Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. O anlarda biliyorum ki, sen bir yerlerde aklından beni geçiriyorsun. Serin havalarda ürperince omzuna aldığın bir şal gibi, adımı alıp kendine sarıyorsun. Sen kokuyorum. Korkuyorum.
Seni ansızın bir gün bir yerlerde görmekten, her köşeyi dönerken seninle karşılaşıvermekten korkuyorum. Kahvesini senin kadar sütlü içen birini görünce midem yanmaya başlıyor. Kalabalıkta saçları senin kadar gece karanlığı birini görünce, ellerim titriyor. Saatin tiktakları ritmini şaşıyor sinema salonlarına tüy hafifliğinde adımlarla birileri girdiğinde. Karanlıkta gözlerim tüm yüzleri sana benzetiyor. Kalbimin gürültüsünü herkes duyuyor sanıyorum. Sımsıkı tutunuyorum koltuğun kollarına. Fısıltılarda seni arıyorum. Yere dökülen mısır tanelerinde. Perdede uçuşan toz zerrelerinde. Orada olmadığına üzülüyor muyum, seviniyor muyum, emin olamıyorum.
Aklım bana oyunlar oynuyor mevzu sen olunca. An geliyor, seni ortak anılarımızdan çıkarıp atıyor. Sanki o deniz kıyısında ben tek başıma oturmuşum sabaha dek şarap şişesiyle. Dolunay sanki bir tek benim üzerime vurmuş. Sanki geceye sarılmışım sabaha karşı üşüyünce. Yakamozların varlığından bile şüphe ediyorum. Bazen kalabalık aile fotoğraflarında buluyor seni. Büyük halamın düğününde, tenha bir köşeye oturmuş uzaklara bakıyorsun. O her zamanki kırılgan gülümseme var dudaklarında. Hem oradasın hem değilsin her zamanki gibi. Varlığın sabah sisi gibi, dağılmaya müsait. Bazı günler uzaklardan gönderilmiş kartpostallarda görüyor silüetini. Bilmediğim şehirlerin dar sokaklarında yürüyorsun.
Olamadığım insanlara aşık oluyorsun. Kim değilsem ona sarılıyorsun. Gidemediğim coğrafyalara taşınmaya karar veriyorsun. Üşüdüğüm ne kadar iklim varsa iyi geliyor sana. Uyuyamadığım geceler düşlerde geziniyorsun. Gökyüzüne bakıp el salladığım uçakların içinde hep sen oluyorsun. Öyle bir mesafe var ki aramızda; çok yakınımdan geçiyorsun ama bana değmiyorsun.
Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. Adındaki her harfin kıvrımı boğazıma takılıyor. Kahve fincanına uzanıyorum. Fincanda unutulup soğuyan kahvenin tadı ne kadar acı. Durumu ne kadar acıklı. Sade kahvelerde upuzun lacivert geceler saklı. Gecelere tenin kazılı. Korkuyorum.
28 Mayıs 2012 Pazartesi
11 Nisan 2012 Çarşamba
Çember
Gitmek istiyorum. Sürekli. Her an. Nerede olduğumun önemi yok. Başka bir yere. Hayat sanki mekandan mekana kovaladığım bir anmış gibi. Yolda yürürken biraz yavaşlasam, geç kaldığım bir yer var sanıyorum. Aniden başımı öne eğdiğim için göremediğim kimseler. Olmadığım yerlerde benim sandalyeme oturan yabancıları kıskanıyorum. Yatmadığım çarşafların sıcaklığını. Bıraktığım ellerin kokusunu. Bir an bakıp kafamı çevirdiğim manzaraları özlüyorum.
Sonuna yetiştiğim bir yemeğe davetliyim sürekli. Zaman benimle beraber hızlanıp yavaşlıyor. Ne kadar acele etsem, olmuyor. Boş tabaklara bakakalıyorum. Midemin olduğu yerde lacivert bir gökyüzü var. Geceleri vücudumun ortasında kocaman bir boşlukla rüyalarda dolaşıyorum. Ellerimi boşlukta yaktığım ateşte ısıtıyorum. İçimde geç kalarak öldürdüğüm binlerce ihtimalin yüzü var. Gitmeyerek küstürdüğüm güzel zamanların çağrıları. Biliyorum olmadığım yerlerde birilerinin beni aradığını.
