Derin uçurumların kenarında
Her taşımızı ayrı rüzgarla yontmuşuz
Günle beraber solup gitmiş yüzümüzün rengi
Bir şahin alıp götürmek üzere göğsümüzdeki benleri
Bir tuhaf düşme korkusu imkansız kılıyor tüm telafileri
Belki de bin kere düşüp yine de birinde uçmayı umut etmeli
Ya da umut dediğimiz ne varsa hoyrat makaslarla paramparça.
Büyük kapıların arkasında
İtiraflara dökülmektense gizlice dinlemeyi sever olmuşuz
Parmak uçlarına saplıyor terk edenler avuç içlerini
Tanımaya diz kapaklarından başlamalı kışla beraber gelenleri
Boyun hizalarında kutsal topraklar yerle bir
Kulağımızdaki sinkaflı küfürlerle inlemeler aynı cümlenin öğeleri
Kapının kolu diğer tarafta besbelli
Kilidin dili acılaşıyor yanlış bir anahtar içinde dönmeye çalıştıkça.
11 Ocak 2016 Pazartesi
7 Ocak 2016 Perşembe
Düşen şeyler
Atlayalım mı, dedi. Sarı çizgiyi geçmeyin anonsları kafamda yankılanıp dururken değil atlamak, onun gittiği kadar yakınına gidip bakamıyordum bile aşağıya. O ise ben sessiz kaldıkça cesur olma rolünü daha da abartılı oynuyordu. Ayaklarını yerden hiç kaldırmadan yaklaştı biraz daha kıyıya. Ayakkabılarının kauçuk tabanlarının altında çakıl taşları gıcırdıyordu. Bir şey söylemeden elini uzattı. Parmakları bana gel demeye çalışarak hareket etti. Elimi uzattım. Ben korkuyordum. Atlamaktan, onun atlamasından, beni itmesinden, kendisi atlarken tutup beni de çekmesinden ya da atlamak hiç aklımda bile yokken aşağıya düşüvermekten. Derin bir nefes aldım. Kan almadan önce hemşirelerin tembihlediği türden bir derin nefes.
Bazı nefeslere bazı zamanlar çok büyük ihtiyaç olur.
Restoranın hemen dışındayım. Deli olmalıyım ki gece yarısı kalkıp buraya kadar geldim. İçerisi loş, dışarısı tenha. Yerler buz kesmiş. Ellerimi ceplerimden çıkaramıyorum. Çıkarıp bir sokak lambasının direğine tutunsam yarın parmak izlerimden beni teşhis edecekler. Yarın gazetelere kendi hakkımda kayıp ilanı vereceğim. Hareket eden kabuğumu bu meftun, bu yarım akıllı halime bırakıp bambaşka diyarlara gitmiş olmalıyım, zira o kapının hemen ardında duran ben olamam. Derin bir nefes alıyorum.
Nefesime kokusu karışıyor. Çok yakınımda bir yerlerde olduğuna şüphe yok. Birkaç adım daha atınca cam kenarı olmayan bir masada onları görüyorum. Kadın gülümsüyor. Abartısız. Dünyadaki her işin nasıl yapılacağını kolaylıkla tarif edebilecek gibi bakıyor. Garsona somonu pişirirken nasıl kurutmayacaklarını, rokaların en tazelerinin hangi tezgahta satıldığını, elma sirkesinin kadehleri nasıl da parlatacağını anlatabilir. Gidip merhaba desem, bana da öyle bir bakar ki hemen oracıkta ölürüm. Çünkü kaybettiğimi anlarım. Oturdukları masanın tam ortasından hayali bir çizgi çekiyorum. Kadın kendi yarısında sakin. Oysa adamın elleri sınırından çıkıp kadına dahil olmaya çok yakın. Göbek deliği kadına dönük. İçinde bazı yerler kadına ait olmuş. Kadının gülümsemesine dahil olma ihtiyacındaki sözcükler ağzının içinde telaşlı. Özlemiş gibi bakıyor. Kadına biat eden parçaları uyuşturulmuş gibi huzur içindeler. Bana ihanet eden sağ eliyle sol elinde tuttuğu bir lokma ekmeğin üzerine favadan kondurup kadının ağzına doğru uzatıyor. Teklifsizce. Reddedilme korkusundan uzak. Tuzaklı sorulardan, mesafeli kelimelerden, bekledikçe kurumaya yüz tutmuş heveslerden azade. Kadın ağzını yavaş çekimde aralıyor. Dili bir parça öne uzanıyor.
Bu dil nelerin tadını biliyor? Acılı ezmeleri, rakılı geceleri, terk edilmeleri, ölüp ölüp dirilmeleri, yastığa dökülen iç geçirmeleri, pervasız sevişmeleri, dalından yeni kopmuş çavuş üzümlerini, dişle koparılan tırnak kenarı etlerini, ekmek arası kokoreçleri, boynunun ince çizgilerini, yara izlerini tattı mı? Adamı hayal ettiği bir an dilini kendi dudaklarının üzerinde gezdirdi mi? Beraber kahve içerken yaktı mı ucunu? Öğlen yediği yemeği adama dünyanın en mühim meselesi gibi anlatırken dilinde hissettiği acılı, ekşili tatminler mi? Hangi tahminlerle uzatıyordu şimdi dilini favayla ve her saniye kirlenen havayla dolu o lokmaya. Kapattı ağzını. Her noktası taze bakla zerrelerine temas eden dilinin içeride dönüp durduğunu hissediyordum. Dili döndükçe görüntüler, gecenin sessizliği, kafamın içindeki tüm anılar, senelerce büyüttüğüm tüm dünya tahayyülleri boydan boya paramparça oluyordu. Adam kadının yüzüne, yüzündeki deliklerden tam içine, içinin kendi görüntüsüyle dolmasına hayranlıkla bakıyordu. Bana bir kez daha ihanet eden sağ elinin en hain parmağıyla kadının dudak kenarında kalan bir parça favayı aldı. Peçeteye silmedi. Parmağının masanın ortasına çizdiğim çizgiden yavaş yavaş kendi ağzına doğru hareket ettiğini, hiç kasılmadan dümdüz durduğunu, bir hamlede aralanmış ağzına girip çıktığını ve favanın ağzının içinde yok olduğunu gördüm.
