18 Temmuz 2014 Cuma

Bir hüzün var

Bir hüzün var.

Üzerine doğru koşan bir köpekten kaçar gibi, arkasına bakmadan gitmek istiyor. Nefesi öyle kesik kesik, aldığı oksijen ciğerlerine gitmeden yok oluyor. Biten şarkıları başa alıp, tekrar tekrar dinliyor. Filmlerde son yazısı çıktığı an, tekrar izlemeye başlıyor. Çizgi film karakterleri gibi aynı kıyafetle dolaşmak, yıllarca aynı çarşafta uyumak, aynı cam bardaktan su içmek istiyor. Bu yüzden üzerindeki pijamalar biraz ter kokuyor. Kültablaları sigara izmaritleriyle dolup taşıyor. Meyve desenli naylon masa örtüsünün üzerinde bisküvi kırıkları, çekirdekleriyle aynı tabakta sıcaktan pörsümüş kayısılar, içinde sandviç yenmiş bir kayık tabak yan yana duruyorlar. Biraz sonra hepsi konuşmaya başlayacak dense, inanırsınız, öyle kişilikli bir duruşları var. Şarj aletinin ucu boş kablosu masanın fişe yakın tarafında, uzaktan onları izliyor. Koltuğun önündeki büyük sehpada, televizyonun üst rafında, açık pencerenin önünde, oda kapısına yaslanmış dikilen, komodinde biriken  kitaplar; üst üste dizili. Biraz dikkatli okusa, aradığı sorunun cevabı birinin içinde, altı çizili halde bulunacak, emin. Sadece henüz gelemediği sayfaları okumaya ömrü yetecek mi, kestiremiyor. Hepsinin içinde, içindeki insanlar bir yere kaybolmasın diye tutturulmuş kitap ayraçları. Aralarına sıkıştırılmış kağıtlarda binlerce not, sessizce, kimbilir ne zaman, gelecek bir anı bekliyorlar.

Hayatın hiçbir yere varmayan ama bir an bile de durmayan akışından yorgun. Elinde dedesinden kalma bir antika saat. Pilleri çıkarılmış. Aklına estikçe akrebiyle yelkovanını istediği sayının üzerine koyuyor. Belki dünyanın en acayip meydan okuması. Tam gün batarken, eğer canı isterse, saat birden sabahı vuruyor. İşte, diyor ışıkların hepsini yakıp, bakın, yeni bir gün doğuyor. Sonra oturulmaktan eprimiş kadife koltuğun aynı köşesine oturuyor, kucağında üzerine sert iplikle tavuskuşları işlenmiş bir dantel yastık. Bakıyor. Yeni olan hiçbir şey yok. 

Bir hüzün var.

Ne kadar kaçsa saklanamadığı, haykırdıkça sesini boğan bir sis. En buldum sandığı anlarda ellerinden kayıp giden, tutamadığı bir tutam sevinç. Sessiz sedasız oturduğu nehrin dibinde en beklemediği anlarda onu yerinden oynatan bir his. Yüzüne vurdukça kendini pençesinden kurtaramadığı, içinde dönerek nefessiz kaldığı dalga dalga bir hınç. Savaştıkça daha derine batacağını bildiğinden kendini bırakıvermiş akışa. Boğulacaksa boğulacak. Dördüncü kez izlediği filmin sonunda kız ölünce yine de hala ağlıyor. Bitmemiş henüz içindeki acı tat. 

Bir hüzün var. 
Peşinde. Şimdi  birkaç adım ötesinde; uysallaşmış, yorulmuş bir hüzün. Biri gelip başını okşasa, kuyruğunu yere indirecek kesin. 












4 Haziran 2014 Çarşamba

Akşamüzeri

En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtin, diye sorduğunu hatırladım soğanları soyarken. Gözlerim yaşarmaya başladı. Buzdolabının üzerindeki kibritler aklıma geldi. Nohut ve mercimeklerin uzun, tozlu kavanozlarını, dibinde kalmış bir parmak çikolatanın çoktan bozulduğu yuvarlak kavanozu, üzerinden yalnızca bir kaşık yenmiş ananas reçelinin küçük kavanozunu, inek şeklindeki rafadan yumurta kaplarını, sayfası hala şubatta duran bisküvi reklamlı takvimi rahatsız ede ede aradım. Bulamadım. Akan burnumu çeke çeke çekmeceleri karıştırdım. Bir kibriti bulup, ağzımda tutabilseydim bunlar hiç olmayacaktı. Soğanları kibrit aramak aklıma hiç gelmeden soyup, şu tencereye atsaydım da gözlerim bu kadar yanmayacaktı. Aramaya başladım ama bir kez. Bulmak istiyorum. 
Tezgaha baktım. Soyulmamış patatesler, tombul kabaklar, buzu bir türlü çözülmeyen bir avuç kıyma ne olacaklarını bilemez halde duruyorlar. Mutfağa girdiğimden bu yana sanki asırlar geçti. Oysa daha iki soğanın kabuklarını soydum, o kadar. Nereden baksam bir saat daha üstüm başım kokarak, dumanlarım tüte tüte bu mutfaktayım. Gündüz aklıma gelen, akşam eve gidip yemek pişirme fikri, metronun merdivenlerinden ağır ağır çıkarken o kadar iyi bir fikir gibi gelmemeye başlıyor. Yürüyüp Borsa restoranın önüne geldiğimde hiç zahmetsiz mevsim sebzelerini tabaklarına doldurmuş, yiyen insanları görünce markete gitmekten vazgeçer gibi oluyorum. Ama bende tuhaf bir hastalık var. Bir fikrin bir kez iyi bir fikir olduğuna ve onu yapacağıma karar verdikten sonra kötü bir fikir olduğunu düşünsem de artık onu gerçekleştirmem gerekiyor. Kendi düşüncelerime bir tür saygı duruşu.
Ayaklarımı sürüyerek marketin önündeki kasalarda pörsümüş sebzelere yöneliyorum. Bu mevsimin sebzeleri neler diye aklımdan geçiriyorum bir yandan. Bir kez daha, bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Yavaş yavaş çürümeye başlamışlar, renkleri değişmiş. Üzülüyorum. Neden kimse sizi seçmedi, diyorum eğilip kulaklarına. Onlar da benim kulağıma benzer bir şey söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de kızmıyorum, kilolarca yaralı bereli kabakla evin yolunu tutuyorum. 

En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtim, diye düşünüyorum yine. Sonsuza kadar lafı çok uzun geliyor. Vazgeçmemişimdir, diyorum. Fıtratımda çabuk küsüp çabuk barışmak var. Çok savaşıp kazanamayınca bir süre kendi haline bırakmak var. Elimi eteğimi çekip biraz uzaktan bakmak var. Bir şeyler yanlış gittiğinde, en başa geri dönecek kadar çok geri adım atmak var. Ama vazgeçmek, bilemiyorum. Hayal kırıklıklarına kendimi daha fazla ezdirmemek için vazgeçmiş gibi yaptığım olmuştur. Her gece gidip kafamı duvarlara sürte sürte ağlarken, ertesi gün biri sorduğunda kimi, neyi, diye anlamamış numaraları yaptığım da. Nihayetinde sıradan bir faniyim. Defalarca üst üste alıp kaldığım bir ders yüzünden bir dönem fenalıklar geçirdiğimi, herkesin bir dahaki dönem tekrar alırım diye ikinci vizeye bile girmediği dersin kalacağım çok belli finaline hazırlanırken bahar şenliğine gidemediğimi biliyorum. İçimdeki umut ölmediğinden belki, belki asla iyileşemeyecek bir iyimser olduğumdan, insanların kimyasındaki tam dozunda bir şeyin bende eksik ya da fazla olmasından. 
Sonsuza kadar, diye düşünüyorum, kabaklar daire şeklinde tencerenin içinde yuvarlanırken. Kabaklar henüz keşfedilmemiş gezegenler gibi tencerenin içinde dururken güneş sistemi, yıldızlar, kara delikler, dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Sanki biraz uzun baksam, küvetin deliğinden çekilip giden sular gibi, benimle beraber her şey tencerenin dibindeki boşluktan çekilecek, kaybolup gideceğiz. Yok, diyorum, hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçemem.

Gidip ev telefonunu alıyorum. Salondaki balkon kapısını açıyorum. Son diktiğim çiçekler yine tutmamış; saksıların içinde boyunları eğik, kuruyan yapraklarına bakıyorlar. Su ve güneş ışığının tatmin edemediği çiçeklere canım sıkılıyor. Neden bu kadarıyla mutlu olup, yaşayamıyorsunuz, diye soruyorum eğilip. Onlar da benim kulağıma benzer şeyler söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de su döküyorum topraklarına, yine de belki yaşarlar diye konuşuyorum canlı kalmış yapraklarıyla. Telefonu hala elimde tuttuğumu fark ediyorum bir süre sonra. Eğilip, çiçek saksılarıyla aynı boyda durup, dünyaya bir yaprak açısından bakarken, seni arıyorum. Ev telefonunun çalmasına şaşırıyorsun sen de, uzun uzun çaldıktan sonra açıyorsun. Sesimi duyunca daha da çok. Hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçmedim, dediğimde lafı dolandırmadan, daha da çok. Peki benden, diyorsun. Gözümün önünde bir yeşil dal ayağa kalkıyor suyu içine çektikçe. Bir martı beni fark etmeden gelip parmaklıklara konuyor. Bakkaldan ekmek söyleyen kadın, balkondan uzattığı sepeti yavaş yavaş yukarıya çekiyor. Söylenemeyecek şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hayır, diyemiyorum. Yarın akşam buluşalım mı, diyorum onun yerine. Yine hayır, vazgeçmedim, diyemem ama belki sen bakışlarımdan anlarsın diye umuyorum. Kapatıyoruz. Sabit bir sesin içinden çıkmak ister gibi çınlattığı telefon elimde dururken yanık kokusu doluyor burnuma. 

Kabaklar. Bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Canlı canlı yakarak öldürdüğüm kabaklardan biri kafasını kaldırıp, hayat çok kısa, neden kimseyi sevemedin, diyor kulağıma. Cevap veremiyorum. Acımasız bir diktatör gibi soğukkanlı, uzaklara bakıyorum.