Belki mutluluk, geçtiğim bir kaldırımın taşındaydı. Bastım üzerine belki. Belki iyileşmez yerlerinden kırdım. Belki mutluluk ve ben, geniş bir çemberin üzerinde aynı yöne koşuyor ama bir türlü yetişemiyorduk birbirimize. Ya da öyle hızlı çarpışıyorduk ki, birbirimizin içinden geçiyorduk fark etmeden. Anlık gülümsemeler takılıyor ağzıma bazen. Çürüyen bir ciklet gibi kötüleşiyor tatları zamanla, çıkarıp atıyorum. Yoruluyorum zaman zaman. Gökyüzünde bir uçağın bıraktığı iz gibi duruyorum. Sonra bir tende bırakılmış bıçak izi oluyorum. Tatlı tatlı kaşınırken, birden tırnağım takılıyor. Kanıyorum. O zamanlarda çember çözülüyor, sonsuzluğa uzanan dümdüz bir çizgi oluyor. Mutluluk geçip gidiyor yanımdan hızla. Ona asla yetişemeyeceğimi anlıyorum.
Sonuna yetiştiğim bir yemeğe davetliyim sürekli. Zaman benimle beraber hızlanıp yavaşlıyor. Ne kadar acele etsem, olmuyor. Boş tabaklara bakakalıyorum. Midemin olduğu yerde lacivert bir gökyüzü var. Geceleri vücudumun ortasında kocaman bir boşlukla rüyalarda dolaşıyorum. Ellerimi boşlukta yaktığım ateşte ısıtıyorum. İçimde geç kalarak öldürdüğüm binlerce ihtimalin yüzü var. Gitmeyerek küstürdüğüm güzel zamanların çağrıları. Biliyorum olmadığım yerlerde birilerinin beni aradığını.
Belki mutluluk, geçtiğim bir kaldırımın taşındaydı. Bastım üzerine belki. Belki iyileşmez yerlerinden kırdım. Belki mutluluk ve ben, geniş bir çemberin üzerinde aynı yöne koşuyor ama bir türlü yetişemiyorduk birbirimize. Ya da öyle hızlı çarpışıyorduk ki, birbirimizin içinden geçiyorduk fark etmeden. Anlık gülümsemeler takılıyor ağzıma bazen. Çürüyen bir ciklet gibi kötüleşiyor tatları zamanla, çıkarıp atıyorum. Yoruluyorum zaman zaman. Gökyüzünde bir uçağın bıraktığı iz gibi duruyorum. Sonra bir tende bırakılmış bıçak izi oluyorum. Tatlı tatlı kaşınırken, birden tırnağım takılıyor. Kanıyorum. O zamanlarda çember çözülüyor, sonsuzluğa uzanan dümdüz bir çizgi oluyor. Mutluluk geçip gidiyor yanımdan hızla. Ona asla yetişemeyeceğimi anlıyorum.
14 Mart 2012 Çarşamba
Kiraz bahçesi
Bazı renkleri kör birine tarif etmek, bazı renklerden daha zor. Uzun yaz öğleden sonralarını düşünün. Sokakların boşaldığı, çocukların öğle uykusunda olduğu ve kedilerin bile sandalye altlarında gölge bir yer aradığı sapsarı günleri. Yastıkları çevirerek yüzümüzü dayayacak serin bir yer arayacak kadar sıcak bir anı. Sabah rengi sarı olan her şeyin öğlene doğru kızardığı zamanları. İşte öyle bir renk, o gün bizi çepeçevre sarmıştı. Odadaki her şey önce kumsaldaki kumlarla, sonra saksıdaki turuncu çiçeklerle aynı renk olmuştu. Uyuduğum anlar dışında. Gözlerimi kapattığım an her yer çarşaflar kadar sakız beyazıydı. Rüyalar beyazdı ve pamuk kadar hafif. Odanın açık pencerelerinden birine dayamıştın ayaklarını. Onlar da bembeyazdı. Dışarıya bakıyordun. O güne dahil olamayacak kadar renkli bir gecelik vardı üzerinde. Yarısı çözülmüş bulmacalarla dolu sehpanın üzerinden bir gazeteyi alıp dörde katladın. Sallamaya başladın. Saçların her yere saçıldı. Uyanık olduğumu nasıl anladın, bilmiyorum. Dönüp bana, kiraz bahçelerine gidelim mi, dedin.