Derin bir nefes aldım. Bir tane daha. Bir tane daha. Hiçbiri içime dolmadı.
Atlayalım işte, dedi. Artık yan yana duruyorduk. Başım dönüyordu. Elim avucunda terden sırılsıklamdı. Sen gerçekten korkuyorsun, dedi. Bir an aşağıya baktım. Bir an içeriye. Bir an geride kalan manzaralara.
Düşen şeyler aslında bir müddet uçuyorlardı.
5 Ocak 2016 Salı
Senin aradığın şey artık bende değil
Senin aradığın şey artık bende değil, dedi. Aynı rüya bulutunun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Burada daha önce hiç buluşmamıştık. Yaşım iyice küçülmüştü. Ellerimin boyutlarından anlayabildiğim kadarıyla ilkokula yeni başlamış olmalıydım. Sağ elimin orta parmağındaki nasır henüz kendini var etmemişti. Ayaklarımdakiler annemin ne yapsa beni atmaya ikna edemediği rengarenk rugan ayakkabılardı. Yavrum, ayağını sıkıyorlar artık dediğinde ve haklı olduğunu bildiğimde bile onlardan vazgeçmemiştim. Çocuk aklım ayakkabılar da benimle büyür diye umut etmeye devam etmişti. Her sabah yataktan kalkıp ısrarla belki o gün ayağıma olurlar diye denemiştim; bir gün bile olmamışlardı. Bir süre sonra kutuya koyup kendi ellerimle dolaba kaldırmış yine de atılmalarına müsaade etmemiştim. Şimdi onları yeniden ayağımda görüyor olmaktan o kadar mutluydum ki konuşurken gözüm sarı bağcıklara takıldıkça sırıtıyordum. Neşe bir yavru kuş gibi omzuma konmuştu. Neden neşeliydim, bilmiyordum. Oturduğum yerden parmaklarımla bir parça bulut koparıyor, ufaladıkça tarlaların üzerine doğru uçuşmalarını izliyordum. Yerde otlayan sürüdeki koyunlar bir süre gökten gelen bu tuhaf cisimlere bakıyor, hemen sonra ilgilerini kaybediyorlardı. Bunu yaparken kendimi kaptırıp çok derin bir parça koparmaktan korkuyordum. Boyutlarımdan emin değildim. Küçük bedenim açtığım delikten aşağıya uçup gitsin istemezdim.
Çok gülmüştüm buluşmanın başından beri. Anlattığı her şeyde çabasız bir nüktedanlık vardı. Ya da ben tüm tebessüm saatlerimi ona ayarlamış ve konuşmasını beklemeye başlamıştım. Beni ne anlatıp bu kadar eğlendirmiş olabilirdi. Hatırlamıyorum. Oysa kıkırdarken içimin bir sürahi su gibi berrak olduğunu hatırlıyorum. Net bir boşluk. Hiç dalgasız. Telaşsız. O kadar günlük hayatın içinde olamayacak huzurda anlardı ki bir rüyada olduğuma şüphe kalmıyordu. Bu gülüşlerden sonra bir yerlerde ağlamaya başlayacağımdan içten içe emindim, sadece zamanımı bekliyordum. Rüyada ya da değil, hiçbir hesapsız gülüş cezasız kalamazdı.
Çok gülmüştüm buluşmanın başından beri. Anlattığı her şeyde çabasız bir nüktedanlık vardı. Ya da ben tüm tebessüm saatlerimi ona ayarlamış ve konuşmasını beklemeye başlamıştım. Beni ne anlatıp bu kadar eğlendirmiş olabilirdi. Hatırlamıyorum. Oysa kıkırdarken içimin bir sürahi su gibi berrak olduğunu hatırlıyorum. Net bir boşluk. Hiç dalgasız. Telaşsız. O kadar günlük hayatın içinde olamayacak huzurda anlardı ki bir rüyada olduğuma şüphe kalmıyordu. Bu gülüşlerden sonra bir yerlerde ağlamaya başlayacağımdan içten içe emindim, sadece zamanımı bekliyordum. Rüyada ya da değil, hiçbir hesapsız gülüş cezasız kalamazdı.
Ne demek sende değil, nerede bıraktın ki, dedim. Yüzüme baktı uzun uzun. Kocaman avuç içiyle uzanıp yanağımı okşadı. Elleri hep aynı kokuyordu. Anladığımdan emin olmak ister gibi tane tane konuşuyordu. Söylediklerini iyice anlayabilmek için dudaklarına bakıyordum. Söyledikleri tanıdık kelimelerdi ama birleştirdiğimde yetişkin halimin anlayacağı cümlelerden, o an bir anlam çıkaramıyordum. E ama bir yere bırakmışsındır, gidip arayalım, dedim. Yok yavrucuğum, dedi, bende olsa sana verirdim, ama yok oldu artık o, dedi.
Yok olmak.
İşte ağlamaya başlayacağım yer orasıydı. Yok olmak kaç yaşında olunursa olunsun aynı korkunçluktaydı. Yok olmasın, dedim. Yok olmasın diye avazım çıktığı kadar bağırırken hala ağzından çıkacak tek bir lafta teselli bulabilirdim. Geri dönülmez yerlerde değildim. Başını önüne eğdi. Bağıra bağıra ama o benimdi, diye ağlamaya başladım. Düşme korkumu unutmuş, yumruklarımı buluta vura vura, bulalım onu, diye hıçkırıyordum. Vurdukça ikimiz de olduğumuz yerde sallanıyorduk. Sarıldı. Vücudu bana göre o kadar büyüktü ki kucağında kayboldum. Sesimi alçalttım. Bulabilirdik, dedim.Yanaklarımdan yaşlar akmaya devam ederken tüm vücudum sarsılıyordu. Hala, tamam, gidip bulalım, demiyordu. Hiç mi bulamayız, dedim. Bu kadar çaresi bulunamayacak bir şeyi aklım almıyordu. Sonsuza kadar mı gitti, dedim vereceği cevaptan ödüm koparak. İyice yaklaştırdı beni kendine. Söyleyeceği şeyi ömrüm boyunca hiç unutmayacağımı biliyordu. Az acıtsın istiyordu ama bazı şeylerin az acıtan halleri diye bir şey yoktu. Gözlerimin içine baktı. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Fısıldayarak, ölüm gibi bir şey oldu, dedi ama kimse ölmedi.
Gözümü açtığımda bir tahta sırada oturuyordum. Karşımdaki tahtada içimi sıkan birtakım ders notları yan yana sıralanmıştı. Saçlarını geriye doğru taramış bu gömlekli yetişkinin dersin öğretmeni olduğunu tahmin ediyordum. Gömleğinin tüm düğmelerini sıkı sıkı iliklemişti. Gereksiz bir ciddiyet vardı yüzünde. Ve bu ciddiyetin gömleğindeki komik yıldız desenleriyle oluşturduğu tezat her şeyi gerçek dışı bir hale getiriyordu. Ezcümle, dedi, hiçbir şey yoktan var olmaz, var olanlar da yok olmaz. İstemsizce güldüm. Bu vücudun başka hiçbir tepki vermesinin mümkün olmadığı anlarda verebildiği tek refleks olan türden bir gülüştü. Adam kafasını bana çevirdi. Yerimde doğruldum. Ayağımda hiç sevmeyerek aldığım siyah bağcıklı ayakkabılar vardı. Sağ ayağımın küçük parmağının sızladığını otururken bile hissedebiliyordum. Bir yorumun var mı bu konuda, dedi. Tüm sınıf aynı anda bir eğlence çıktığını ve dersin bundan sonrasının kaynadığını anlayarak bana doğru döndü. Yok, dedim. Sence var olan şeyler nasıl yok oluyor peki, dedi. Ölen canlılar mesela zamanla nasıl başkalaşıyor?
Beni gerçekten zorluyordu. Bildiğim her şeyi anlatmalı mıydım? Sessiz kalışımın onu içten içe sinirlendirmeye başladığını seziyordum. Kusura bakmayın ama yalnızca ortaokuldaydım ve otorite henüz beni korkutan bir şeydi. Gelip sıramın tam önünde durdu. Sesinin tonu değişiyordu. Gece uyumamış birinin sesinde olabilecek türden bir hırıltı vardı boğazında. Gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yakından bakınca alnındaki sivilceleri, saçlarındaki beyazları ve gözlerindeki delici bakışı daha net görebiliyordum. Çok yorgun gibiydi. Bu hali beni daha da tedirgin ediyordu. Bence zaman diye bir şey, dedim ve duraksadım. Söyleyemeyecek gibiydim. Tek solukta bıraktım gitti. Zaman diye bir şey yok, dedim. İlginç, dedi. İçimizde yaşayan şeyler bir sabah kalktığımızda orada olmayabilirler ve başka bir şeye de dönüşmüş olmazlar. Yok olmuş olurlar. O yüzden size katılamıyorum.
O saniyeden sonra neden bana o kadar çok bağırdığını anlayamadım. Hiç. Size inanamayacağız, demek ki bundan sonra, demek ki benim sizi tüm yoklama listelerinden çıkarmam, dersten kaydınızı silmem ve hatta müdür yardımcısıyla hemen konuşup sizi bu okuldan attırmam gerekir, dediğini hayal meyal duyabildim. Bayılacak gibi hissediyordum. Sonraları her şeye en yakından şahit olan sıra arkadaşım bile bunları benim uydurduğumu, adamın bana yalnızca ilginç bir bakış açısı, deyip tahtaya döndüğünü söylemekte ısrar edip durdu. Oysa ben adamın gözlerini görmüştüm. Uydurmuyordum.
Yorganın bembeyaz bulutlar gibi karmakarışık durduğu yatakta çırılçıplak yatıyorum. Odanın içindeki hava önceden bildiğim bir yeri anımsatıyordu bana. Tanıdık bir koku gibiydi ama çıkaramıyordum. Odanın anahtarını nereye koydun, dedi kapıdan başını uzatıp. Bende değil, dedim. Ama sevgilim sana vermiştim az önce, dedi. Hatırlamıyorum, dedim. Bende değil işte, değil, değil. Bende olmayan bir şeyi de kimseye veremem. Gelip yanıma oturdu. Birkaç gündür tatildeydik. Uzun ve derin uykular gözlerinin altındaki torbalara iyi gelmişti. Elleri sıcacıktı. Hiçbir şey söylemedi. Gelip sarıldı. Boynunun kokusu o an benden daha çıplaktı. Gözümü kapatınca kokusuna kimlerin kokusunun karıştığını, girdiği fırındaki ekmekleri biraz yaktıklarını, yolda durup kendine yeni çekilmiş koyu bir kahve aldığını, tanımadığım bir kadının gereksizce yakın mesafeden boynuna parfüm kokusundan hareler bıraktığını hissedebiliyordum. Beni bırakma, dedim. Ne bırakması, dedi. Ağladığımı vücudum onunkini de sarsmaya başlayınca fark ettim. Bundan çok günler sonra bir gün, bana sende olduğunu ve gözün gibi baktığını sandığım bir şeyin, artık yok olduğunu söyleyeceksin. O gün gelmesin, dedim. Ne diyeceğini bilemedi. Saçlarımdan öptü. Söz ver, dedim. Sırtımı okşarken uykularda dolaştım, rüyalarda gezindim, kabusların kapı önlerinden geçtim.