23 Mayıs 2014 Cuma

İsim

Haberlerdeki insanların yüzlerine hiç bakmadığımı o gün fark ettim. Apartman zillerindeki isimlerin kimlerin yüzleri olduğunu hiç düşünmediğimi. Bir gün olsun önünden geçerken kendi sokağımdaki ilkokulun tabelasına bakmadığımı, adını merak etmediğimi. Otobüs durağında beklerken, kendi bineceğim otobüsün haricindekilerin nereye gittiğine kafamı kaldırıp bakmadığımı. Apartman bahçesinde kendiliğinden biten sapsarı çiçeğin adını hiç öğrenmek istemediğimi. Her gün sipariş getiren bakkalın çırağının adının ne olduğunu bilmediğimi. Bilmiyordum işte. Bilmemek bir yere kadar normal belki ama hiç merak etmemek bir çeşit hastalık olmalı diye düşünüp, en yakın hastanenin aciline koştum.

Soydular beni. Bembeyaz bir sedyeye yatırdılar önce; ardından kafa üstü diktiler. Dur böyle, dediler, beynine birazcık kan gitsin. Olur, dedim. Pelerinini yerlerde sürüye sürüye bir hemşire geldi. Pelerini tuhaf bulmama şaşırarak, bizim üniformamız, dedi, hem çocuklar da seviyorlar. Gülümsedim. Bir yandan kafam zonkluyor, gülümsedikçe tüm kan kafama doluyor, yanaklarım omuzlarıma doğru yavaş yavaş sarkıyordu. Hemşire tek hareketiyle itti beni. Sırtüstü düştüm. Nasıl olduysa hiçbir yerim acımadı. Şimdi, dedi. Tanıdığınız herkesin isimlerini sayın, yazacağım. Elinde uzayıp giden ince, uzun bir mektup kağıdı vardı, şu üzerinde simler, dudak izleri, pembe kalpler olanlardan. Neden o kağıda, dedim. Çok tuhaf bir soru sormuşum gibi baktı yine yüzüme. Gerçek olamayacak kadar sakindi suratı. Her santimi sabit dururken yalnızca gözleri hareket ediyor sanki tüm vücudunu oradan idare ediyordu. Benim vücudumu da tabi. Sustum. Başladım. 
İlk otuz isim kolaydı. Sonra uzak akrabalardan birkaçını daha saydım. Çocukken sevdiğim dondurmacının adı vardı mesela ama soyadını hiçbir zaman öğrenmediğimden sayılmadı. Sonuna teyze, amca, abla ekleyerek yıllarca seslendiğim insanların tam isimlerini söyleyemedim. Suratları tam karşımda duran insanların kim olduklarını bilmiyordum. Sene başında kitaplarını kapladıktan sonra yapıştırdıkları etiketlere hangi ismi yazdılar bilemedim. Sınıfta sözlüye kalkarken öğretmenleri onlara nasıl seslendi. Doğduklarında nüfusa kaydeden adam ne yazdı, bilmiyordum. Dedelerinin isimlerini mi aldıklarını, adlarının yeni moda dizilerdeki güzel kızın isminden mi konduğunu, lisede aşık olduğu kızın adını çocuğuna koyan bir babaları mı olduğunu, yok, bilmiyordum. Ayıp ediyordum. Tamam, dedi hemşire uzun bir sessizliğin sonunda tüm isimleri tükettiğim anlaşılınca. Şimdi geriye doğru gidelim. Dedenizin babasının doğum yerini söyleyin, dedi. Yine sessizlik. Sanki öyle biri hiç var olmamıştı. Babannenizin burcu nedir, dedi. Hızlı hızlı devam ediyordu sorulara. Halanızın ilk gençlik aşkının adı, en küçük kuzeninizin en yakın arkadaşının adı, diş doktorunuzun adı, ilkokuldayken ölen muhabbet kuşunuzun adı... Liste upuzun ve yanına tek bir işaret konamadan duruyordu karşımda. Bilmiyorum demek o kadar anlamsızdı ki başımı eğdim sonunda. Durun artık, dedim. Utançtan başka bir histi bu. Tüm hayatımı gözlerim, kulaklarım bağlı, neresi olduğunu bilmediğim bir yere koşarak geçip gitmiştim sanki. Bir koca ömür boşuna yaşanmıştı. Pişmanlık hissi boğazıma bir yumru gibi oturdu. Ağlama hissi tüm organlarımı ele geçirdi. Karaciğerimden ayak parmağıma kadar, biri, kör bir bıçakla çizgiler çekiyormuş gibi ürperdim. İlk aşkınızın adı, peki dedi. Gözleri alnımda duruyor, içerideki dişlilere sıkışmış bir parçayı bakışlarıyla çıkarıp atmaya çalışıyordu. Yardımcı olmak istiyorum size, kendinizi birazcık zorlayın, dedi. Ağlamaya başladım.