Kiraz bahçesi, insanın bir kez giderse, ömür boyu cüzdanında taşıdığı bir vesikalık gibi aklında taşıyacağı bir yerdir. Cennet dergisinden kesilmiş bir tanıtım fotoğrafı gibidir. Yürürken insanın ayakları yere değmez. Ellerini uzatıp bir tane yaprağa dokunsa, her şey aniden kaybolacakmış gibi korkar. Kiraz çiçeklerini koklayınca, kendini yukarıdan bir yerlerden izliyormuş hissine kapılır. Hayat, yalın ve huzurlu bir ana sabitlenir. İçindeki gürültülü kalabalık birden susar. Birisi ayakkabılarını çıkarıp toprağa basar. Eteğine kirazlar doldurur. Bir gölgede üstü başı kıpkırmızı olana kadar, midesini bozana kadar yer. Sen benim içimden çıkan o biriydin. Benim nedensizce yapamadığım her şeyi yapandın. Sende gerçekti hayat ve ben senin en sadık izleyicindim.
Kağıtların arasına karışmış bir yaz fotoğrafında canlanan bu anı aklıma saplanıp kaldığında, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Makası uzatır mısın canım, dedin. Üzerinde o günki rengarenk geceliği görecekmişim gibi dönüp baktım. Saçlarını ensende kalemle toplamıştın. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Gözünün önüne düşüp duran bir tutam saçı bir türlü kulağının arkasına sıkıştıramıyordun. Makası uzatmayınca dönüp bana baktın. O sırada önümdeki kağıtlara takıldı gözün. Fotoğrafı gördün. Sustun. Hiçbir şey demedin. Renginin solduğunu gördüm. Sen de oradaydın artık, biliyordum. İkimiz yine o sapsarı günde, pencereden dışarıya bakıyorduk. Makası unuttun. Aynaya yaklaştın. Saçlarını düzeltir gibi yaparken dosdoğru kendi gözlerinin içine bakıyordun. Hazır mısın, dedim. Önce anlayamadın ne dediğimi. Sandalyeden kalkarken, şimdi giyinirim, dedin. O an bavul bile hazırlamadan sıcak iklimlerde kendimize kiraz bahçeleri bulmaya gidebilirdik. Gitmedik. Arkadaşlarımızla buluştuk. İçki içtik. Yalandan kahkahalar attık. Sabaha karşı eve dönerken kulağıma, o fotoğraftan bana da çoğaltır mısın, dedin. Sen de izleyiciydin artık. Tılsımını yitirmiştin. Başımı salladım. Taksici durmadan politika konuşuyordu. Ben de ona bir şey anlatmak istedim. Dalından koparıp kiraz yememiş birine kiraz çiçeklerinin nasıl koktuğunu anlatmak; kör birine yaz sarısını anlatmaktan bile daha zordu. Sustum.
Şehrin ışıkları kirazlara dönüştü.
Kiraz bahçesi, insanın bir kez giderse, ömür boyu cüzdanında taşıdığı bir vesikalık gibi aklında taşıyacağı bir yerdir. Cennet dergisinden kesilmiş bir tanıtım fotoğrafı gibidir. Yürürken insanın ayakları yere değmez. Ellerini uzatıp bir tane yaprağa dokunsa, her şey aniden kaybolacakmış gibi korkar. Kiraz çiçeklerini koklayınca, kendini yukarıdan bir yerlerden izliyormuş hissine kapılır. Hayat, yalın ve huzurlu bir ana sabitlenir. İçindeki gürültülü kalabalık birden susar. Birisi ayakkabılarını çıkarıp toprağa basar. Eteğine kirazlar doldurur. Bir gölgede üstü başı kıpkırmızı olana kadar, midesini bozana kadar yer. Sen benim içimden çıkan o biriydin. Benim nedensizce yapamadığım her şeyi yapandın. Sende gerçekti hayat ve ben senin en sadık izleyicindim.
