11 Ekim 2012 Perşembe

Tecrübeyle sabit.

Geçen gün S. ile şantiyeye gittik. Şantiye her zaman toz duman, pis kokan, üşüten, terleten ama illaki yoran bir yerdir. Deniz kıyısında ya da dağ başında, dört duvar halde ya da koltuklarına oturmuş çaylarını yudumlayan insanlarla dolu olması fark etmez. İster on dakika ister on gün kalın, dönüşte o günkü enerjinizi bitirmiş olursunuz. Şantiyeye gitmek aynı zamanda günlerce çizdiğiniz projelerin ustaların hayal gücüyle neye dönüştüğünü görmek demektir. Aynı zamanda da kafanızdan çıkarıp masaya koyduğunuz, en olmaz dediğiniz fikirlerin bile gerçeğe dönüştüğünü görmektir. Yine de ayakkabılarınızın berbat olması yine de saçlarınıza tozun, talaşın, boyanın yapışıp kalmasıdır. Buna rağmen severiz şantiyeyi. Gider içinde kayboluruz.

Şantiyeden dönünce hep çok acıkırız. S. hemen tost yemeği teklif eder. Bir an bile duraksamadan kabul ederim. Tostlarımızla bahçeye çıkar, ağaçlara doğru otururuz. Yoldan geçen yaşlı yüzlere ve kedilere bakarız. Bizim sokağımız bu ikisinden başka bir şeye bakmaz. Sırtı kalabalığa, gürültüye dönüktür. Mevsimi ağaçlardaki meyvelerden takip ederiz. Ahşap iskemlelere oturunca sırtımızı güneşe veririz. Arada bir, yanımızda tüm şımarıklığıyla bekleyen kedilere birer lokma ekmek veririz. Gerçekten bir gün bizimle konuşacaklarına inanır, güleriz. Yoldan geçenlerin hepsiyle ilgili bir şeyler biliriz. Bazılarına içten üzülür bazılarına aldırmaz, geçeriz.

Geçen gün yine bahçede oturmuş, tostumun son lokmasını kara kediye verirken, tanımadığımız yavru kediler doluştu bir anda etrafımıza. Biri diğerlerinden ayrı durmuş etrafında durmadan dönüyordu. Çılgınlar gibi kendi kuyruğunu yakalamaya uğraşmasına önce güldük. Sonra hiçbirimizin o kediden farkı olmadığına karar verdik. Nasıl ki yavru kediye annesinden o kuyruğun asla yakalanamayacağı bilgisi geçmediyse, bize de geçmiyor. Geçse de umursanmıyor. Her şey, birinin yaşadığından görerek değil de kişisel tecrübelerle kafamıza vura vura öğreniliyor. Hayatta yaşayıp görmek esas. Öyle olmasa insanlık hala aşık oluyor, hala kıskançlıklar içinde kıvranıyor, hala ömür boyu birinin onu sevebileceğine inanabiliyor olmazdı. Bunlarla uğraşılacağına güneş sistemindeki tüm gezegenlerin envanteri çıkarılmış, hayvanların konuştuğu diller çözülmüş, ölümsüzlük ilaçları çoktan ağrı kesici gibi satılıyor olurdu.

Bizde geçmişten ders çıkarma kabiliyeti yok. Kesin.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Yardımcı olabilir miyim?

Hayır, yardımcı olamazsınız. Sadece vitrinlere bakıyorum ben. Buralarda oyalanıyorum. Gidecek çok daha uzun yollarım var. Nasıl bir şey aradığımı, inanın ben de bilmiyorum. Bilsem de bunu size tarif edecek zamanım yok. Gereksiz yere, sürekli özür dilemeyin. Ne olur yüzüme bakmadan teşekkür hiç etmeyin. Birbirimiz için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Birilerinden hayat boyu aldığımız borçlar silindi. Bize yapılan her kötülüğü biriktirdiğimiz kötü kokulu plastik sürahinin dibi delindi. Herkesin vicdanı sıfırlandı ve şartlar eşitlendi. Şimdi tekrar sormak isterseniz sorun. Ama inanın cevaplarım değişmez.

İsterseniz birbirimiz için gidilecek yolları kısaltalım. Yapabileceğimiz tek iyilik bu. Ama iyiliklerin bir yerde ödüllendirileceği gibi bir düşünceye kapılmayın. Bu yapılıp unutulacak bir şey. Bir gün size bunun için geri döneceğimi düşünmeyin. Çok yalnız bir anınızda bu anı hatırlayıp beni aramaya kalkışmayın. Düşündükçe kafanızdaki anıları, canınızın istediği gibi baştan şekillendirip, öyle yaşanmış sanmayın. Hislerle yaşamadığımız bu anları derinleştirip, orada kendinizi boğmayın. Hayır, ne olur adımı sormayın. Şu an dünyanın var olmayan bir parçasında, birbirine ilk ve son kez dokunan iki insan olalım.

Dünyanın burasında, herhangi bir şey iki kez aynı şekilde yaşanamaz. Bir kişi ikinci kez aynı şekilde öpülemez. Hiçbir elma, aynı tadı alarak iki kez ısırılamaz. İki tane hayat yaşanacağına inanılmaz. İyi ya da kötü olunamaz. Yarın nasıl olsa yine görüşürüz rehavetine kapılınmaz. Yarına inanılmaz. Her an tek bir kez ve bir daha unutulmamak üzere yaşanır. Yaşanır, bir kez bakılır ve paramparça ortalığa saçılır. Giyilen kıyafetlerin cebi olmaz. Bir şeyleri yanında götürme hevesi hoş karşılanmaz. Lütfen beni tekrar gördüğünüzde tanımayınız.

Hayır, yardımcı olamazsınız.

Dünyanın burasında ve her yerinde, ağlarken ve ölürken yapayalnızız.

28 Ağustos 2012 Salı

Kambur

Benim olamadığım çok şey var.

İsteyip yapamadığım şeyler, gitmek isterken kalakaldığım yerler var. Elimden kayıp giderken tutamadıklarım var. Sımsıkı sarılamadıklarım, elini bırakamadıklarım, dudaklarını öpemediklerim var. Ne yapsam olduramayıp yine de vazgeçemediklerim var. Adresini bulamayan mektuplar gibi, dönüp dolaşıp çaldığım yanlış kapılar var. Her gece hem korkudan hem de dönenler hala aynı yerde onları beklediğimi anlasınlar diye, açık bıraktığım ışıklar var. İçinden her sabah hızla geçtiğim dar, karanlık koridorlar var. Koridorun sonuna ulaşamadığım günler var. O günlerin sivri uçlarını iyice bileyip içime sapladığım zamanlar var. Parmak izleriyle örselenmiş bir kalbim var. Benim çok ince bir derim ve dünyada çok hoyrat eller var. Bu yüzden vücudumda bir gün birleşip gizli bir yerin haritası olacak yara izleri var. Öyle bir yer ki, orada olsam kesin beni bekleyen çok güzel günler var.

Cumayı bekleyerek eskittiğim perşembeler, kullanmadan attığım pazar öğleden sonraları var. Soğuk yarısını hiç ısıtamadığım iki kişilik bir yatağım var. Yemek masasında daha hiç oturmadığım sandalyeler var. Televizyonun bir kez bile izlemediğim kanalları. Etiketiyle dolapta duran kazaklarım var. Kapağını açmadığım not defterlerim, kendi kendine kuruyan dolma kalemlerim var. Mevsimi gelip geçerken yemediğim meyveler var bu sene. Neden diye sordukça eskiyen cevaplar var dilimin ucunda. Kimselere anlatamadıklarım bir kambur omuzlarımda. Oysa yaşamaya başlasam, biliyorum, çok çabuk geçecek bir ömür var.

Günler koşuyor, diyen bir anneannem var. Bugün onun torunu olduğum ne kadar aşikar. İkimizin de sıkıştığı delikler birbirinden dar.  Zaman dursun, diye bir yere kımıldamadan nefesimizi tuttuğumuz anlar bunlar. İkimizi teraziye koysan, ne bana ne ona doğru bir milim kıpırdar.

Olamadığımız tüm o şeyler, ömür boyu boğazıma sarılıp bizi boğacak olanlar.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yeni dünya

Bakmayın artık, diye bağırdığımı hatırlıyorum. Dinlemiyorlar. Gözlerini bile kırpmadan bakmaya devam ediyorlar.

Oysa ne kadar çıplak bir anım. O çukurun yanındayım. Eğilip bakıyorum. İçi rengarenk ve rüzgarlı. Serin bir yaz akşamı gibi kokuyor. Çok derin. Derin bir nefes kadar, derin. Aynı derinliklerden edepsiz bir his gelip yerleşiyor karın boşluğuma. Hayatta kalma içgüdüsü kadar kuvvetli. Çukurda ne varsa benim olsun istiyorum. Ellerimi renklerin içine sokuyorum. Turuncular ellerimden akıp giderken, sarılar reçine gibi tırnaklarımın aralarına yapışıp kalıyor. Çıkarmaya uğraşmıyorum. Çaldıklarımı ceplerime koymaya çalışıyorum. Ne kadar çok şey alırsam, içeride o kadar çoğalıyorlar. Bazılarını geride bırakmam gerek, biliyorum ama yapamıyorum. Plastik kutular var. Kirli makyaj pamukları. Yanmış izmaritler. Boynundan yaralı şişeler. Çekirdek kabukları. Dökülmüş saçlar. Yara bantları. Sümüklü mendiller. Patlak bisiklet tekerlekleri. Yenmiş tırnaklar. İğnesi kırık şırıngalar. Yarısı parçalanmış kayalar. Sulara gömülmüş şehirler. Kurumuş dere yatakları. Kaymış yıldızlar. Kökünden sökülmüş ağaçlar var. O kadar büyükler ki cebime sığdıramıyorum. 

Ceplerim doldukça, içimde duvarlar yıkılıyor. Bir şeyleri birbirine bağlayan vidaların gevşeyen seslerini duyuyorum. Korkunç bir deprem anında havada asılıyım. Korkmuyorum. Olmasından korkarak yaşadığım her şey bir anda oluyor gibi hissediyorum. İçimde kıtalar çarpışarak birleşiyor. Darmadağın bir dünyanın ortasında, hava ne kadar berrak.  Yemyeşil çimenlerde çırılçıplak yuvarlanıyorum.

Bakıyor musunuz hala, diyorum. Yoklar. Uzaktan seslerini duyuyorum. Ne dedikleri anlaşılmıyor.


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Teğet

Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. O anlarda biliyorum ki, sen bir yerlerde aklından beni geçiriyorsun. Serin havalarda ürperince omzuna aldığın bir şal gibi, adımı alıp kendine sarıyorsun. Sen kokuyorum. Korkuyorum.

Seni ansızın bir gün bir yerlerde görmekten, her köşeyi dönerken seninle karşılaşıvermekten korkuyorum. Kahvesini senin kadar sütlü içen birini görünce midem yanmaya başlıyor. Kalabalıkta saçları senin kadar gece karanlığı birini görünce, ellerim titriyor. Saatin tiktakları ritmini şaşıyor sinema salonlarına tüy hafifliğinde adımlarla birileri girdiğinde. Karanlıkta gözlerim tüm yüzleri sana benzetiyor. Kalbimin gürültüsünü herkes duyuyor sanıyorum. Sımsıkı tutunuyorum koltuğun kollarına. Fısıltılarda seni arıyorum. Yere dökülen mısır tanelerinde. Perdede uçuşan toz zerrelerinde. Orada olmadığına üzülüyor muyum, seviniyor muyum, emin olamıyorum.

Aklım bana oyunlar oynuyor mevzu sen olunca. An geliyor, seni ortak anılarımızdan çıkarıp atıyor. Sanki o deniz kıyısında ben tek başıma oturmuşum sabaha dek şarap şişesiyle. Dolunay sanki bir tek benim üzerime vurmuş. Sanki geceye sarılmışım sabaha karşı üşüyünce. Yakamozların varlığından bile şüphe ediyorum. Bazen kalabalık aile fotoğraflarında buluyor seni. Büyük halamın düğününde, tenha bir köşeye oturmuş uzaklara bakıyorsun. O her zamanki kırılgan gülümseme var dudaklarında. Hem oradasın hem değilsin her zamanki gibi. Varlığın sabah sisi gibi, dağılmaya müsait. Bazı günler uzaklardan gönderilmiş kartpostallarda görüyor silüetini. Bilmediğim şehirlerin dar sokaklarında yürüyorsun.

Olamadığım insanlara aşık oluyorsun. Kim değilsem ona sarılıyorsun. Gidemediğim coğrafyalara taşınmaya karar veriyorsun. Üşüdüğüm ne kadar iklim varsa iyi geliyor sana. Uyuyamadığım geceler düşlerde geziniyorsun. Gökyüzüne bakıp el salladığım uçakların içinde hep sen oluyorsun. Öyle bir mesafe var ki aramızda; çok yakınımdan geçiyorsun ama bana değmiyorsun.

Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. Adındaki her harfin kıvrımı boğazıma takılıyor. Kahve fincanına uzanıyorum. Fincanda unutulup soğuyan kahvenin tadı ne kadar acı. Durumu ne kadar acıklı. Sade kahvelerde upuzun lacivert geceler saklı. Gecelere tenin kazılı. Korkuyorum.








11 Nisan 2012 Çarşamba

Çember

Gitmek istiyorum. Sürekli. Her an. Nerede olduğumun önemi yok. Başka bir yere. Hayat sanki mekandan mekana kovaladığım bir anmış gibi. Yolda yürürken biraz yavaşlasam, geç kaldığım bir yer var sanıyorum. Aniden başımı öne eğdiğim için göremediğim kimseler. Olmadığım yerlerde benim sandalyeme oturan yabancıları kıskanıyorum. Yatmadığım çarşafların sıcaklığını. Bıraktığım ellerin kokusunu. Bir an bakıp kafamı çevirdiğim manzaraları  özlüyorum.

Sonuna yetiştiğim bir yemeğe davetliyim sürekli. Zaman benimle beraber hızlanıp yavaşlıyor. Ne kadar acele etsem, olmuyor. Boş tabaklara bakakalıyorum. Midemin olduğu yerde lacivert bir gökyüzü var. Geceleri vücudumun ortasında kocaman bir boşlukla rüyalarda dolaşıyorum. Ellerimi boşlukta yaktığım ateşte ısıtıyorum. İçimde geç kalarak  öldürdüğüm binlerce ihtimalin yüzü var. Gitmeyerek küstürdüğüm güzel zamanların çağrıları. Biliyorum olmadığım yerlerde birilerinin beni aradığını.

Belki mutluluk, geçtiğim bir kaldırımın taşındaydı. Bastım üzerine belki. Belki iyileşmez yerlerinden kırdım. Belki mutluluk ve ben, geniş bir çemberin üzerinde aynı yöne koşuyor ama bir türlü yetişemiyorduk birbirimize. Ya da öyle hızlı çarpışıyorduk ki, birbirimizin içinden geçiyorduk fark etmeden. Anlık gülümsemeler takılıyor ağzıma bazen. Çürüyen bir ciklet gibi kötüleşiyor tatları zamanla, çıkarıp atıyorum. Yoruluyorum zaman zaman. Gökyüzünde bir uçağın bıraktığı iz gibi duruyorum. Sonra bir tende bırakılmış bıçak izi oluyorum. Tatlı tatlı kaşınırken, birden tırnağım takılıyor. Kanıyorum. O zamanlarda çember çözülüyor, sonsuzluğa uzanan dümdüz bir çizgi oluyor. Mutluluk geçip gidiyor yanımdan hızla. Ona asla yetişemeyeceğimi anlıyorum.

14 Mart 2012 Çarşamba

Kiraz bahçesi

Bazı renkleri kör birine tarif etmek, bazı renklerden daha zor. Uzun yaz öğleden sonralarını düşünün. Sokakların boşaldığı, çocukların öğle uykusunda olduğu ve kedilerin bile sandalye altlarında gölge bir yer aradığı sapsarı günleri. Yastıkları çevirerek yüzümüzü dayayacak serin bir yer arayacak kadar sıcak bir anı. Sabah rengi sarı olan her şeyin öğlene doğru kızardığı zamanları. İşte öyle bir renk, o gün bizi çepeçevre sarmıştı. Odadaki her şey önce kumsaldaki kumlarla, sonra saksıdaki turuncu çiçeklerle aynı renk olmuştu. Uyuduğum anlar dışında. Gözlerimi kapattığım an her yer çarşaflar kadar sakız beyazıydı. Rüyalar beyazdı ve pamuk kadar hafif. Odanın açık pencerelerinden birine dayamıştın ayaklarını. Onlar da bembeyazdı. Dışarıya bakıyordun. O güne dahil olamayacak kadar renkli bir gecelik vardı üzerinde. Yarısı çözülmüş bulmacalarla dolu sehpanın üzerinden bir gazeteyi alıp dörde katladın. Sallamaya başladın. Saçların her yere saçıldı. Uyanık olduğumu nasıl anladın, bilmiyorum. Dönüp bana, kiraz bahçelerine gidelim mi, dedin.

Kiraz bahçesi, insanın bir kez giderse, ömür boyu cüzdanında taşıdığı bir vesikalık gibi aklında taşıyacağı bir yerdir. Cennet dergisinden kesilmiş bir tanıtım fotoğrafı gibidir. Yürürken insanın ayakları yere değmez. Ellerini uzatıp bir tane yaprağa dokunsa, her şey aniden kaybolacakmış gibi korkar. Kiraz çiçeklerini koklayınca, kendini yukarıdan bir yerlerden izliyormuş hissine kapılır. Hayat, yalın ve huzurlu bir ana sabitlenir. İçindeki gürültülü kalabalık birden susar. Birisi ayakkabılarını çıkarıp toprağa basar. Eteğine kirazlar doldurur. Bir gölgede üstü başı kıpkırmızı olana kadar, midesini bozana kadar yer. Sen benim içimden çıkan o biriydin. Benim nedensizce yapamadığım her şeyi yapandın. Sende gerçekti hayat ve ben senin en sadık izleyicindim. 

Kağıtların arasına karışmış bir yaz fotoğrafında canlanan bu anı aklıma saplanıp kaldığında, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Makası uzatır mısın canım, dedin. Üzerinde o günki rengarenk geceliği görecekmişim gibi dönüp baktım. Saçlarını ensende kalemle toplamıştın. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Gözünün önüne düşüp duran bir tutam saçı bir türlü kulağının arkasına sıkıştıramıyordun. Makası uzatmayınca dönüp bana baktın. O sırada önümdeki kağıtlara takıldı gözün. Fotoğrafı gördün. Sustun. Hiçbir şey demedin. Renginin solduğunu gördüm.  Sen de oradaydın artık,  biliyordum. İkimiz yine o sapsarı günde, pencereden dışarıya bakıyorduk. Makası unuttun. Aynaya yaklaştın. Saçlarını düzeltir gibi yaparken dosdoğru kendi gözlerinin içine bakıyordun. Hazır mısın, dedim. Önce anlayamadın ne dediğimi. Sandalyeden kalkarken, şimdi giyinirim, dedin. O an bavul bile hazırlamadan sıcak iklimlerde kendimize kiraz bahçeleri bulmaya gidebilirdik. Gitmedik. Arkadaşlarımızla buluştuk. İçki içtik. Yalandan kahkahalar attık. Sabaha karşı eve dönerken kulağıma, o fotoğraftan bana da çoğaltır mısın, dedin. Sen de izleyiciydin artık. Tılsımını yitirmiştin. Başımı salladım. Taksici durmadan politika konuşuyordu. Ben de ona bir şey anlatmak istedim. Dalından koparıp kiraz yememiş birine kiraz çiçeklerinin nasıl koktuğunu anlatmak; kör birine yaz sarısını anlatmaktan bile daha zordu. Sustum. 
Şehrin ışıkları kirazlara dönüştü.