İlk aşk, güzel bir filmin sonunda çıkan son yazısı gibi havada asılı kaldı. Güzel yüzünü avuçlarımın içine aldığım tüm mayhoş okul çıkışları konfeti gibi patlayıp  paramparça oldu; kafamdan aşağıya saçıldı. Beraber yediğimiz karamelli dondurmaların yanık şeker kokusu odayı doldurdu. Hemşire de aynı kokuyu alınca dönüp giriş kapısına baktı. Benden geliyor koku, dedim. Karamel yetmedi. Çilekli pastalar, sıcak poğaçalar, karpuzlar, peynirli patlıcan kızartmalar, tüysüz şeftaliler ortalığa döküldü. Gençliğimiz, masumiyet ve hiç yıpranmamış hayallerimiz  başımızın üzerinde döne döne uçan kırlangıçlara dönüştüler. Sonrasında seslerin yavaş yavaş azaldığını, havanın yapış yapış bir zamk gibi ciğerlerime dolduğunu, ağzımı açtıkça içimdeki tüm havanın kapkara bir zifte dönüşüp dışarı aktığını, beyaz sedyenin bacaklarından yerdeki sararmış hastane karolarına damladığını hatırlıyorum. 

Uyandığımda odanın parlak ışıkları gözlerimi acıttı. Başımda kimse beklemiyordu. Sessizdi. Birkaç dakika sonra pelerinli hemşire içeriye girdi. Uyanmışsınız, dedi. Gözleri öyle çok parlıyordu ki konuşurken kafamı biraz yana eğdim. Öğleden sonra çıkaracağız sizi, dedi, ameliyatınız başarılı geçti. 

İçimde bir ferahlık vardı. Bir hafifleme. Bir serin meltem. Bir damla buz gibi akşam birası. Bir damla sakinlik. Sessiz bir yer açılmıştı içimde. Naneli bir şeker vardı sanki akciğerlerimin altında. Hemşire çekmeceden bir kutu çıkarıp, kucağıma koydu. Çok kötü tıkanmışsınız, bir daha bu kadar biriktirmeyin, gelin arada, temizleyelim, dedi. Geçmiş olsun, deyip giderken gayri ihtiyari yakasındaki karttaki adı okudum. Teşekkürler, Perihan hanım, dedim. Gülümsedi yine, gözleri çoktan koridoru dönmüştü.

Kutuda yumruk kadar bir taş vardı. Dokununca oyun hamuru gibi bir şey. Üzerinde saç tellerinden bükülmüş milyonlarca isim darmadağın yapışmış duruyordu. Işıl ışıl parlayan birini tutup çektim, karamel kokusu burnuma dolmaya başladı. Onu zaten unutmamıştım.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuk

Genç anneyle küçük kızı kalabalık caddenin kıyısındaki kaldırımda yürüyorlar. Bütün ağaçlar rengarenk. Baharın en güzel günü olabilir. Dünyanın yeni kurulmuş gibi taptaze koktuğu anlardan biri. Küçük kız ağaçlardan gelen kuş seslerine bakarak yürüdüğünden kafası yukarıda. Önünü görmediğinden kaldırımdaki bir kırık taşa takılıp, düşüyor. Annesi elinden tutarken düştüğü için, dizleri daha yere değmeden ayağa kalkıyor. Bir şeyi yok. Annesi kızgın bir bakış atıyor küçüğe. Bizde böyledir. Takılır, düşer, devrilir, tökezler ya da hiç olmadı ayağınızın ucuyla bir taşa temas ederseniz yanınızdaki yetişkin size sert bakışlar atar. Kendi korkusunu size kızarak hafifletir. Siz başınıza gelen her olayda canınızın acısını değil annenizin size nasıl da kızacağını düşünürsünüz. Ya annem kızarsa korkusuyla bisikletten düşünce dizine batan çakıl taşlarını, saklambaç oynarken kapıya çarptığında avucuna giren cam kırığını, denizde ayağına saplanan deniz kestanesinin dikenlerini kendi küçücük elleriyle çıkaran bir nesiliz biz. Kağıt peçete koleksiyonunu evde annesi yokken ütülerken bir elindeki üç parmağı birden yakan, büfede senelerdir duran şampanyayı bir gün evde yalnızken ansızın açmak arzusuna yenilip salondaki güzel halıyı köpüklere teslim eden, kristal kolonya şişesini evcilik oyununa dahil edip, güzel barbie çay vakti elinden düşürüp kırdığı için tüm gün kabuslar gören çocuklarız. Pantolonunun üzerine mavi gömleğini, onun üzerine de düğmelerini açıp turuncu çiçekli elbisesini giymesine annesi suratına tuhaf tuhaf bakıp, yavrum insanlar ne der, diye her seferinde karşı çıktığı için bugün hala her sabah evden çıkarken kendimize uzun uzun bakan insanlarız. Uzun, kısa, dar, bol, çiçekli, desenli etekleri her giydiğimizde baka baka aynalarda delikler açmamız bu yüzden. Elimize oyuncak diye tutuşturulan uzun bacaklı bebekler yüzünden bugün hafif göbekli, biraz kalçaları büyük, baldırı geniş olmamak için her öğün salatalık, ananas yiyip, karnabahar suyu gibi acayip şeyler içişimiz. Oğlanlarla kuytularda baş başa kalmamıza, eteğimizi aça aça oturmamıza, çimenlerde yuvarlanmamıza masumiyet güzel başımızın üzerinde bir hale gibi pırıl pırıl parlarken bile anlamlar yüklendiğinden bugün bayıldığımız adamları öpmek için bilmem kaç buluşma geçmesini beklememiz. Tam filmin öpüşmeli sahnesini izlerken kanalın değişmesinden, bebeklerin leylekler tarafından getirildiğinin aklımıza işlenmesinden, küçücük kızlara doğdukları andan itibaren küçük kadınlar gibi muamele edilmesinden mütevellit, hala bir adamın yanağını okşamaktan korkar, elini tutarken sağa sola bakar oluşumuz. Biz böyle doğmadık, sonradan olduk.