Kağıtların arasına karışmış bir yaz fotoğrafında canlanan bu anı aklıma saplanıp kaldığında, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Makası uzatır mısın canım, dedin. Üzerinde o günki rengarenk geceliği görecekmişim gibi dönüp baktım. Saçlarını ensende kalemle toplamıştın. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Gözünün önüne düşüp duran bir tutam saçı bir türlü kulağının arkasına sıkıştıramıyordun. Makası uzatmayınca dönüp bana baktın. O sırada önümdeki kağıtlara takıldı gözün. Fotoğrafı gördün. Sustun. Hiçbir şey demedin. Renginin solduğunu gördüm. Sen de oradaydın artık, biliyordum. İkimiz yine o sapsarı günde, pencereden dışarıya bakıyorduk. Makası unuttun. Aynaya yaklaştın. Saçlarını düzeltir gibi yaparken dosdoğru kendi gözlerinin içine bakıyordun. Hazır mısın, dedim. Önce anlayamadın ne dediğimi. Sandalyeden kalkarken, şimdi giyinirim, dedin. O an bavul bile hazırlamadan sıcak iklimlerde kendimize kiraz bahçeleri bulmaya gidebilirdik. Gitmedik. Arkadaşlarımızla buluştuk. İçki içtik. Yalandan kahkahalar attık. Sabaha karşı eve dönerken kulağıma, o fotoğraftan bana da çoğaltır mısın, dedin. Sen de izleyiciydin artık. Tılsımını yitirmiştin. Başımı salladım. Taksici durmadan politika konuşuyordu. Ben de ona bir şey anlatmak istedim. Dalından koparıp kiraz yememiş birine kiraz çiçeklerinin nasıl koktuğunu anlatmak; kör birine yaz sarısını anlatmaktan bile daha zordu. Sustum.
Şehrin ışıkları kirazlara dönüştü.
21 Şubat 2012 Salı
Kumsal
Haftalar sonra aniden ortaya çıkan güneşte kanatlarını ısıtan martılarla aynı şehirde yaşıyordu. Martılar denizin üzerinde bembeyaz bir bulut gibiydiler. Çığlık çığlığa. Adam, pürüzsüz tenine saplanmış bir ok gibiydi sahilin. Kumlara bata çıka yürüyordu. Dünyayı biraz yana eğip baksak, oktan süzülen bir damla kan gibi aktığını görürdük ayak izlerinin. Sessizdi. Yüzünde, içinde kaybolduğu düşlerin tortusu birikmişti. Şakaklarında ve sakallarında en çok. Sakallarının en gür olduğu yerde çocukluktan kalma bir yara izi vardı. Yürürken eli sürekli oraya gidiyordu. Okşar gibi saf kalmış yanlarını, yara izinin çevresine dokunup duruyordu.
Güneş en tepeye gelince, ellerini ceplerinden çıkardı. Hem artık üşümediği için hem de düşüp dizlerini paramparça etmemek için. Bu korku aniden gelip yerleşmişti içine. Gözünün önünde kendi düşen gölgesi vardı. Kumlara batan dizleri ve dizlerine batan deniz kabukları, gözünün önünden gitmiyordu. Her korku gibi bu da ansızın gelmiş ve bulduğu kuytu bir köşesine bedenin, sımsıkı sarılmıştı. İskelenin ayaklarına tutunmuş midyeler gibi içindeki kötü şeylerle besleniyorlardı. Biliyordu ki içten içe onu zehirliyorlardı.
Dönüp denize baktı. Saatlerce burada, böylece durabileceğini düşündü. Yine ayaklarının ağırlaşmaya başladığını hissediyordu. Bazen olurdu. Bazen, işi, mesela bir çınar ağacının altında durup gün boyunca düşen yaprak sayısını not almak olsa, sonsuza kadar yapabilirmiş gibi hissederdi. Ya da yolun kenarında oturup geçen sarı saçlı kızları saymak, mor berelileri ya da şemsiyesini o gün evde unutanları. Yapabilirdi. Bu sonsuza dek yapma hissi ona iyi gelirdi. İnsanlar büyür, yaşlanır ve ölürken, o hayatın kıyısına kök saldığı yerden bakmaya devam edebilirdi. Şimdi de deniz aniden buharlaşıp altın rengi bulutlara karışsa, o hiç istifini bozmaz, gülümseyerek izlerdi.