Gömleğinde yıldızlar olan adam uzakta bir yerden, gününü bekleyen bir pişmanlık gibi gözlerini dikmiş bakıyordu.
2 Ocak 2016 Cumartesi
Karanlık
Elektrikler kesildiğinde banyoda saçımı tarıyordum. Elektrikler çoğul çünkü tuhaf bir tedirginlik içime aniden gelip yerleştiğinden, evin neredeyse tüm ışıklarını yakmıştım. Kimsenin olmadığı mutfakta, pişirilmedikleri için oldukları yerde an be an küflenmekte olan kestaneler, sıkıntıdan oflamalarına spot ışıklarının altında teatral bir hava katıyorlardı. Saçlarımı tarıyordum, evet. Bir yere gideceğimden değil. Yeni de yıkanmamıştım. Banyoya kirli sepetine bir çift çorabı atmak için gelmiş ve kalmıştım. Büyük mekanlarda ve açık havada kaybolduğum hissine kolaylıkla kapıldığım günlerdeydim. Çoğunu kaplayabildiğim daracık mekanlarda sıkışmak içimde aptalca bir güvenlik duygusu yaratıyordu. Muhtemelen anne karnı emniyetini arıyordu otuz yaşına yeni girmiş bedenim ve ben de onu üzmüyordum. Ona küçük mekanlar arıyor ve buluyordum. Banyonun kapısını kapattım. Aynaya bakmaya başladım. Banyoların her tarafının seramikle kaplanmış olmasını çoğu zaman komik buluyorum. Aynaya yansıyan 30x60 fayanslara bakıp yine gülümsedim. Demek siz, ev sahipleri, bir zaman banyoya girdiğimiz an tüm duvarları ıslatmamızdan korkup önlemler aldınız, öyle mi? Keşke bizi lavabo önünde yıkanmadığımızı ya da yağlı boya duvarlara çişimizden resimler yapmayacağımızı bilecek kadar tanısaydınız. Neyse. Bunları düşünmekten sıkılınca meşgale olsun diye çekmeceden fırçayı alıp saçlarımı taramaya başladım. Saç derime değen fırça uçlarının hareketi hoşuma gitti. Gözlerimi de kapatıp tuhaf bir hazza kendimi teslim ettiğim an, elektrikler kesildi. Önce gözlerimi açmadığımı sandım. Açıp kapattım. Aynı anda karşı komşumun, mum nerede görkem, mum, diye oğluna seslendiğini işitince emin oldum. O anı bekler gibi mülayim, fırçayı çekmeceye geri koydum ve hiçbir ışığı alışkanlıkla kapatmaya yeltenmeden banyodan çıktım, salona gittim.
Dışarıda kar yağıyordu. Lapa lapa. Şehir bembeyazdı ve bu bana anlayamadığım bir ferahlık hissi veriyordu. Son yıllarda kışı seviyordum. Hava soğumaya başladığı an; karlarda yuvarlandığım, çok uzun boylu ağaçların arasında yürüyüşlere çıktığım, dışarıda üşüyen ayaklarımı şömine başında elimde saleple otururken ısıttığım, kaybettiğim iştahımı bile bulduğum bir hayal gelip içime yerleşiyordu. Oysa öyle bir yere tek bir kış bile gitmişliğim yoktu. Pencereden dışarıya baktığımda o alternatif evrende karanfil kokulu sıcak şarabını içen hayalim bana el salladı. Karşılık verdim. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yanıyordu. Mutfakta bulaşık yıkayan kadın beni izliyordu. Elektrik bir tek bizde gitmiş olmalıydı. Sokak lambalarına bakınca kar tanelerinin şeffaf kıyafetlerinden içleri görünüyordu. Buz tutmuş yolda temkinli adımlarla gideceği adresi arayan taksi de sokağı terk edince mutlak bir sessizlik oldu. Karanlık ve sessizlik. Az önce karanlıktan korktuğumu unutmuş gibiydim. Aradığım his belki aydınlıkta değil de karanlıktaydı. Yorganın altı gibi bir şeydi belki. Sıcak, karanlık ve sessiz. Şimdi salon o hisle dolmuştu. Dev bir yorgan üzerime iniyor ve aniden uykum gelmiş gibi kaslarımı uyuşturuyordu. Ayakta dikiliyordum. Yorulup koltuğun kenarına iliştim. Salona dönüp baktım. Eşyaların acımasız pervasızlığına. Bir gece olsun kafamı koyduğumda saçımı okşamayan koltuk kollarına. Nasıl bıraksam öyle duran yastıktaki başımın izine. Çalmadıkça vahşi bir hayvan gibi parmaklarımı ısıran telefona. Dün dışarıdan gelince tekli koltuğun üzerine bıraktığım kol çantama. Sabah dudak kenarımdan dahi öpmemiş olan kahve fincanına. Karanlığın içinde hepsi acımasız siluetleriyle ayaktaydılar. Her an kalkıp gidecek gibi hazır olda.