Küçük kız annesinin elini bırakıp koşmaya başlıyor yoldan parkın olduğu tarafa geçtiklerinde. Annesi arkasından dur yavrum koşma, diye bağırıyor. Bizde böyledir. İçimizde sevinç, neşe, çocukluk dört nala koşarken bile hanım kızlar gibi ellerimizi önümüzde birleştirip sakin sakin yürümemiz beklenir. Oysa toprak konuşur o yaşta insanla. Çimen ayrı, ağaçlardaki erikler ayrı, gökteki bulutlar ayrı hikayeler anlatır. İnsanın en sevdiği ayakkabılarının renginin mor, en sevdiği hayvanın fil olabildiği; kurbağaların yakalanıp tutsak edildiği, kedilerin kuyruklarından tutularak sevildiği, köpeklerin üzerine binip gezildiği, sineklerin, karıncaların binbir deneyle evcilleştirildiği bir dönemden bahsediyoruz. Odalardaki sandalyeler ters döndüğünde altlarının çadıra, birleştirilen koltukların sandala, tenis raketlerinin gitara, kibrit kutularının telsizlere dönüşebildiği bir zaman. Her şeyin bir an bile direnmeden başka bir şey oluverdiği sihirli bir dünya. Her şeyin mümkün, her imkansızın olasılıklar dahilinde olduğu bir altın çağ. Dünya tarihinde rönesans neyse, insanın kişisel tarihinde çocukluk o.

Kadın bankta otururken uzaklara bakıyor. Çocuk ona sürekli anne bak diye seslenirken bazılarına bakıp gülümsüyor, bazılarını duymuyor. Kaydıraktan belki ellinci kez aynı hevesle kayan, yerde gördüğü sümüklü böceği avucuna koyup koşarak annesi de görsün diye bankın yanına getiren, az önce üzerine düştüğünde canını yakıp ağlatan tombul çocukla birden çok yakın arkadaş olan, cebindeki en sevdiği çikolatadan biraz kendi ısırıp birazını güvercinlere ufalayan, kendi uydurduğu sözlerle bilinmedik bir şarkı mırıldanan bu çocuğu, kadın anlayamıyor. Aynı göğün altında aynı dünyaya bakarken onu bu kadar mutlu eden şeyler neden artık kendisine değmeden geçiyor, çözemiyor. Bir yandan kendi renksiz hayatının hemen yanı başında yaşanan bu rengarenk dünyayı deliler gibi kıskanıyor. Kendi çocukluğunu anımsamaya çalışıyor. O bitmek bilmeyen heyecandan bir yudum bulsa bin parçaya bölüp her gün göz damlası gibi gözlerine damlatacak. Yok. Sanki bu yaşta gelmiş gibi dünyaya, içinde o günlere dair tek bir anı parlamıyor. Yaşanacak her şeyi yaşayıp bitirmiş sonra da parça parça yırtıp dağıtmış gibi umutsuz, ölesiye sıradan buluyor yanından geçip giden her şeyi. Hayaleti gibi kendisinin. Sarılmak için yaklaştığı şeylerin içinden geçip gidiyor.
O da böyle doğmadı, sonradan oldu.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Güve

Onu defalarca aradım.

Tüm yüzsüzlüğümle, gurursuzluğumla, unutkanlığımla aradım. İçimden gelerek aradım. Hiçkimsenin hiçkimseyi bir şey yapmaya zorlamadığı pazar öğleden sonraları aradım. Evde yalnız başıma oturduğum akşamlar, kalabalık sokaklarda dolaşırken, rengarenk bir vitrinin önünden geçerken, izlediğim bir filmi birden durdurup, otobüsten gitmediğim duraklarda inip aradım. Manzaralı yerler buldum kendime aramak için. Bazen kuytu yerler. Gürültülü yerlerde kapı önlerine çıktım aramak için. Durmadan aradım. Çok acil ulaşmam gerekiyormuş gibi bazılarında. Bazılarında son kez sesini duyup ölecekmişim gibi. Gözlerim açık ölmüşüm gibi bazı sinyal seslerinde. 

Açmadı.