İzlemedi. Etrafındaki ılık çember ansızın bozuldu. Bir şey geldi aklına. Yüzüne baksanız, siz de yıllardır unuttuğu bir şeyi birden hatırlamış o ifadeyi görürdünüz. Elinin sakalına uzanışından anlardınız. Ceplerini yokladı. Arka cebinde sararmış bir mektup buldu. Açtı. Yarısına kadar okudu. Katlayıp gömlek cebine koydu. Karlı iklimlerde ısıtan cep sobası gibi tüm ceplerinde gezdiriyordu mektubu. Koyduğu yerden yanıyordu. Zaman günlerle ölçülürse, neşeydi, anılardı. Yıllar, mektupları sarartmaktan başka bir işe yaramazdı. Adam diz çöktü kumsalda. Nedenini hatırlayamadan, ağladı.
Güneş en tepeye gelince, ellerini ceplerinden çıkardı. Hem artık üşümediği için hem de düşüp dizlerini paramparça etmemek için. Bu korku aniden gelip yerleşmişti içine. Gözünün önünde kendi düşen gölgesi vardı. Kumlara batan dizleri ve dizlerine batan deniz kabukları, gözünün önünden gitmiyordu. Her korku gibi bu da ansızın gelmiş ve bulduğu kuytu bir köşesine bedenin, sımsıkı sarılmıştı. İskelenin ayaklarına tutunmuş midyeler gibi içindeki kötü şeylerle besleniyorlardı. Biliyordu ki içten içe onu zehirliyorlardı.
Dönüp denize baktı. Saatlerce burada, böylece durabileceğini düşündü. Yine ayaklarının ağırlaşmaya başladığını hissediyordu. Bazen olurdu. Bazen, işi, mesela bir çınar ağacının altında durup gün boyunca düşen yaprak sayısını not almak olsa, sonsuza kadar yapabilirmiş gibi hissederdi. Ya da yolun kenarında oturup geçen sarı saçlı kızları saymak, mor berelileri ya da şemsiyesini o gün evde unutanları. Yapabilirdi. Bu sonsuza dek yapma hissi ona iyi gelirdi. İnsanlar büyür, yaşlanır ve ölürken, o hayatın kıyısına kök saldığı yerden bakmaya devam edebilirdi. Şimdi de deniz aniden buharlaşıp altın rengi bulutlara karışsa, o hiç istifini bozmaz, gülümseyerek izlerdi.
İzlemedi. Etrafındaki ılık çember ansızın bozuldu. Bir şey geldi aklına. Yüzüne baksanız, siz de yıllardır unuttuğu bir şeyi birden hatırlamış o ifadeyi görürdünüz. Elinin sakalına uzanışından anlardınız. Ceplerini yokladı. Arka cebinde sararmış bir mektup buldu. Açtı. Yarısına kadar okudu. Katlayıp gömlek cebine koydu. Karlı iklimlerde ısıtan cep sobası gibi tüm ceplerinde gezdiriyordu mektubu. Koyduğu yerden yanıyordu. Zaman günlerle ölçülürse, neşeydi, anılardı. Yıllar, mektupları sarartmaktan başka bir işe yaramazdı. Adam diz çöktü kumsalda. Nedenini hatırlayamadan, ağladı.
24 Ocak 2012 Salı
Standart
Bu yaşa geldim hala nelere üzülüyorum. Ben zannetmiştim ki zaman geçtikçe ve dünyam büyüdükçe daha az şeye takılır, daha az insana kırılırım. Olmadı. Kendi planım bende işe yaramadı. Tersine her şeyin ucuna kırık tırnak gibi takılan yanlarım çoğaldıkça çoğaldı. Hiç görmediğim yerlerde hiç tanımadığım insanlara üzülmekten içim tükenir oldu. Bitmek bilmez bir endişe hali sardı her yanımı. Bazı geceler kendimi titreyerek uyanırken buldum. Kutuplardaki buzullar kadar parlak ve soğuktu yeryüzü ve ben her nereye gittiysem uyurken, oralar bana zindan oldu. Uykulardan uzaklaştıkça, gecenin sabaha doğru saatleri uzadı. Neredeyse bir gece 24 saat oldu. Gündüzler unutulmuş bir rüyadaki tanıdık bir yüz.
Çoğu güne iyi şeyler düşünerek başlıyorum aslında. O günün hayatımı değiştirecek o gün olabileceğini umut ediyorum evden çıkarken. Hani aniden zengin olacağım, birden bire hayatımın aşkıyla karşılaşacağım ya da durup dururken inanılmaz başarı fırsatlarını yakalayacağım o gün. Tüm bunların ben ağır aksak adımlarla sokakta yürürken başıma gelivereceğini düşünüyorum. Daha akıl almaz olanı, her gün düşünüyorum bunu ve bir gün bile bu düşünce beni terk etmiyor. Bir saate kadar. Nasıl doğadaki her şeyin bir yaşam döngüsü varsa; bu iyimser ruh hali de zamanla büyüyor, yaşlanıyor ve günün ilk kahvesinin bittiği anlarda ölüyor. Biliyorum, ertesi sabah sapasağlam karşımda olacak.
Bazı anlar durup neden bu mutsuzluk, diye düşünüyorum. Uzun uzun düşününce elle tutulur bir şey gelmiyor aklıma. Belki büyük bir mutsuzluk olmadığı için hayatımda, sakin sularda seyreden bir gemi gibi devam ediyor hayat. Bir sebebi olunca mutsuz olmak zaten kolay da, sebepsiz mutsuzluktan kurtulup bir an olsun derin bir nefes almak neden bu kadar zor? Mentollü sakız gibi içime esecek bir an arıyorum gün boyu. Bir şarkı, bir söz yada uzaklardan gelen bir kahkaha sesi. Bulamıyorum. Hani hayat nasıl, diye soranlara, standart, deme modası vardı ya bir ara. İşte, tam o ruh hali. Batmıyoruz, çıkmıyoruz, durumlar standart.
Lafı uzatmak istemediğimiz zamanlar birisi,nasılsın, dediğinde, söylenen iyi var ya. O bugünmüş. Henüz adı konmamış bir bebek gibi boşlukta sallanıyormuş. Adı yokmuş, tadı yokmuş. Uçan balon gibi bir zamanmış.
Bileğime bağlasam her yer yağmurlu gökyüzü.
Çoğu güne iyi şeyler düşünerek başlıyorum aslında. O günün hayatımı değiştirecek o gün olabileceğini umut ediyorum evden çıkarken. Hani aniden zengin olacağım, birden bire hayatımın aşkıyla karşılaşacağım ya da durup dururken inanılmaz başarı fırsatlarını yakalayacağım o gün. Tüm bunların ben ağır aksak adımlarla sokakta yürürken başıma gelivereceğini düşünüyorum. Daha akıl almaz olanı, her gün düşünüyorum bunu ve bir gün bile bu düşünce beni terk etmiyor. Bir saate kadar. Nasıl doğadaki her şeyin bir yaşam döngüsü varsa; bu iyimser ruh hali de zamanla büyüyor, yaşlanıyor ve günün ilk kahvesinin bittiği anlarda ölüyor. Biliyorum, ertesi sabah sapasağlam karşımda olacak.
Bazı anlar durup neden bu mutsuzluk, diye düşünüyorum. Uzun uzun düşününce elle tutulur bir şey gelmiyor aklıma. Belki büyük bir mutsuzluk olmadığı için hayatımda, sakin sularda seyreden bir gemi gibi devam ediyor hayat. Bir sebebi olunca mutsuz olmak zaten kolay da, sebepsiz mutsuzluktan kurtulup bir an olsun derin bir nefes almak neden bu kadar zor? Mentollü sakız gibi içime esecek bir an arıyorum gün boyu. Bir şarkı, bir söz yada uzaklardan gelen bir kahkaha sesi. Bulamıyorum. Hani hayat nasıl, diye soranlara, standart, deme modası vardı ya bir ara. İşte, tam o ruh hali. Batmıyoruz, çıkmıyoruz, durumlar standart.
Lafı uzatmak istemediğimiz zamanlar birisi,nasılsın, dediğinde, söylenen iyi var ya. O bugünmüş. Henüz adı konmamış bir bebek gibi boşlukta sallanıyormuş. Adı yokmuş, tadı yokmuş. Uçan balon gibi bir zamanmış.
Bileğime bağlasam her yer yağmurlu gökyüzü.
15 Ocak 2012 Pazar
Uykuda
Uyandı. Başucundaki gece lambasını yaktı. Doğruldu. Nefes nefeseydi. Etrafına baktı. Tanıdık eşyalarla bir bir selamlaştı. Kalktı. Terliğinin tekini yatağın altından çıkardı. Koridorun ışığını yakmadan geçti karanlıktan. Mutfağa girdi. Tezgaha tutundu. Terlemişti. Bir bardak su doldurdu sürahiden. İçti. Hızlıca bir tane daha içti sonra. Tabureye oturdu. Soluğu daha düzenliydi artık. Geçti, dedi kendine. Sadece bir rüyaydı. Yatak odasına dönemeyeceğini anladı. Gidip televizyonu açtı. Kanepeye uzandı. Battaniyeye sarındı. Ev soğuktu. Perdeler pencereden gelen rüzgarda uçuşuyorlardı. Kanalları dolaşmaya başladı. Hiçbirinde durmadı. O dolaşırken rüzgar hızlandı. Perdeler uzayıp, salonun ortasına kadar geldi. Kornişten teker teker çıktı düğmeler. Perde, yelken gibi asılı kaldı pencerede. Sakindi. Korkmadı. Gidip perdeye tutundu. Sallanmaya başladı. Ayakları kesildi yerden.Yükseldi. Şehrin üzerindeydi. Tek bir ışığın yandığı evleri gözetledi. Tek bir ismin çağırdığı o evi özledi. Gidip uyurken Onu izledi. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı. İçi düğümlendi. Tüm bunlar çok saçma, dedi. Gözlerini kapatıp, açtı.
Uyandı. Üzerindeki battaniyeyi attı. Terlemişti. Doğruldu. Boynu ağrıyordu. Televizyonu kapattı. Boynunu ovalarken gidip pencerenin önünde dikildi. Yalnızca sokak lambalarının uyanık olduğu sokağa baktı. Yerler ıslaktı. O uyurken yağmur yağmış olmalıydı. Saate baktı. Sabaha az kalmıştı. Işıkları kapatıp karanlık koridordan geçti. Yattı. O kadar yorulmuştu ki, hemen uykuya daldı.
Ben şimdi hiç yok muyum senin için, dedi adam. Kızgın değildi. Kelimeleri ağır değildi. Amacı kırmak değildi. Ayakları yere değmeden bir bankta oturmuş, ağaçları izliyordu. Tüy gibi hafif bir rüzgar esiyordu arada. Yapraklar dallarına tutunmuş sallanıyorlardı. Yemyeşillerdi. Neşelilerdi. Düşmezlerdi. Rüzgarın amacı onları kırmak değildi. İnsanlar uyuyunca nereye giderse oraya gittin, dedi kadın. Hep yanımdasın ama dokunmak istesem paramparçasın. Adam gözlerini ağaçlara dikti. Uzun uzun baktı. Girmesine izin verilmeyen toprak parçasıydı artık kadın. Kalacak yeri yoktu. Gidecek yeri yoktu. Kimsesiz bir yolcu gibiydi tren garında. Bekleyeni yoktu. Özleyeni yoktu. Ben dedi, gidip uyandırayım artık seni, işe geç kalacaksın. Yerden bir salyangoz alıp kızın saçlarına taktı. Gülümseyince yüzü dolunaydı.