İyice yoruldum. Üçlü koltuğa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim. Derin derin iç çektim. Neden vazgeçemiyorsun, dedim. Bazen akışına bıraksan daha kolay değil mi? Ne olacaksa olsun desen. Uçuruma düşen yüzlerce insanı aynı anda tutuyormuşsun ve avuç içlerin durmadan terliyormuş gibi bir korkuyla yaşamak yerine mezarlarının başlarında dua ederek huzura varsan? Hep aynı saatlerde gelen o his yine ayak parmaklarımdan göğüs kafesime doğru yükseliyordu. Birazdan içim arabayla tümseklerden geçerken dolan o hisle dolacak ve hemen ardından da dışarıya taşacaktı. Kaynamaya başlayan sudan yükselen buhar gibi. Az önce fırçanın değdiği saç diplerimden fosforlu bir duman çıkacaktı. Telefonun saatine baktım. Gece yarısına geliyordu. Şarjım bitiyordu. Salona arkamı dönüp battaniyeyi kafama kadar çektim.
26 Aralık 2015 Cumartesi
Tam tur
Her şeyin kendi etrafında bir tam tur dönüp aynı yere vardığı zamanlara gelmiştik. Bir yıl demek ki 360 dereceye eşitti. Bir balerin ayak baş parmağının üzerinde dönerken birkaç yıl birden yaşlanıyor. Tanrı bu mucizeleri çift taraflı yaratıyor. Kendi etrafında diğer yöne döndüğünde gevşemiş bir makara gibi kendi üzerine topluyor ipliğini ve gençlik gittiği hızla geri dönüyor. Ben balerin değilim ve bu yaştan sonra ne kadar dönsem ipliğim baleye başlanacak yaşlara yetmiyor.
Her senenin sonu dediğimiz bu zamanlara gelince, bir boy aynasının önünde birkaç saat oturup kendime bakıyorum. Soyunuyorum önce. Yavaş yavaş. Parçalarımda gözle görülür bir eksiklik var mı diye kontrol ediyorum. Saçlarımı tarıyorum uzun uzun. Benlerimi sayıyorum. Kemiklerimi tartıyorum. İyice yaklaşıyorum kendime. Göz bebeklerimin içine bakmaya devam ettikçe yabancı birine dönüşüyor yüzüm. İlk önce acımasızlık gelip incecik şişleriyle deliyor binlerce yerimden. Kan revan içinde bırakıyor çöken yanaklarımı, biraz kilo alan baldırlarımı, kaz ayaklarımı. Ardından şefkat koşup yetişiyor. Bazı açılardan bakınca güzel buluyor yüzümü. Bu sene bulup, ağzımın kenarlarına yerleştirdiğim yeni gülüşlerin başını okşuyor. Daha hüzünlü bakıyorsun sanki zaman geçtikçe diyor, gülünecek şeyler azaldı, diyorum. Gözlerini deviriyor. Ayaklarını sürüyerek gidiyor. Temkinli bir tekinsizlik hissi yerleşiyor içime. En çok ne yaptığına pişmansın bu sene, diyorum. O kadar çoklar ki gözlerim doluyor. Ağlamayan yüzden ağlayan yüze geçerken insanın bütün kaslarının şekli değişiyor. Buna hala şaşırıyorum. Gülen halinin neye benzediğini fotoğraflardan biliyor insan. Oysa ağladığında neye benzediğini kendisi dahil çok az insan biliyor. Bir yaşın içimden çıkıp yüzümden aşağıya akışına bakıyorum. Gözyaşı bezi denen yer iki akciğerin tam arasında aslında. Gözle alakalı çok yanılıyor insanlar. Geçen senenin bu zamanlarını gözümde büyük acıyla geçirdiğimden, gözün işleyişine aşinayım. Gözünü üzmemeli insan, diye geçiriyorum içimden. Neredeyse gözlerime sarılmak geliyor içimden. Bu sene ne istiyorsun benden, diyorum kendime. Bu soruyla beraber yüzüm küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Öyle bir an ki kendimi alıp kendi kucağıma yatırıp saçlarımı okşaya okşaya uyutmak istiyorum. Kendimi sevmeyi ihmal etmişim en çok. Bazılarını çok sevmekten ve bazılarını ısrarla sevmekten vazgeçmeye çalışmaktan içimdeki ışıklı yerlerin renklerini soldurmuşum. Seni diyorum aynaya dümdüz bakıp, çok şımartmak istiyorum bu sene. Ne istersen yapma hakkı veriyorum. Canın ne isterse yeme, içme. Nereye isterse gitme. Böyle dedikçe kendi sesimdeki ani neşeye gülümsüyorum. Neredeyse kendi sesimin vaatkar tatlılığına yeminler ettireceğim.
Ölüyor gibi hissediyorum kendimi. Ölüm yatağında gibi. Çok mutlu bir hayat yaşamış, daha geçen aylarda tüm mahalleye aşure kaynatıp dağıtmış, bayramda yakama broşumu takıp bütün torunlarıma elimi öptürmüşüm. Hiçbir pişmanlığım yok. Öyle bir huzurla ağlıyorum.
Gidip yatıyorum. Sabaha kadar içimdeki oyuktan çan sesleri duyuluyor.
Her senenin sonu dediğimiz bu zamanlara gelince, bir boy aynasının önünde birkaç saat oturup kendime bakıyorum. Soyunuyorum önce. Yavaş yavaş. Parçalarımda gözle görülür bir eksiklik var mı diye kontrol ediyorum. Saçlarımı tarıyorum uzun uzun. Benlerimi sayıyorum. Kemiklerimi tartıyorum. İyice yaklaşıyorum kendime. Göz bebeklerimin içine bakmaya devam ettikçe yabancı birine dönüşüyor yüzüm. İlk önce acımasızlık gelip incecik şişleriyle deliyor binlerce yerimden. Kan revan içinde bırakıyor çöken yanaklarımı, biraz kilo alan baldırlarımı, kaz ayaklarımı. Ardından şefkat koşup yetişiyor. Bazı açılardan bakınca güzel buluyor yüzümü. Bu sene bulup, ağzımın kenarlarına yerleştirdiğim yeni gülüşlerin başını okşuyor. Daha hüzünlü bakıyorsun sanki zaman geçtikçe diyor, gülünecek şeyler azaldı, diyorum. Gözlerini deviriyor. Ayaklarını sürüyerek gidiyor. Temkinli bir tekinsizlik hissi yerleşiyor içime. En çok ne yaptığına pişmansın bu sene, diyorum. O kadar çoklar ki gözlerim doluyor. Ağlamayan yüzden ağlayan yüze geçerken insanın bütün kaslarının şekli değişiyor. Buna hala şaşırıyorum. Gülen halinin neye benzediğini fotoğraflardan biliyor insan. Oysa ağladığında neye benzediğini kendisi dahil çok az insan biliyor. Bir yaşın içimden çıkıp yüzümden aşağıya akışına bakıyorum. Gözyaşı bezi denen yer iki akciğerin tam arasında aslında. Gözle alakalı çok yanılıyor insanlar. Geçen senenin bu zamanlarını gözümde büyük acıyla geçirdiğimden, gözün işleyişine aşinayım. Gözünü üzmemeli insan, diye geçiriyorum içimden. Neredeyse gözlerime sarılmak geliyor içimden. Bu sene ne istiyorsun benden, diyorum kendime. Bu soruyla beraber yüzüm küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Öyle bir an ki kendimi alıp kendi kucağıma yatırıp saçlarımı okşaya okşaya uyutmak istiyorum. Kendimi sevmeyi ihmal etmişim en çok. Bazılarını çok sevmekten ve bazılarını ısrarla sevmekten vazgeçmeye çalışmaktan içimdeki ışıklı yerlerin renklerini soldurmuşum. Seni diyorum aynaya dümdüz bakıp, çok şımartmak istiyorum bu sene. Ne istersen yapma hakkı veriyorum. Canın ne isterse yeme, içme. Nereye isterse gitme. Böyle dedikçe kendi sesimdeki ani neşeye gülümsüyorum. Neredeyse kendi sesimin vaatkar tatlılığına yeminler ettireceğim.
Ölüyor gibi hissediyorum kendimi. Ölüm yatağında gibi. Çok mutlu bir hayat yaşamış, daha geçen aylarda tüm mahalleye aşure kaynatıp dağıtmış, bayramda yakama broşumu takıp bütün torunlarıma elimi öptürmüşüm. Hiçbir pişmanlığım yok. Öyle bir huzurla ağlıyorum.
Gidip yatıyorum. Sabaha kadar içimdeki oyuktan çan sesleri duyuluyor.
9 Aralık 2015 Çarşamba
Tahta perde
Bu tahta perdeleri nereden bulmuşlar, diye soruyorum kafamı çevirmeden. İlhan İrem bırakmış zamanında, diyor o da bana bakmadan. İkimiz de tahta perdelerin aralarındaki boşluklardan görebildiğimiz kadarını görebilmenin peşindeyiz. İlhan İrem ne alaka, diyorum içimden. Dayanamıyorum, İlhan İrem ne alaka, diyorum. Yok mu şarkısı, kolların tahta perde diye, diyor. Ceplerinde çakmak arıyor bu sırada sabırla. Arka cebinde buluyor. Düşünüyorum. Var mı, diyorum. Var diyor. O önde ben arkada kapının önüne çıkıyoruz. Basbayağı soğuk. Ayak parmaklarım kabuklarına çekilmiş gibi ayakkabının içinde büzülüyor. Telefonunda arıyor şarkıyı. Bu arada sigarayı içine tüm vücudunu sigarayla doldurmak ister gibi çekiyor. İçerisi dumanla dolduğunda havasız kalan sorular kendiliğinden ölecek.
Şarkıyı bulana kadar sigaranın yarısını bitirmiş oluyor. Buldum, diyor. Telefonu bana veriyor. Şarkı başlıyor. Kuş sesleri geliyor önce. Etrafımız kalabalık. Herkes kafasını çevirip bakıyor bir anlığına. O cebinden sigara paketini çıkarıp hala yanan sigarasıyla taptaze bir sigaranın dudaklarını ateşe veriyor. Küçük bir inleme duyuluyor. Müzik sesinde kayboluyor. Şarkı devam ediyor. Saçların sarmaşıklar, kolların tahta perde diyor adam ısrarla. Terk edilenlere özgü bir keder var sesinde. Kolların tahta perde ne demek diye düşünüyorum. Sarılmanın imkansızlığından mı bahsediyor yoksa perdeleri kaldırınca ortaya çıkacak bir şeyden mi? Şarkı bitiyor. O hep uzaklara bakıyor. Ben orada yokmuşum gibi bile değil umursamazlığı. Kendisi orada yokmuş gibi. O an sigaraya başlamak istiyorum. Sarmaşık saçlar sürekli aklıma dolanıyor. Midem bulanıyor. Sarmaşık saçlar ormanlardaki özgür hayatlarından vazgeçip banyo giderine dolanmış saçlara dönüşüyorlar. Ben gidiyorum, diyorum. Saçmalama haydi içeriye giriyoruz, diyor. İzmariti ayakkabısının ucuyla eziyor. Neden böyle zamanlarda söz dinlemelere teslim oluyorum bilinmez, peşinden içeri gidiyorum. Titriyorum. Perdeleri açmayacaklar mı, diyorum. Açamazlar, diyor, böyle aralarından bakacağız. Aralarından bakıyoruz. Dünya enine çizgili bir yer. Bir dolu bir boş. Sarılır mısın bana, diyorum içimden. Duyup sarılıyor. Sıkı sıkı sarılmıyor ama hala sesimi duyuyor. Kolların diyorum, tahta perde. Sabah olunca bile açmayalım.