Bazen duymadı telefonumu. Seslerimiz hanidir birbirinden çok uzaklaşmıştı, duymamış olabilir, dedim. Telefona baktığında ismimin harfleri birbirine karışıp ona oyunlar oynamış, hafızasını ne kadar zorlasa bir yerlerden hatırlar gibi olmuş ama çıkaramamıştır, dedim. Bıraktığım mesajlar birkaç saniye içinde kendi kendini yok etmiş, ne olduğunu anlamadan silinmiş ya da tam arkasını döndüğü an bilinmeyen bir dilin sözcüklerine dönüşmüştür, dedim. Aklıma hiç kötü şeyler getirmedim. Geri aramayı unuttuğuna, numaramın bir gece telefon rehberinden firar edip geri dönmediğine, telefon tellerinin birbirine dolandığına, uzayda bir uydunun tam ben onu ararken dünyaya sırt çevirdiğine bile inandım. İnsan inanmaya karar verince bir kez, ne kadar çok mazeretle kendini kandırabiliyor, telefonu açsa ona da anlatacaktım. Açmadı. Hem de hiç. Hayatının tüm isyanını benim için saklamıştı, direndi. Sesime karşı koydu. Fiziksel varlığımı inkar etti. Onun hayatında yoktum ve olmadığıma ne yapsam inanamıyordum.

Bu durumu kısa sürede bir takıntı haline getirmiştim. Ayaklarım her sokağa çıkışımda beni evinin olduğu semtlere doğru çekiştiriyordu. Bıraktığım mesajların sayısı zavallı hanelere ulaşmıştı. Neredeyse onunla telefonda konuşmayı, duyduğum uzun mekanik cevap vermeyen telefon sesiyle aynı şey sanmaya başlamıştım. Hatırasının silüeti silikleşip, sesinin tonu tanımadığım birilerininkine benzemeye başlamıştı. Kendimi mantıklı açıklamalarla tüm gün teskin ediyor ancak ne yapsam geceleri neden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne uzun geceler ve ne gurursuz geceler... Onursuz olmasın aşk, diye bana seslenen şarkılar buldum o gecelerde. Aynanın karşısına geçip yüzüme baktım uzun uzun. Evin bilmediğim köşelerini keşfettim. Sokağın da. Şehrin bile hatta. Uzun caddelerde yürürken insanlığın unuttuğu eski binaların kokusunu kendime benzettim. Geçen her yüzü ona benzettim. Her hüzünlü hikayeyi benimkine benzettim. Ne yapsam, ne kadar yaşlının poşetini taşısam, yoldan karşıya geçirsem, dilencilere kağıt paralardan sadakalar versem, sokakta açlar doyursam, yok, yaptığım iyilikler bana dönmedi.

Aramadı.

Nihayetinde bir gün, son günlerde kilo aldığımdan içine sığamadığım bir pantalonun fermuarını çekmeye çalışırken, anladım. Hayatın, günlerce aradığı çözümleri insana birden hiç olmadık yerlerde sunmak gibi bir huyu var. Kopuk sahneleri bir bir birbirine bağlarken gözümdeki perde kalktı. Her şey anlam kazandı. 

Onun benim için hayatında açtığı küçük bir delik vardı. Bir tişörtü kış boyu yiyen bir güvenin açabildiği kadardı. Ben parmağımın ucuyla oynamaktan kendimi alamadığım için delik günden güne büyümüştü. Sonra yetinmeyip tüm varlığımı deliğin içine sokmaya karar vermiştim. Şaka değil. Bir güve deliğine girmeye çalışan yetişkin bir insan düşünün. Bu olsa olsa fantastik bir hikaye olabilirdi. İnsan inanmaya karar verince bir kez, nelere kalkışıyor, telefonu o an açsa ona bile anlatacaktım. Sonra kendimi bir tuvalet penceresinden çıkmaya, kardeşimin küçük pijamasını giymeye, kafamı kaldırdığım an çarpacağım dar bir havalandırma kanalından geçmeye çalışırken hayal ettim. Yetmedi. Bir kurtun elmadan çıkarken açtığı deliğe, cevizin kabuğunda bıraktığı boşluğa, kirazlardaki küçük yuvarlaklara sığmaya çalışırken hayal ettim kendimi. Kahkahaların da böyle tuhaf anlarda gelmek gibi bir huyu var. Evin camlarını titrete titrete devam ettiler. Birisinin senin için hayatında açtığı yeri büyütemeyeceğini, biri seni yaşamına ne kadar dahil ediyorsa onun için o kadar var olabileceğini o an anladım. Kahkahalarımın arasında zar zor duyduğum telefon sesiyle bir anlığına irkildiğimde bile kimin aradığını merak etmiyor, yerimden kalkıp koşarak, onun olduğunu umarak telefonu elime almıyordum. İyileşmiştim. Israrla çalan telefonların melodisinin yinelendikçe çaresizliğe dönüştüğünü daha önce nasıl fark etmediğime hayret ediyordum. Onunla değiştiğimiz rollerin bana ait kısmının oradan bakınca ne acıklı göründüğüne üzülmüyor, duygulardan kurtulmuş; yalnızca küçük kurtçukları, güveleri ve istediğimiz insanlar hayatımıza sığsınlar diye kendimizde açtığımız devasa delikleri düşünüyordum.

