayaklarımın altına seriliyor. Hava alamamaktan solmuş, arıtmaktan yorulmuş ciğerler bir an nefes alıyor. Çok zor, diyen bir ses belli belirsiz çınlıyor uzaklarda. Tanıdık biri gibi, çok net duyuyorum. O kadar ki, biri bana seslenmiş gibi irkiliyorum. Gazeteyi katlayıp kenara koyuyorum. Kadının vücudu normal haline geri dönüyor. Ben dünyaya geri dönüyorum.
Ertesi gün yolda gri gökyüzündeki bulutların hareketini izliyorum. Yağmura, yapraklarını dökmüş çınar ağaçlarına, denize, denizdeki vapurlara, martılara, nergislere, nergis satan çiçekçi kadınlara; atlası açıp okyanuslara, nehirlere, asla gitmeyeceğim ülkelere, yılbaşı için çekilmiş güzel şehir fotoğraflarına, telefon rehberime, pijamalarıma, yoldan geçen insanlara son kez görüyormuş gibi bakmayı deniyorum. Kendimi uzayda durmuş, masmavi bir top gibi duran dünyayı izlerken hayal ediyorum. Tanıdığım herkesin, bildiğim tüm hayatın, sahip olduğum tüm alışkanlıkların, edindiğim tüm bilgilerin artık ulaşılamaz ve geçersiz hale geldiğini idrak ettiğim anı tahayyül etmeye çalışıyorum. İnsanın kendi ölümünde ölmemiş olması gibi bir his gelip bağrıma oturuyor. Haykırmak istiyorum. Çocukken gördüğüm kötü bir rüyanın içinde gibiyim.
Eve gelince gazeteyi bulup tekrar açıyorum.
Kadının gülüşü narin. Onu gitmekten vazgeçirecek kadar hiçkimseyi sevememiş hayatta. Kahkaha atsa kırılır dudakları. Yüzü güzel. Her gece yalnız yatağına girmeden önce bir maske gibi çıkarıp asıyor başucuna. Elleri her daim tedirgin. Bir çocuğun başını, bir kedinin karnını, bir çiçeğin yaprağını, bir adamın yanağını okşamamış ömründe. Biri eline değse baştan başa çatlar parmak uçları. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Baktığı hiçbir yerde görecek yeni bir şey olmadığına inandırmış kendini. Bir gün oturup ağlasa, parça parça olur göz kapakları. Belki sonradan oldu diyorum, belki mizacı böyle. Oturup hiç tanımadığım bu kadının yıldız tozuna dönüşecek hayatına ağlıyorum.
O kadın, Türkiyeden Mars' ta koloni kurmak üzere seçilen dört kadından biri. Günlerdir onu düşünüyorum. Canım neye sıkılsa, aklıma geliyor kendiliğinden. Kendi sıkıntılarımdan tatmin olmazsam başkalarının üzüntüleri üzerinden mukayese etmeye çalışıyorum. Ne yaşasam dünyadan geri dönmemek üzere gitmeye karar veririm, bulamıyorum. Oysa o sorulara çok rahat cevap veriyor. Onun rahatlığına baktıkça daha çok hayret ediyorum. İçimden koşup sıkıca sarılmak, gitme diye ağlamak geliyor önce. Birilerinin bunu çoktan yaptığını düşünüyorum. Yakınımdaki biri böyle bir şeye karar verse, bir sandalyeye bağlayıp eve kapatırım gibi hissediyorum. Annesi diyorum ne diyor bu duruma, zaten telefonda konuşuyoruz, yine konuşuruz, dediğini görünce, duraklıyorum.
Kadının görüntüsü gözlerimin önünde değişmeye başlıyor. Teni şeffaflaştıkça içindeki buz mavisi yalnızlık hissini görüyorum. Bir çeşit zehirli gaz gibi içindeki her boşluğa yerleşmiş hüzün ortaya çıkıyor. Her nefesinde içindeki organlara batan hayalkırıklıklarının bakırdan sivri uçları parlıyor. Ardından parşömen sayfalar gibi dağılıyor kadının organları. Her birinin üzerinde vazgeçilmiş bir hayat yazılı. Çaresizliğin en dipsiz kuyularına defalarca çarpmaktan tuzla buz olmuş bir kalp, ayaklarımın altına seriliyor. Hava alamamaktan solmuş, arıtmaktan yorulmuş ciğerler bir an nefes alıyor. Çok zor, diyen bir ses belli belirsiz çınlıyor uzaklarda. Tanıdık biri gibi, çok net duyuyorum. O kadar ki, biri bana seslenmiş gibi irkiliyorum. Gazeteyi katlayıp kenara koyuyorum. Kadının vücudu normal haline geri dönüyor. Ben dünyaya geri dönüyorum.
Ertesi gün yolda gri gökyüzündeki bulutların hareketini izliyorum. Yağmura, yapraklarını dökmüş çınar ağaçlarına, denize, denizdeki vapurlara, martılara, nergislere, nergis satan çiçekçi kadınlara; atlası açıp okyanuslara, nehirlere, asla gitmeyeceğim ülkelere, yılbaşı için çekilmiş güzel şehir fotoğraflarına, telefon rehberime, pijamalarıma, yoldan geçen insanlara son kez görüyormuş gibi bakmayı deniyorum. Kendimi uzayda durmuş, masmavi bir top gibi duran dünyayı izlerken hayal ediyorum. Tanıdığım herkesin, bildiğim tüm hayatın, sahip olduğum tüm alışkanlıkların, edindiğim tüm bilgilerin artık ulaşılamaz ve geçersiz hale geldiğini idrak ettiğim anı tahayyül etmeye çalışıyorum. İnsanın kendi ölümünde ölmemiş olması gibi bir his gelip bağrıma oturuyor. Haykırmak istiyorum. Çocukken gördüğüm kötü bir rüyanın içinde gibiyim.
Eve gelince gazeteyi bulup tekrar açıyorum.
Kadının gülüşü narin. Onu gitmekten vazgeçirecek kadar hiçkimseyi sevememiş hayatta. Kahkaha atsa kırılır dudakları. Yüzü güzel. Her gece yalnız yatağına girmeden önce bir maske gibi çıkarıp asıyor başucuna. Elleri her daim tedirgin. Bir çocuğun başını, bir kedinin karnını, bir çiçeğin yaprağını, bir adamın yanağını okşamamış ömründe. Biri eline değse baştan başa çatlar parmak uçları. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Baktığı hiçbir yerde görecek yeni bir şey olmadığına inandırmış kendini. Bir gün oturup ağlasa, parça parça olur göz kapakları. Belki sonradan oldu diyorum, belki mizacı böyle. Oturup hiç tanımadığım bu kadının yıldız tozuna dönüşecek hayatına ağlıyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)