Genç anneyle küçük kızı kalabalık caddenin kıyısındaki kaldırımda yürüyorlar. Bütün ağaçlar rengarenk. Baharın en güzel günü olabilir. Dünyanın yeni kurulmuş gibi taptaze koktuğu anlardan biri. Küçük kız ağaçlardan gelen kuş seslerine bakarak yürüdüğünden kafası yukarıda. Önünü görmediğinden kaldırımdaki bir kırık taşa takılıp, düşüyor. Annesi elinden tutarken düştüğü için, dizleri daha yere değmeden ayağa kalkıyor. Bir şeyi yok. Annesi kızgın bir bakış atıyor küçüğe. Bizde böyledir. Takılır, düşer, devrilir, tökezler ya da hiç olmadı ayağınızın ucuyla bir taşa temas ederseniz yanınızdaki yetişkin size sert bakışlar atar. Kendi korkusunu size kızarak hafifletir. Siz başınıza gelen her olayda canınızın acısını değil annenizin size nasıl da kızacağını düşünürsünüz. Ya annem kızarsa korkusuyla bisikletten düşünce dizine batan çakıl taşlarını, saklambaç oynarken kapıya çarptığında avucuna giren cam kırığını, denizde ayağına saplanan deniz kestanesinin dikenlerini kendi küçücük elleriyle çıkaran bir nesiliz biz. Kağıt peçete koleksiyonunu evde annesi yokken ütülerken bir elindeki üç parmağı birden yakan, büfede senelerdir duran şampanyayı bir gün evde yalnızken ansızın açmak arzusuna yenilip salondaki güzel halıyı köpüklere teslim eden, kristal kolonya şişesini evcilik oyununa dahil edip, güzel barbie çay vakti elinden düşürüp kırdığı için tüm gün kabuslar gören çocuklarız. Pantolonunun üzerine mavi gömleğini, onun üzerine de düğmelerini açıp turuncu çiçekli elbisesini giymesine annesi suratına tuhaf tuhaf bakıp, yavrum insanlar ne der, diye her seferinde karşı çıktığı için bugün hala her sabah evden çıkarken kendimize uzun uzun bakan insanlarız. Uzun, kısa, dar, bol, çiçekli, desenli etekleri her giydiğimizde baka baka aynalarda delikler açmamız bu yüzden. Elimize oyuncak diye tutuşturulan uzun bacaklı bebekler yüzünden bugün hafif göbekli, biraz kalçaları büyük, baldırı geniş olmamak için her öğün salatalık, ananas yiyip, karnabahar suyu gibi acayip şeyler içişimiz. Oğlanlarla kuytularda baş başa kalmamıza, eteğimizi aça aça oturmamıza, çimenlerde yuvarlanmamıza masumiyet güzel başımızın üzerinde bir hale gibi pırıl pırıl parlarken bile anlamlar yüklendiğinden bugün bayıldığımız adamları öpmek için bilmem kaç buluşma geçmesini beklememiz. Tam filmin öpüşmeli sahnesini izlerken kanalın değişmesinden, bebeklerin leylekler tarafından getirildiğinin aklımıza işlenmesinden, küçücük kızlara doğdukları andan itibaren küçük kadınlar gibi muamele edilmesinden mütevellit, hala bir adamın yanağını okşamaktan korkar, elini tutarken sağa sola bakar oluşumuz. Biz böyle doğmadık, sonradan olduk.
Küçük kız annesinin elini bırakıp koşmaya başlıyor yoldan parkın olduğu tarafa geçtiklerinde. Annesi arkasından dur yavrum koşma, diye bağırıyor. Bizde böyledir. İçimizde sevinç, neşe, çocukluk dört nala koşarken bile hanım kızlar gibi ellerimizi önümüzde birleştirip sakin sakin yürümemiz beklenir. Oysa toprak konuşur o yaşta insanla. Çimen ayrı, ağaçlardaki erikler ayrı, gökteki bulutlar ayrı hikayeler anlatır. İnsanın en sevdiği ayakkabılarının renginin mor, en sevdiği hayvanın fil olabildiği; kurbağaların yakalanıp tutsak edildiği, kedilerin kuyruklarından tutularak sevildiği, köpeklerin üzerine binip gezildiği, sineklerin, karıncaların binbir deneyle evcilleştirildiği bir dönemden bahsediyoruz. Odalardaki sandalyeler ters döndüğünde altlarının çadıra, birleştirilen koltukların sandala, tenis raketlerinin gitara, kibrit kutularının telsizlere dönüşebildiği bir zaman. Her şeyin bir an bile direnmeden başka bir şey oluverdiği sihirli bir dünya. Her şeyin mümkün, her imkansızın olasılıklar dahilinde olduğu bir altın çağ. Dünya tarihinde rönesans neyse, insanın kişisel tarihinde çocukluk o.
Kadın bankta otururken uzaklara bakıyor. Çocuk ona sürekli anne bak diye seslenirken bazılarına bakıp gülümsüyor, bazılarını duymuyor. Kaydıraktan belki ellinci kez aynı hevesle kayan, yerde gördüğü sümüklü böceği avucuna koyup koşarak annesi de görsün diye bankın yanına getiren, az önce üzerine düştüğünde canını yakıp ağlatan tombul çocukla birden çok yakın arkadaş olan, cebindeki en sevdiği çikolatadan biraz kendi ısırıp birazını güvercinlere ufalayan, kendi uydurduğu sözlerle bilinmedik bir şarkı mırıldanan bu çocuğu, kadın anlayamıyor. Aynı göğün altında aynı dünyaya bakarken onu bu kadar mutlu eden şeyler neden artık kendisine değmeden geçiyor, çözemiyor. Bir yandan kendi renksiz hayatının hemen yanı başında yaşanan bu rengarenk dünyayı deliler gibi kıskanıyor. Kendi çocukluğunu anımsamaya çalışıyor. O bitmek bilmeyen heyecandan bir yudum bulsa bin parçaya bölüp her gün göz damlası gibi gözlerine damlatacak. Yok. Sanki bu yaşta gelmiş gibi dünyaya, içinde o günlere dair tek bir anı parlamıyor. Yaşanacak her şeyi yaşayıp bitirmiş sonra da parça parça yırtıp dağıtmış gibi umutsuz, ölesiye sıradan buluyor yanından geçip giden her şeyi. Hayaleti gibi kendisinin. Sarılmak için yaklaştığı şeylerin içinden geçip gidiyor.
O da böyle doğmadı, sonradan oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder