20 Aralık 2011 Salı

Apartman boşluğu

Mutfağa her gidişimde durup bakıyorum. Şu an ne yapıyorlar, diye düşünüyorum. Işıkların sönük olduğu geceler, neredeler, diye merak ediyorum. Karşı karşıya pencerelerimiz. Limon bitse evde, pencereden uzatabiliriz. Yapmıyoruz. Çok yakın olabiliriz birbirimize. Olmuyoruz. Mümkün olduğunca birbirimize bakmıyoruz. Bazen birbirimizin aynası oluyoruz. Aynı anda bulaşıkları yıkamaya başlıyoruz. Ben hep ondan önce bitiriyorum. Ellerimi kurulayıp pencereyi kapatırken göz göze geliyoruz. İkimiz de yorgunuz. Gülümsüyoruz. İyi geceler diliyoruz. Ben apartman boşluğunu ona emanet edip yatmaya gidiyorum.


Yatınca bir süre daha su sesleri duyuyorum. Tabak tıngırtıları. Çatal şıngırtıları. Sonra buzdolabını açıp, elmalar portakallar çıkarıyor. Yıkıyor uzun uzun. Melamin bir tepsiye koyuyor meyve tabağını. Aslında hiçbir şeyi kesemeyen kahverengi saplı meyve bıçaklarından var elinde. Kapatıyor ışığı. Salona gidiyor. Tepsiyi kucağına alıp tek kişilik kadife koltuğa oturuyor. Maç izliyor o sırada adam. Kadın bir yandan meyve soyuyor, bir yandan maç özetlerini izliyor. Ya da adamın göremediği başka bir ekrana dikiyor gözlerini. Bilemiyoruz. Portakalları halka halka kesiyor. Upuzun soyuyor elmanın kabuklarını. O kadar uzun ki bir ucu gelip ayaklarıma dolanıyor. Kalkıyorum.


Biri yarına yemek pişiriyor olmalı bu geç saatte. Kavrulmuş soğan kokuyor tüm dünya. Mutfak penceresini açıyorum. Koku içeriye giriyor mu, dışarıya çıkıyor mu belli değil. Karşısı karanlık ve sessiz. Açık pencereden karşı mutfağa bakıyorum. Birinin iç organlarına açıp bakmak gibi bir evin mutfağına bakmak. Kurutulmuş biberlere, reçel kavanozlarına, sıra sıra dizilmiş her boy börek tepsilerine bakıyorum. Kendi mutfağım plastik meyveler gibi. Tatsız tuzsuz. Diyet bisküviler gibi. Hastane yemekleri gibi. Çok zayıf çocuklar gibi. Sevimsiz. İçinde yaşanmadığı her halinden belli.


Kafamı uzatıp apartman boşluğuna bakmaya çalışıyorum. Aşağısı dibi görünmeyen bir kuyu. Dibinde neler var, diye düşünüyorum. İnsanın bildiğini bilmediği şeyler aklın neresinde saklanıyorsa, orası gibi bir yer. Unutmaya çalıştığımız insanlar neresindeyse kalbimizin ya da, aynen orası. Kara delik bu. Girişi yok çıkışı yok. Baca gibi aynı zamanda. Apartmandaki tüm hayatları içinden geçiriyor. Hepimizin yediğini, içtiğini, söylediğini hemen ötekilere yetiştiriyor. Dedikoducu bir komşu. Çok da sevilmeyen bir akraba gibi. Eğilip bakmasam, göz göze gelmesek, çok da karşılaşmasak ne iyi. Aşağıdan bebek ağlayışı geliyor. Bir çocuk flüt çalıyor odalardan birinde. Bu saattte hala yemek yiyenler var. Kocaman bir ev gibi beraber yaşıyoruz boşluk sayesinde.


Kadın tam o an ışığı yakıyor. Elindeki meyve kabuklarını çöpe döküyor. Tepsiyi yıkayıp, bulaşıklığa dayıyor. Durup bakıyor mutfağa uzun uzun. Buzdolabına doğru yaklaşıyor. Kapağını açmaya yelteniyor. Vazgeçiyor. Oturuyor küçük masanın yanındaki taburelerden birine. Ocağın yanından çakmağı alıyor. Bir sigara yakıyor. Ne kadar dalgın. Beni fark etmiyor. Üst katta kavrulan soğandan gözleri yaşarıyor. Elini çenesine dayayıp usul usul ağlıyor. Kapatıyorum camı sessizce. Sigaranın dumanı içimizi dağlıyor.

13 Aralık 2011 Salı

Bir gün

1.gün:  Ellerim poşet dolu. H. faturaları portmantoya bıraktı. Çok sağol, dedim kapatırken kapıyı. Sen sağol, dedi yüzünü yerden kaldırmadan. Kabanımı çıkarmadan poşetleri mutfağa götürdüm. Işık yok. Ses yok. Bomboş odalar. Mutfağa geri döndüm. Havuçları doğramaya başladım. Ocağın bütün gözleri dolu olacak birazdan. O kadar çok yemek pişecek ki, doydukça unutacağız sandım kırgınlıkları. Kapaklarını kapatınca tüm tencerelerin, aradım. Uzun uzun çaldı telefon. Sonunda açtın. Gürültüden duyamadım önce. Anlamıyor musun, dedi ses bana. Bitti. 


2. gün:  İçimde kaynayan bir kazan var. Etrafa sıçrayan kaynar sulardan iç organlarım yanıyor. İşe geç kaldım. Oysa erkenden uyanmıştım sabah. Belki de hiç uyumamıştım, bilmiyorum. Ayaklarım yollarda kendiliğinden yürüyor. Dudaklarım ezberlediği  konuşmalara devam ediyor. Günün sakinliği çıldırtacak gibi beni. G. öğlen gelip yanıma oturuyor. Yüzün bembeyaz, diyor. Bir şey mi oldu?. Öylece bakıyorum yüzüne. Sahi, ne oldu?


5. gün:   Eve giderken ekmek aldım. Kapıyı açınca yüzüme küf kokusu vurdu. Tencerelerde yarısı pişmiş yemekler hala  duruyor. Buzdolabını açtım. Şaraba baktım. Rakıya, biralara baktım. Süte, meyve sularına. Buz gibi su şişesine. Kocaman bir bardağa ağzına kadar su doldurdum. Tabureye oturdum. Ceketimin önünü açtım. Bir dikişte içtim hepsini. Susuz kalmış toprak gibi içtim. Soyundum. Yattım.


19.gün:  İçimde sebepsiz bir serinlik var. Sabah yüzüme vuran güneşle uyandım. Kıpırdamadım. Yataktan kalkmadım. Pencereyi açıp, üstümü iyice örttüm. Üşüdüm biraz. Üşüyünce bütün hücrelerim hareket etti sanki. İçimde ne varsa kalkıp başka bir yere oturdu. Aniden gülümsedim. Anıları deste deste istifledim. Seni özledim. Öyle eskisi gibi kahredici bir özlem değil bu. Ilık ılık. Akşam üzeri esen meltem gibi sakin bir his. Kalktım. Camdan dışarıya baktım. Sonra da gidip kendime bir omlet yaptım.


47.gün:  Bu öğlen lokantada sana rastladım. Geldiğini hissetmiş gibi, içeriye girdiğin an başımı kaldırdım, baktım. Nasıl dayanıyor kalp bunca hırpalanmaya anlamadım. Bir an gerçekten duracak sandım. Başınla selam verdin bana. Daha fazlasını yapmadın. Gidip o esmer kadının tam karşısına oturdun, arkana yaslandın. Pırasa ip ip olup boğazıma dolandı, öleceğim sandım.


54. gün:  Nasıl oldu anlamadım. Bu sabah senin tişörtlerinden birini giymiş halde uyandım. Kalktım. Panjurları kaldırdım. Faturalara baktım. Hepsini teker teker açtım. Sonuncu zarfa gelince dondum kaldım. Beni ne zaman terkettin sen de zarfla anahtar bıraktın? Çantamdan çıkarıp birbirinin eşi iki anahtara uzun uzun baktım. Tişörte sarıldım. Anahtarı bırakanla bu tişörtü giyen aynı adam olamaz, diye düşündüm bir an. Soyundum, saatlerce yıkandım.


78.gün: Islak bir yağmurluk gibi çıkardım seni üzerimden. Bulamayacağım bir yere astım. 


151. gün:  Yazmadım. Kimselere sormadım. Aramadım.


304. gün: Zaman sen gidince başladı. Anladım.


3040.gün: Yok. Hayır. Unutmadım.

4 Aralık 2011 Pazar

Çukur

Elimdeki menünün sayfalarını ezbere biliyorum. Garson, yanı başımda dikiliyor. Sabırsız değil. Bakışlarını yere eğmiyor. İlk resmini çizen çocuğunun başında bekler gibi durup bakıyor benimle beraber menüye. Karar veremesem elimi tutup, düz bir çizgi çizecek sanki sayfanın ortasına. Sayfalara bakmıyorum ki ben, ne yiyeceğim sabahtan beri aklımda. Menünün üzerinden insanların yüzlerine bakıyorum. Bildiğim, çoğunu okşayıp, sevdiğim yüzlerde cuma akşamının tatlı ferahlığı var. O an dünya, bir ilkokul sınıfı kadar sıcak ve havasız. Aydınlık ve umut dolu aynı zamanda. Hiçbir şey için endişelenmiyoruz. I. bir çırpıda sayıyor siparişlerimizi. Gülümsüyor garson. Menüleri çocuğunun başarısıyla gururlanan bir baba gibi alıyor elimizden. E.ye bir kadeh rakı dolduruyor. Bazen hayat ne kadar güzel, diyor birisi içimden. Başımı sallıyorum.


Loş içerisi. Gittikçe ısınıyor. Mutfakta pişen balıkların kokusu yayılıyor havaya. Bir kedi, kuyruğu havada, kapının önünde dolanıp duruyor. Kafamı kaldırırsam göz göze gelebiliriz. Biz aşağıdayız, çukurda. Pencereden baksak farklı yerlere geç kalmış yüzlerce çift koşturan ayak da görürüz. Bakmıyoruz. Gözlerimiz mezelerin rengarenk ekranına kilitlenmiş. Dünyanın dışında bir yerdeyiz. Diğer her yerin alternatifi bir yer. Deniz kıyısının. Ormanın ortasında yeşil bir düzlüğün. Beyaz bulutlu mavi bir gökyüzünün. Yatağın dengi bir yer mesela. Giyinikken çıplağız aslında. Oturuyoruz ama çoktan yattık. Konuşuyoruz ama sevişiyoruz belki bir yandan. Her kadehte aslında güzel bir rüyadayız. Mutlu bir gece. Orası kesin. Gökyüzü lacivert. Tabaklar sakız beyazı. Gözlerimizde yıldızlar yanıp sönüyor. Bazen göktaşları düşüyor kadehlerimize şişeden. Saatlerimizi girişteki askıya astık. İç organlarımız hükmediyor zamana. Karnımız doyana, başımız dönene, gözlerimiz kızarana kadar buradayız.


Arka masadan  biri çatalını yere düşürüyor. Biri tabağını sıyırıyor. Biri yanındakinin kulağına ayıp şeyler fısıldıyor. Gülüyorlar. Biri peçetesine uzatıp ağzını siliyor. Unutuyor elinde peçete olduğunu, konuşurken peçete ağzını kapatıyor. Karşısındaki havaya yükselip patlayan harfler görüyor yalnızca, ne dediğini anlamıyor. Gülümsüyor yine de. Başını sallıyor. Salladıkça aklındaki kelimeler parçalanıp dökülüyorlar ortalığa. Durgun bir suya düşer gibi salata tabağına düşüp dalga dalga yayılıyorlar. Suyunu salmış kara lahanalara karışıp, limona denk geldikleri an eriyorlar.


İlk kadehlerin sonunu görmeden yabancıyız birbirimize yine de. Karşımızdakinin anlattığı hikayeye çok aşina ama sesine biraz uzak. Sesi hiç olmasa el hareketlerinden, dudaklarını büzüşünden, saçlarını kulağının arkasına atışından hikayesinin nerelerinde sevinip üzüldüğünü anlayabiliriz. Masadaki herkesi en az bir şeye ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Pek çok insani hırsın duvarını yıkıp attığımızı düşünüyorum aramızdan. Yine de bazen tuhaf sayılabilecek sessizlik oluyor. Aynı anda susup, çatal bıçak seslerini dinliyoruz. Ayın yeri değişiyor zamanla. Yanaklarımız ısınıyor,  daha çok anlatmaya başlıyoruz. Ş., her zamankinden heyecanlı, ellerini nereye koyacağını bulamıyor oturduğumuzdan beri. Bu gece herkes kimsenin bilmediği bir sırrını anlatsın, diyor. Derin bir nefes alıp veriyoruz. Yok ki, diyoruz. Bakışlarımızı kaldırmıyoruz tabaklarımızdan. Bıçaklar kendiliğinden hızlanıyor ellerimizde. Sözcüklerimizi bileyliyoruz uçlarında. Mutlu anıları ortalarından delip geçiyoruz. Anlatmıyoruz. Değiştiriyoruz konuyu. Kavunun ne kadar lezzetli olduğundan bahsediyoruz.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Saat 6

Saat 6. Masanızdan kalkıp gerinebilirsiniz. Sandalyenizi düzeltin ve ceketinizi giyin. Bugün de bitti. Dışarıya adımınızı atınca derin bir soluk alın ve mevsimin ne olduğunu hatırlayın. Kıştayız. Hava soğuk. Kabanınızın yakalarını kaldırıp, ellerinizi ceplerinize sokun. Cebinizden bir sigara çıkarıp yakın ya da. Ağzınızdan çıkan dumanla beraber başınızdaki ağrının hafifilediğini hissedin. Kafanızı kaldırmışken gökyüzüne bakın. Dolunay var. Ama anlamsız. Ayın durumu ışıkların bu kadar parlak olmadığı coğrafyalarda anlamlı. Yazı düşünün. Sapsarı kumsalları, adaya uzanan soğuk suları ve güneye indiğiniz zamanları özleyin. Tamam. Şimdi eve doğru yürüyün ya da otobüse binin. Ayakta kalın y ada bir cam kenarına oturun. Fark etmez.


Dışarıya bakın. Trafik lambalarındaki saniyeleri sayın. Yanınızda duran otomobilin içindeki insanları izleyin. Düşünün. Hiç gitmediğniz yerleri, arkadaşlarınızdan dinlediğiniz ülkeleri,  adını yalnızca televizyonda duyduğunuz şehirleri düşünün. Dünyada olunabilenecek milyonlarca yer varken neden şu an o otobüste olduğunuzu merak edin. Nasıl olup da dünyadaki bir şehirdeki bir caddeye bu kadar çok insanın ve arabanın sıkışabildiğine şaşırın. Yanınızda oturan kızın aslında yedi milyarda bir ihtimalin gerçekleşmesi olduğunu görün ama inanmayın. Kaldırımda yalnız yürüyen insanlara üzülün. Ne kadar hüzünlü ve ne kadar çoklar, üşüyün. Çok üşüyün hem de... Ne de olsa siz de onlardan birisiniz.


Evin kapısında durun. Anahtarınızı arayın. Bulun. Kapıyı açınca yüzünüze soğuk çarpsın. Yan komşudan gelen yemek kokularını içinize çekin. Buzdolabında küflenmiş yarım bir limon. Boş raflarda yuvarlanan şişeler. Dağınık yatak. Teki kaybolmuş terlik. Katlanmamış pijamalar. Her sehpanın üzerinde bardaklar. Koltukta bisküvi kırıkları. Komodinde kalp kırıkları. Toplamayın hiçbir şeyi. Dağınık kalsın.

Hemen gidip bilgisayarınızı açın. Televizyonun sesini açın. Radyoyu açın. Telefonu yakınınıza alın. Durun. Olmadı. Annenizi arayın. Evet, çok iyiyim. Sesim mi, üşüttüm herhalde biraz, ondandır, deyin. Konuşmanın sonunda durun, aradığınız sözcüğü bulamayın. Boğazınıza takılan şeyleri yutun. Telefonu kapatın. Gidin perdeleri kapatın. Doldurun kadehleri iki tek atın. Ağladığınızı kimse görmesin. Işığı yanan milyonlarca evde, farklı pencerelerden aynı kimsesizliğe bakın.
Anlayın.
Günün sonunda hepimiz yalnızız.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yol

Sana doğru giden bir yoldayım. Cam kenarında oturuyorum. Hava artık erkenden kararıyor. Otobüsün ışıkları çoktan yandı. Trafik var, otobüs tıklım tıklım dolu. Soğuk dışarısı, camlar buğulandı. Ön koltukta oturan çocuk cama eliyle kuşlar çiziyor. Kuşların ömrü çok kısa, hemen eriyip gidiyorlar. İçeride oksijen bitti bitiyor, uyukluyoruz, bazılarının kafaları sağa sola düşüyor. Her durakta açılan arka kapıdan evine doğru koşan yorgun yüzler iniyor, ön kapıdan daha yorgunlar biniyor. Soğuk dolaşıyor ayaklarımızda, ürperiyoruz.


Sana doğru giden bir yoldayım. Geç kaldım. Beni bekliyorsun. Şu an neler yapıyorsun diye düşüyorum. Belki sofraya peçete koymayı unutmuşsundur, çekmeceleri hızlı hızlı açıp kapatıyorsundur. Belki yemeğin tadına baktın, biraz daha tuz ekliyorsundur. Dolaba attığın şarap gelmiştir aklına, çıkarıp masaya koyuyorsundur. Acıkmışsındır iyice, ekmeğin ucundan yiyiyorsundur. Aklında yüzümle odaları dolaşıyorsundur bir bir. Kafanın içindeki tüm düşünceler kapı zili gibi çalıyordur. Kolundaki saate bakıyorsundur durup durup. Geç kaldı, diyorsundur, özlüyorsundur.


Belki de uyukluyorsundur televizyonun karşısında. Yoğun geçmiştir bugünün, yorulmuşsundur, her yerin ağrıyordur. Gözlerin kapanıyordur arada, uykuya yenik düşüyorsundur. Gazeteleri karıştırıp karıştırıp yerine koyuyorsundur. Çok aç değilsindir, yolda atıştırmışsındır. Günün ağırlığı üzerine çökmüştür. Gelse de bana biraz sarılsa, diye düşünüyorsundur. Öyle karanlık günlerden biridir, şefkate muhtaçsındır.


Belki de bugün, o gün değildir. Belki sana giden yollar çoktan silinmiştir haritalardan. Ben otobüste kafamı yanımda oturan hiç tanımadığım adamın omuzuna dayamış, huzursuz rüyalar görüyorumdur. Sana varmayan hayallerimden kazaklar, kaşkollar örüyorumdur yalnızlığıma. Kömür kokan soğuk hava içime işlerken, sana kavuşacakmışım gibi yürüyorumdur yolları. Sanki yeterince hayal edersem kapıyı açtığımda seni evde bulacakmışım gibi özlüyorumdur. Bir süre gerçekten çıkıp geleceğini düşlüyorumdur. Yemek için acele etmeyip, oyalanıyorumdur mutfakta. Saate baka baka karartıyorumdur geceyi. Bu gece de gelmeyeceğini anlayınca, oturuyorumdur camın önüne.Yoksan her sokak aynıdır, yemekler tatsızdır ve filmler hep kötü sonla bitiyordur. Sen ve ben başka evlerden aynı ıssız ve ıslak sokaklara bakıyoruzdur. Gözümden akan her yaş senin pencerene damlıyordur.


Sana giden bir yoldayımdır her akşam ben ama sana giden yollar kapalıdır.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Barışalım mı?

Garson üçüncü kez masamıza gelip boşları topluyormuş gibi yapıyor. Hayır, başka bir şey istemiyoruz. Yarım saattir sen içmediğin kahveni karıştırıyorsun, ben de kaldırımdan geçen insanları izliyorum. Ellerimi ceplerime sokmamak için kendimi zor tutuyorum. Üşüyorum. İçimden kalkıp gitmek geliyor ama seni bırakamıyorum. Pazar akşamüzeri gibi bir ağırlık bağlanmış ayaklarıma. Gidemiyorum. Kaldırımdan geçen herkes sanki bizi tanıyor. Kocaman bir ekrandayız. Bize bakıp fısıldaşıyorlar. Çoğunun yüzü benim gençliğime benziyor. Oysa ben aynaya bakınca kendimi bulamıyorum.Yıllardır söylediğim tüm cümleler aynada yanıp sönüyor. Çok yanıldım, çok yenildim, tamam. Duyguların hepsi içimde her gece maskeli balo düzenlerken, hangisi gerçek bilmek çok mu kolay? Yine de şaşırıyorum. Bunları düşünerek burada oturan gerçekten ben miyim?


Bazı akşamlar koltuğa uzandığımda vücudum tüm enerjisini kaybediyor, tek bir parmağımı dahi oynatamayacağım sanıyorum. Elim televizyonun kumandasına zor uzanıyor. Değişen kanallardaki hayallerle kendimi oyalıyorum gece boyunca. Arada bir telefonu alıp, uzun uzun tutuyorum elimde. Yazdığım uzun mesajları son anda siliyorum. Bir çeşit kara büyüye tutulmuşum gibi zamanın geçmesini bekliyorum yattığım yerde. Telefonun doğru tuşuna basarsam sanki bir şey olacak ve yaşanan her şey unutulacak, zaman en baştan başlayacak. Tavanda başka bir zamana açılan gizli kapılar var, biliyorum. Ama mümkün değil bir daha ayaklarımı ayaklarınla ısıtıp uyumak, anlıyorum. Sırtımı televizyona dönüp sarılıyorum koltuğa. Yalnızken yatak acımasız. Oysa koltuğun kolları var, o da bana sarılıyor.


Yürüyelim mi biraz, diyorsun sonunda. Aramızdaki suskunluk, yüksek gerilim hattı gibi çarpıyor kımıldadıkça. Başını kaldırmışsın fincanından. Kaşık baş dönmesinden kusacak gibi yatıyor tabağın içinde. Kahve hem acı hem soğuk artık. Dışarıda hava soğuk. Güneş batarken altında uzanan deniz soğuk. Ceplerime sokmadığım için parmaklarım soğuk. Bakışlarındaki pişmanlıkla karışık hayalkırıklığı soğuk. Biliyorum ki ev de soğuk. Odalar, koridorlar canlanıyor gözümün önünde. Yastıklar buz parçaları gibi duruyorlar yatağın üzerinde. Tüylerim ürperiyor.


Uzanıp elini tutuyorum. Aramızdaki mesafe kıtalardan kıtalara uzuyor önce, sonra kısalıyor. Barışalım mı artık, diyorum. Camın önündeki kalabalık başlarını sallayarak uzaklaşıyor. Çok uzun bir sessizlik oluyor. Kalbin konuştuğu yerde akıl susuyor çünkü.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Arka balkon

O lanetli günlerden birinin akşamıydı. Hava hiç kararmayacak, güneş o sahte gülümsemesiyle sonsuza dek başımızın üzerinde asılı kalacak sandım. Kocaman duvar saatinin ortasında akreple yelkovan, ayaklarına prangalar bağlanmış gibi durdular tüm gün. Telefon hiç çalmadı. Ben de kimseyi aramadım. Dokuz bardak çay içtim, dört fincan sütlü kahve. İki paket tuzlu bisküviyi bıraktığın mektubu okurken yedim. İki paket sigarayı şimdi ne yapıyorsun acaba, diye düşünürken içtim. Pencerenin önünde dikilip, karşı apartmanın balkonlarına baktım uzun uzun. Arka balkonlar insanların eşyalarını sürgüne yolladığı topraklar sanki. Tozlanmış yapma çiçekler, artık kullanılmayan fırınlar, ayakkabı kutuları, dikiş makineleri, boş saksılar, kuş kafesleri kaderlerine boyun eğmişler. Televizyon çanakları yüzüne dönüşüp, gülümsediler. Çalı süpürgeleri el salladı, eski oyuncaklar başlarını bile kaldırmadılar, dünyaya küstüler. Ben de senin arka balkonunda mıyım acaba artık?

Ne zamanki paltolarının yakalarını kaldırmış memurlar, ellerinde francala ekmekleriyle evlerinin yolunu tuttular, kalktım yerimden. Işıkları kapattım. Sigara mezarlığına dönüşen kültablasını çöpe boşattım. Birden sanki bir yerde beni bekliyorlarmış da çok geç kalmışım gibi bir his kapladı içimi. Kapının alt kilidini kilitledim, üstü bıraktım. Merdivenlerden uçarcasına indim. Koşar adım attım kendimi dışarıya. Soğuk hava yüzüme çarptı. Kaşkolumu burnuma kadar doladım. Otobüs durağına kadar nasıl gittim, hatırlamıyorum. Taksime giden ilk otobüste buldum kendimi. Kalabalıkta tutunacak bir yer bulamadım. Ilık insan bedenlerinin ortasında buz gibi ellerimle durdum. Birden içime cam kırıkları saplanmaya başladı. Önce paltomun sonra gömleğimin düğmelerini açtım. Acının nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Kalbiniz dedi, yanımda dikilen kadın parmağının ucuyla dokunarak. Kalbim mosmordu. Sanki bir yere çarpmışım, sıkıştırmışım, ezmişim gibi. Bir şey yok, dedim bana bakan kalabalığa dönüp. Bir şey yok, yalnızca, bugün terkedildim de... Hepsi başlarını sallayarak, önlerine döndüler. Olur böyle şeyler diye, mırıldandılar. Nefesim o an kesilecek, otobüsün oksijensiz havasında boğularak öleceğim sandım.

Yok, hayır, ölmedim. Otobüsten inince İstiklal caddesinin ilk sağından dönüp, meyhanelerin sokağına girdim. Çalgıcılar beni tanıdı, halimi görünce acıdı. Başımı her hafta seninle gittiğimiz o meyhanenin mermer masasına dayadım. Garson bana soğuk sular, kova kova buzlar, kolonyalı mendiller getirdi. Bir kadeh daha rakı koydu göğsümü açıp her bakışımda bardağıma. İki parça daha buz attı acımı dindirir diye düşünüp. O doldurdu ben içtim. Kadehler doldu boşaldı. Kültablaları doldu boşaldı. Masalar doldu boşaldı. Ben hep ağladım. Sanki bu yaşıma dek ağlayacak neyim varsa bu gece için biriktirmişim gibi hiç durmadan ağladım. Işıkları kapatıp, kapıyı üzerime kilitlediler, yerimden bile kıpırdamadım.