Gerisini hatırlamıyorum.
2 Aralık 2015 Çarşamba
Akşamüzeri
Sonsuz bir akşamüzeri şimdi hasret, gitmez, çakıldı kaldı semaya, dedi bir şarkı önünden geçerken. Birden. Şarkının önünden değil, o an, sokağa aniden park etmeye karar veren efkarlı arabanın önünden geçiyordum. Apartmanın kapısına doğru hiç acele etmeden yürüdüğüm bir gece yarısıydı. Adımlarım kendiliğinden gidiyordu. Tanımadığım istikametlere yol almaya karar verseler itiraz edecek mecalim yoktu. Gün kararırken tüm itiraz haklarımı silip süpürmüştü. Kış geliyordu. Akşamüzeri denen zamanlar bir solukta geçiyordu. Gece aklımın üzerine devasa bir bulut gibi çörekleniyordu. Oysa şarkı, sonsuz bir akşamüzerinden bahsediyordu. Başka bir şey deseydi böyle olmazdı. Sırtımı böyle bir ürperti kaplamazdı. Böyle bir anason kokusu gelip enseme yerleşmezdi. Belki de saatlerdir yürümekten bitap düşmüş bacaklarımın yorgunluğunu fırsat bilir, yatar uyurdum. Küstürdüğüm uykuların gönlünü almak için bir bardak ballı süt, olmadı bir fincan ılık papatya çayı yeterdi. Biraz bulmaca çözerdim, yine olmazsa okuyup bitirdiğim aylık dergileri baştan okurdum. Sırtüstü yatıp karanlığa bakardım. Bütün uzuvlarım bir bataklık beni içine çekiyormuş gibi yatağın içine gömülürdü. Talihi nerede küstürdüm diye hatırlamaya çalışır, o kadar eskiye giderdim ki yolumu kaybederdim. Bu yüzden dolambaçlı yollarda oyalanır, sabahları olduğumdan biraz daha yaşlanmış uyanırdım. Hiçbir şey gözlerimi kapatmaya yetmezse, derin ve düzenli nefesler almaya başlardım. Aklımda şekerin üzerinde aklını kaybetmiş bir karasinek gibi dönen cümlelerini başka cümlelerinle kovalar, bir sarılış için o an henüz yaşanmamış birkaç yılımı verebileceğimi hissederdim. Dünyadaki varlığımın en büyük yalnızlık olduğunu düşündükçe yorganın içine doğru çekilirdim. Küçülürdü vücudum. Hücrelerim suyu çekilmiş meyvelere dönerdi, kururdum. Kaz ayaklarım derinleşirdi o saatlerde. Yastıkta alnımdaki çizgilerin izini bulurdum sabahları. Kimse görmezdi. Kimse kimsenin yastığındaki çizgileri göremezdi kolayca ve ben bunu kendime dert ederdim. Çünkü yoktun. Olmadığın yerlerde tutunacak şeyler azalıyordu.
Sonsuz akşamüzerinin takılı kaldığı sema benim üzerimde değildi.
Gece öldü.
Sabahın tazesi sel gibi doldu odaya.
Duramadım. Kendime en güzel akşamüzerini bulmak üzere çıktım evden.
9:15 vapuruna geç kalmayan insanlar olarak salonda yerlerimizi aldık. Alışkanlıkla, yetişmeyeceğim yerlerin telaşı içindeydim. Vapurun saati geldi, düdüğü ötmedi. Oysa ben vapur düdüğü duymayı ne çok severim. Yerleri önceden belli seyirciler gibi herkes yerini buldu. Bazıları dışarıda oturup gizlice sigara içtiler. Ben içmedim. Bazıları cam içlerindeki girintilere ince belli çay bardaklarını koydular. Ben koymadım. Bazıları boğaza kayıtsızca şöyle bir bakıp ellerindeki kitaplara gömüldüler. Ben de kitabımı açtım ama okuyamadım. Dizlerimin üzerine koyduğum kitabı kalkarken düşürdüm hatta unutup. Ben uyuyakalıp yanındaki yabancının omuzuna kafası düşen biri gibi seni düşündüm. Düşündüğümü fark ettikçe düşünmemek için Galata kulesine baktım. Yine içim geçti, sana düştüm. Kız kulesi aslında güzel değil, diye düşündüm. İçimden geçtin. Haydarpaşa garından kalkan bir trene binip gitsem, dedim. Yüzünü gördüm. Modaya kadar yürüsem, çok mu uzak, dedim. Uykuya hızla ve sayısız kereler yenilen 3-5 nöbetindeki bir acemi asker gibi defalarca düştü kafam. Defalarca seni andım içimden. Basbayağı bir savaştı. Vapur Kadıköy'e yaklaşırken manevra yapınca güneş tam üzerime düştü. Körpecik bir parça kış güneşi. Gözünü almaya çekinir, sırtını ısıtmaya cüssesi yetmez. O an güneşte vapurun camları parladı. Bütün kirleri ortaya çıktı. Çöllerde yolculuk yapmış olmalı bu vapur bir önceki hayatında, dedim içimden. Yol yol toz toprak üzerinden akıp gidememiş, kalmış. Gördüğüm manzaralar bir anda siyah beyaz, uçları sararmış fotoğraflara döndü. Zaman eskidi. Vapurların camlarını kim siliyor, diye düşündüm. Bunu gerçekten de uzun uzun düşündüm. Vapur cam silicileri genel bir greve gitse ve aylarca kimse silmese ve o sırada muson yağmurlarından kaçıp kurtulan bir bulut Boğazın üzerine denk düşse. Yağmur değil kum yağsa üzerimize. Yolcuların hiçbiri martıları göremese. Yaklaşınca hemen kapının önüne sıralanan aceleci topluluk da huzur bulur muydu yoksa güvertede soğuktan büzüterek kıyıya mesafemizi ölçüp yine hazırlanır mıydı? Bunların hepsi bir boğaz geçişimizde oldu. Bazıları daha yanaşmadan kapının önünde toplandı. Bir kız ki sesi çığlık çığlığa şarkılar söylemeye, sevişmeye ve ağıt yakıp kederlenmeye çok müsaitti, birden bir türkü tutturdu. Dönüp sese bakarken düştü işte kitabım. İçinden bir parça kağıt süzüldü. Sana yazdığım ama göndermediğim bir mektuptu. Yanımda kimse oturmadığından görecek kimse de yoktu. Elimde ağır bir şey gibi tuttum, evirip çevirdim ve katlayıp yine kitabın arasına koydum. Kız sustu. Sıraya dizilip karaya bastık. Dönüp bizi karşıya kadar taşıyan suya baktık. Ya da bazıları baktı. Ya da yalnızca ben baktım. Yağmur çiselemeye başladı. Vapur camlarında akıp giden tozlardan yeni yollar oluştu. Kapatılmış bir kahve fincanı gibi. Açıp falıma baktım. Bana üç yol göründü. Hepsi kısa yollardı. Hepsi kapalıydı. Hiçbiri ferah bir yere çıkmıyordu.