Koşarak çıktı kadın evden. Saçlarını yolda topladı. Paltosunun önünü iliklerken kaldırıma ayağı takıldı. Tökezledi ama düşmedi. Koştukça otobüs durakları ondan uzaklaştı. Ne kadar binmeyeceği otobüs varsa önünde sıralandı. Yollar kalabalıklaştı. Son anda yetişti otobüse. Cam kenarında boş yer bile vardı. Başını dayadı cama. Camda gördüğü yüze baktı. Gözaltları nasıl da halka halkaydı. Göz kapakları düştü otobüs ısındıkça. Direndi. Kafası sağa sola düştü uyukladıkça. Ne kadar zordu ama uyumayacaktı.
Uyandı. Uzun uzun tavana baktı. Baş ucundaki gece lambasını kapattı. Sağa döndü. Adam tam oradaydı. Yaklaştı. Adam derin bir uykudan ona kollarını uzattı. Tüm bunlar çok saçma, dedi. Sarıldı. Hayaliyle uyumaktansa bütün gece, sabah onunla uyanmak daha kolaydı.
29 Aralık 2011 Perşembe
Git
Git.
Her gece başka yastıklarda dal uykuya, başka çarşaflara dolan.
Her sabah başka kokularda aç gözlerini. Ama ne olur koklama. Çekme içine.
Göğsüne hapsetme.
Bilirim tenin kaydetmez geceleri. Aklın bir anda tanımaz olur dün gördüğü yüzleri.
Yabancı biri ol.
Anımsama.
O saçları okşama.
Başını onların göğüslerine yaslama. Derin uykulardan uyanıp sarılma.
Ellerini sakın dudaklarında dolaştırma. Kapat gözlerini. Onları yarın hatırlama.
Yine o vücutlara sarılıp beni gör rüyanda. En uygunsuz anında sevişmelerin, kulaklarına benim adımı fısılda.
Beni düşünürken bul kendini eve dönüş yollarında.
İtiraf etme kendine.
Bana tek bir söz söyleme. Tamam. Ama inkar edip beni uykusuz gecelere de mahkum etme.
Sessizce oturalım. Susalım. Kelimeler hislerin cılız gölgeleri. Umursamayalım.
Uzat elini. Parmak uçlarıma dokun.
Ne kadar acı varsa içinde, içimden geçiririm.
Tenim çok ince benim. En ufak bir kıymık batsa ellerine, hissederim.
Kaldır başını. Kaçırma gözlerini.
Her gece, sana fırlatılmış zehirli bir ok.
Pencereden bak. Dünyada acı ne kadar çok.
Uzatmayalım.
İçindeki o dolmayan boşluğun benimkinden farkı yok.
Her gece başka yastıklarda dal uykuya, başka çarşaflara dolan.
Her sabah başka kokularda aç gözlerini. Ama ne olur koklama. Çekme içine.
Göğsüne hapsetme.
Bilirim tenin kaydetmez geceleri. Aklın bir anda tanımaz olur dün gördüğü yüzleri.
Yabancı biri ol.
Anımsama.
O saçları okşama.
Başını onların göğüslerine yaslama. Derin uykulardan uyanıp sarılma.
Ellerini sakın dudaklarında dolaştırma. Kapat gözlerini. Onları yarın hatırlama.
Yine o vücutlara sarılıp beni gör rüyanda. En uygunsuz anında sevişmelerin, kulaklarına benim adımı fısılda.
Beni düşünürken bul kendini eve dönüş yollarında.
İtiraf etme kendine.
Bana tek bir söz söyleme. Tamam. Ama inkar edip beni uykusuz gecelere de mahkum etme.
Sessizce oturalım. Susalım. Kelimeler hislerin cılız gölgeleri. Umursamayalım.
Uzat elini. Parmak uçlarıma dokun.
Ne kadar acı varsa içinde, içimden geçiririm.
Tenim çok ince benim. En ufak bir kıymık batsa ellerine, hissederim.
Kaldır başını. Kaçırma gözlerini.
Her gece, sana fırlatılmış zehirli bir ok.
Pencereden bak. Dünyada acı ne kadar çok.
Uzatmayalım.
İçindeki o dolmayan boşluğun benimkinden farkı yok.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)