6 Mart 2014 Perşembe

Portakal


Gece yarısını biraz geçiyor. Havada tuhaf bir bulanıklık.
Kışa rağmen insan pencereleri açıp oturmak istiyor. Gidip camın önünde dikiliyorum. Tam karşımda bana bakan kocaman bir bina var. Deliklerinden insanlar gözüküyor. Bacasından pis bir duman tütüyor. Işıklarında birileri yatmaya hazırlanıyor. Ben uyuyamıyorum. Oysa kollarını açmış kanepe, salonda uyuyakalmam için tüm numaralarını yapıyor. Gerçek insan sesi duyarım diye radyo kanallarını geziyorum. Saçma hikayelere gülen fazla neşeli insanlar var. Bu saatte bu kadar mutluluğu nereye sığdırıyorlar? Gecenin cepleri küçük çünkü. Geceleri insanın aklına gelen yalnızca birkaç kişi var. Geceleri dinlenebilecek birkaç şarkı. Geceleri aranabilecek birkaç numara. Ki çoğunu insan ezberinden tuşlar. Gece kapısını çalabileceğiniz insanlar belki bir avuç kadarlar. Yalnızlık diz boyu. İnsan basmadan üzerinden atlayıp geçemiyor. Bir karış boyu var, içinde boğulup kurtulsam dese, yetmiyor. Paçaları sırılsıklam, kalkıp buzdolabının kapağını açıyor. 
Buzdolapları çok hüzünlü yerler. Rafında tek başına duran yumurtayla kim doyar? Sararmış yapraklarıyla iki dal maydanoz bir uzak akraba gibi oturduğu yerde yaşlanıyor. Çoktan bozulmuş reçellerle zeytin ezmesi kavanozları sanki  ben öldüğümde bile orada olacaklar. Sebze çekmecesini açınca önce bir küf kokusu geliyor burnuma. Elimi uzatınca bir poşetin dibinde yumuşak bir şeye dokunuyorum. O şeyi kaldırıp bakınca unutulmuş bir portakal olduğunu anlıyorum. İki parmağımın ucuyla havaya kaldırıp altına üstüne iyice bakıyorum. Küfler sihirli tozlar gibi etrafa saçılıyor. Kokusundan burnumu kapattığım bu portakalın hayatını düşünüyorum. Yaşamına güneyde bir portakal bahçesinin ılıman ikliminde başlamış bir portakal. Yaşı; bir mevsim. Medeni durumu; çürük. Hobileri; babaları tarafından kabuklarıyla dilimlenerek yedirilirken küçük çocukların dirseklerinden akmak. Ölüm nedeni; bilinmiyor, intihar şüphesi var. Bir yabancı elin onu dalından kopardığını, diğerleriyle beraber bir tahta kasaya sıra sıra dizildiğini, hiç çay servisi olmadan upuzun bir yol geldiğini, beşiktaş pazarının tok sesli, mavi önlüklü kalabalığından benim onu seçtiğimi, bir poşete koyup eve getirdiğimi düşünüyorum. Portakalın bir ruhu varsa eğer çoktan üzüntüden kavrulmuş ya da bir gece yarısı ben uyurken  buzdolabı kapağına  vura vura kendini öldürmüş ve ben bunu mutfaktan gelen sıradan seslerden biri sanmış olabilirim. Portakal çiçeklerinin mis kokusunu içine çeke çeke yaşamış bu portakalın gün gelip benim sebzeliğimde çürümeye terkedilmesinden ve yuvarlak dilimlere bölünüp yenmemiş olmasından daha hazin kaç hikaye olabilir? Bazı meyvelere çok ayıp ediyoruz.

Gece yarısı açılıp kapatılan buzdolaplarında bir şey bulup yiyen kimse olduğunu düşünmüyorum. Ben de yemedim. Normal hayatta asla oturmayacağım bir yerini aradım evin. Gidip giriş kapısının yanında dizlerimin üzerine oturdum. Asansörün hareket sesinden başka bir şeyin olmadığı, bir tuhaf dünya. Portakal çöpte. Herkes evinde. Çoğu uykuda. Yarın yapılacak işler cepte. Bir hayat var dışarıda. Tanımadığım milyonlarca insanla ben aynı şehirde. Alt katta uyuyan çocuklarla aramda incecik bir döşeme. Pijamalar üzerimde. Bir el tam bağrımın üzerinde. Bir çatı kafamın üzerinde. Bir gök tüm portakal bahçelerinin üzerinde. Portakal çöpte. 
Bazen kendimizi fazla abartıyoruz.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Fotoğraflar

Fotoğraflarda zaman, olup olabileceği en fevkalade anda donuyor. En çirkin fotoğrafta bile insanlar gerçekte olduklarından  daha güzeller. Geçen zamanın aynasından yansıdıkça daha da güzelleşiyorlar. Belki de her geçen gün daha yaşlı ve o günkü halimizi özler olduğumuzdan bize öyle geliyor. Belki geçen zaman bir simyacı gibi tüm trajik olayları tatlı anılara dönüştürmeyi başardığından öyle sanıyoruz. Olabilir. Fakat bazı şeyler var ki göz ardı etmek imkansız. Mesela bir türlü bitiremediğin o kalın kitabın arasına koyduğun o fotoğrafta, senin o ayağın yok mu? O kalabalık masadaki yarısı yenmiş yoğurtlu mezelerle, henüz açılmış ikinci şişe rakıyla, arkanızdan geçen hiç tanımadığınız ve tanımayacağınız adamın suratındaki anlık şaşkınlıkla, mor suları bambaşka bir alemden gelip marul salatasına konmuş gibi duran turplarla, bakacağı yeri tutturamayan bazılarınızınki kapalı gözlerinizle, şakacıktan gülümseyen dudaklarınızla, hiçbir şeyle hiç ilgisi olmayan o çıplak ayağın. Masadaki herkesin sandaletleri, keten ayakkabıları, ince bantlı terlikleri kibarca yere basarken senin bacak bacak üstüne atmış duruşundaki pervasızlık. Havada asılı kalmış gibi duran ayağında, ayağının altında hiç güneş görmemiş bir beyazlık. Yerdeki tekinin yanında, uysal bir köpek gibi ayağının geri dönmesini bekleyen bir terlik. 
Ayağını görünce insan dönüp bir kez daha yüzüne bakmak istiyor bu ayağın sahibinin. Şöyle bir yüzündeki gülüşün sahiciliğine dokunmak istiyor. Şöyle bayağı bir elleri değsin istiyor yüzüne. Yüzünden dökülen bir şeyler avuçlarını doldursun istiyor. Sanki fotoğraftan geçen bir şey, insanın kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir an, ben de o gün oradaydım, diyor insan. Oysa değildi, biliyor. Yine de bu benim de içinde var olduğum bir an olsun istiyor. Duvarına çerçeveletip asacağı birkaç dakikalık bir anı istiyor. O fotoğrafta yanında oturup, omzuna elini atmış olsaydı, hafiften bacağı değiyor olsaydı sana, gece hafifçe serinleyince saçlarından rüzgarla birkaç tel uçuşup koluma düşseydi, diyor. İnkar etmenin alemi yok, basbağı istiyor insan. Ne kadar sapkınca olursa olsun umrunda değil. Bir parçanı alıp götürmek istiyor. Gece yatağına yattığında sadece kokunun yankısını değil; gömleğinden kopmuş bir düğmeyi, birkaç saç telini, bir fotoğrafını, verdiğin bir bükülmüş kağıdı, bir şeyi, istiyor. Seni istiyor en çok tabii. Ama onu hayal etmeye cesaret edemiyor.

Fotoğraflara baktıkça insan elinden kaçırdığı mutlulukların listelerini çıkarıyor. Beraber gidilebilecekken gidilmemiş yerlerin, beraber içilmemiş çayların, limonataların, sahleplerin hesabını yapıyor. Kaç serin gecede birbirinin ayaklarına dolanarak uyumadığını, kaç sıcak günde yan yana havlulara uzanıp güneşlenmediğini hesaplıyor. Kaç porsiyon köftenin acılı, acısız, kaşarlı beraber yenemediğine,  gece yarıları ne ekmek arası kokoreçlerin, dönerlerin kaçırıldığına inanamıyor. Hele pazar kahvaltılarına gelince konu, içi kaldırmıyor, düşünmeye bile dayanamıyor. Kaç gün batımı, kaç gece yarısı, kaç ikindi vakti diye düşündükçe, içinde çok derinde bir yerler sızlıyor. Hoyrat bir makasla yanındaki yüzleri oyup, yerine kendi yüzünü yapıştırmak istiyor. Oysa orada üzeri güneşten esmerleşmiş, altı süt beyazı bir ayak var, havada sallanıyor. Fazlasıyla gerçek.  İnsan elini uzatsa dokunabilirmiş gibi, uzun süre baksa parmaklarını oynatacakmış gibi, biraz daha böyle dursa uyuşmaya başlayacakmış gibi, tam orada duruyor.

Fotoğraflar, diyorum evet. Hala fotoğraflar. Her gülüşünü ayrı ayrı yakalamış fotoğraflar. Karaköydeki fotoğrafçının ben gidip fotoğrafları bastırdıkça yüzüme deli diye bakıp, halime üzüldüğü fotoğraflar. Kitap ayracı, bardak altlığı, mendil, not defteri, zarf, pul, not kağıdı diye kullandığım fotoğraflar. Her gömleğimin, ceketimin bir cebine; cüzdanımın, çekmecemin bir yerine;  çerçevelerin en serinine, aynaların kenar çizgilerine; rüzgarlı akşamların göbeğine, yastık kılıflarının iç dikişlerine birer tane iliştirdiğim fotoğraflar. Posta kutusuna senden bir mektup gelirse yabancılık çekmesin diye koyduğum fotoğraflar. Gidince kendinle beraber götürdüğün güzel yüzünü ya aniden bir sabah unutmuş uyanırsam diye korkudan kendi yüzümden çok gördüğüm fotoğraflar. Sen belki anlamazsın ama o yüzlerde benim hiç yaşanmamış günlerim, sana saklayıp kullanmadan eskittiğim bir ömür var. 

Senle çekildiğimiz fotoğraflar sanki sigaradan sararan bıyıklar.