Akşama daha çok vardı.
Sonsuz akşamüzerinin takılı kaldığı sema benim üzerimde değildi.
Gece öldü.
Sabahın tazesi sel gibi doldu odaya.
Duramadım. Kendime en güzel akşamüzerini bulmak üzere çıktım evden.
9:15 vapuruna geç kalmayan insanlar olarak salonda yerlerimizi aldık. Alışkanlıkla, yetişmeyeceğim yerlerin telaşı içindeydim. Vapurun saati geldi, düdüğü ötmedi. Oysa ben vapur düdüğü duymayı ne çok severim. Yerleri önceden belli seyirciler gibi herkes yerini buldu. Bazıları dışarıda oturup gizlice sigara içtiler. Ben içmedim. Bazıları cam içlerindeki girintilere ince belli çay bardaklarını koydular. Ben koymadım. Bazıları boğaza kayıtsızca şöyle bir bakıp ellerindeki kitaplara gömüldüler. Ben de kitabımı açtım ama okuyamadım. Dizlerimin üzerine koyduğum kitabı kalkarken düşürdüm hatta unutup. Ben uyuyakalıp yanındaki yabancının omuzuna kafası düşen biri gibi seni düşündüm. Düşündüğümü fark ettikçe düşünmemek için Galata kulesine baktım. Yine içim geçti, sana düştüm. Kız kulesi aslında güzel değil, diye düşündüm. İçimden geçtin. Haydarpaşa garından kalkan bir trene binip gitsem, dedim. Yüzünü gördüm. Modaya kadar yürüsem, çok mu uzak, dedim. Uykuya hızla ve sayısız kereler yenilen 3-5 nöbetindeki bir acemi asker gibi defalarca düştü kafam. Defalarca seni andım içimden. Basbayağı bir savaştı. Vapur Kadıköy'e yaklaşırken manevra yapınca güneş tam üzerime düştü. Körpecik bir parça kış güneşi. Gözünü almaya çekinir, sırtını ısıtmaya cüssesi yetmez. O an güneşte vapurun camları parladı. Bütün kirleri ortaya çıktı. Çöllerde yolculuk yapmış olmalı bu vapur bir önceki hayatında, dedim içimden. Yol yol toz toprak üzerinden akıp gidememiş, kalmış. Gördüğüm manzaralar bir anda siyah beyaz, uçları sararmış fotoğraflara döndü. Zaman eskidi. Vapurların camlarını kim siliyor, diye düşündüm. Bunu gerçekten de uzun uzun düşündüm. Vapur cam silicileri genel bir greve gitse ve aylarca kimse silmese ve o sırada muson yağmurlarından kaçıp kurtulan bir bulut Boğazın üzerine denk düşse. Yağmur değil kum yağsa üzerimize. Yolcuların hiçbiri martıları göremese. Yaklaşınca hemen kapının önüne sıralanan aceleci topluluk da huzur bulur muydu yoksa güvertede soğuktan büzüterek kıyıya mesafemizi ölçüp yine hazırlanır mıydı? Bunların hepsi bir boğaz geçişimizde oldu. Bazıları daha yanaşmadan kapının önünde toplandı. Bir kız ki sesi çığlık çığlığa şarkılar söylemeye, sevişmeye ve ağıt yakıp kederlenmeye çok müsaitti, birden bir türkü tutturdu. Dönüp sese bakarken düştü işte kitabım. İçinden bir parça kağıt süzüldü. Sana yazdığım ama göndermediğim bir mektuptu. Yanımda kimse oturmadığından görecek kimse de yoktu. Elimde ağır bir şey gibi tuttum, evirip çevirdim ve katlayıp yine kitabın arasına koydum. Kız sustu. Sıraya dizilip karaya bastık. Dönüp bizi karşıya kadar taşıyan suya baktık. Ya da bazıları baktı. Ya da yalnızca ben baktım. Yağmur çiselemeye başladı. Vapur camlarında akıp giden tozlardan yeni yollar oluştu. Kapatılmış bir kahve fincanı gibi. Açıp falıma baktım. Bana üç yol göründü. Hepsi kısa yollardı. Hepsi kapalıydı. Hiçbiri ferah bir yere çıkmıyordu.
Akşama daha çok vardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)