8 Temmuz 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-9

Balkonda uzun uzun oturup kahvaltı ediyorum. Ben masada otururken kuşlar gelip balkon demirlerinde sıralanıyor. Kuşlar için evin yan sokağındaki temizlik süngeri, en adi marka deterjan, çalı süpürgesi, faraş, kedi maması, taşınanlara her boy boş koli ve ihtiyaç olmasa insanın asla aklına gelmeyecek bin bir türlü hırdavat satan dükkandan metal bir suluk aldım. Her gece ağzına kadar doldurduğum kırmızı çiçekli beyaz kabı sabah boş buluyorum. Bir kısmı havaya karışan suyun birazını susayan bir kuşun gagasını daldıra daldıra içtiğini bilmek tuhaf bir his. Balkon mermerlerine ufaladığım bayat ekmekleri, ben üçüncü bardak çayımı içerken toplanıp, yemeye başlıyorlar. Her sabah gelenler aynı kuşlar mı diye dikkatlice bakıyorum yüzlerine ama birini ötekinden ayırt edemiyorum. Tuhaf bir suçluluk duygusuyla benden önce ne yiyip içiyorlardı diye merak ediyorum.


Suluk almak için çıkmamıştım aslında evden o gün. 
İşi bıraktığımın ertesi gününün tamamını yatakta yatarak geçirdim. Akşama doğru acıkınca en büyük boy bir karışık pizza sipariş ettim. İki dilimini geldiği gibi, iki dilimini gece yarısı, bir dilimi sabaha doğru su içmeye mutfağa gittiğimde yedim. Öğlene doğru uyandığımda da kahvaltı olarak kalan son dilimi. O gün yatakta yatarken vücudumun stresten yavaş yavaş nasıl arındığını tüm benliğimde hissettim. İçimde binlerce antilop onlara doğru koşarak gelen aslanlardan kaçıyormuş gibi acelem vardı sabah uyandığımda. Nefesim bile düzensizdi. Artık her sabah yetişmem gereken bir yer olmadığını fark ettiğimde saçlarım dahil tüm uzuvlarım şaşırdı. Sizi taramayacağım bu sabah, dedim. Sıcak maşalarla hiçbir yerinizi kıvırmayacağım. Yatın. Yıkanmak da yok, dibinizden ucunuza kadar yağlanın.

Gün meğer ne uzunmuş. Öğlen olana kadar o günden sonraki hayatımla ilgili düşünmem gereken her şeyi düşünüp bitirmiştim. Terk edildiğime, yanlış işlerde senelerce mutsuz olduğuma, yalnızlığıma, başarısızlığıma defalarca ağlamıştım. Sonunda açlığım galip gelmişti. Bakkalı arayıp altı adet köy yumurtası, Edremit zeytini bir de Ezine peyniri istemiştim bir kalıp. Taptaze, sıcacık bir francala bul getir bana bir yerden, demiştim. Gülmüştü bana telefonda. Çırağı getire getire poşetli dilim ekmek getirmişti. Sesimi çıkarmamıştım. Kapıda sabahlıkla dikilirken ilk kez yüzüne bakmıştım çocuğun. Olsa olsa ortaokul öğrencisi olacak, kıvırcık saçlı, kavruk bir çocuk. Gözlerinin siyahı normal gözlerden daha parlak. Kafasını kaldırıp merdiven boşluğuna bakmıştı üst katta birine bakar gibi para üzerini verirken. Üst kata da mı sipariş var, demiştim. Yok abla sabah götürdüm gazetesini de, valizini çıkarttırdı bana, yazlığa mı gidecek diye merak ettim, demişti. Genç mi, nasıl biri, diye sormuştum. Üst kat komşumu tanımamama hayretle bakışını görmezden gelmiştim. Gazete getirme daha fazla diye arar gidecek olsa, demiştim. Çocuk bana gülümseyerek bakmıştı. Doğru dedin abla, demişti. Gülünce tüm yüzü büyümüştü. Dişleri bembeyazdı. Ağzı çocuğun yüzünden bağımsız biriymiş gibi, çocuk o kadar güzel değilken çok güzeldi. Hep gülse bambaşka bir yüzü daha olacaktı. Bozuk paraları avucuna tutuşturup, haydi kolay gelsin, demiştim. Sanki sabah okula giden oğlumu uğurluyordum. Tutup alnından öpecektim. Merdivende kayboluyordu ki, adın ne senin, diye seslenmiştim arkasından. Mahsun, demişti dönüp bakmadan. Hayatın kendisi bir komedi değilse neydi.

Peynirler sahanda eriyip biraz kıtır kıtır olana kadar başlarında beklemiştim. Her şeyde şairane bir yan buluyordum. Peynirlerin eriyerek tavada yarattıkları şekil bile bana bir şey anlatacak gibiydi. Üç tane yumurtayı, nasıl yerim yaz günü, bana çok değil mi diye bir saniye bile düşünmeden kırmıştım. Terk edildiğimden beri kendi içimden başka biri çıkmış ve alışkanlıklarımı yerle bir etmişti. Yaptığım hiçbir şeyi eskiden yaptığım gibi yapamıyordum. Göz göz yumurtalara ekmek banacak değilim diyerek tavadaki yumurtaları oralardan bir kasırga geçmiş gibi karmakarışık etmiştim. Yumurtaları karıştırırken dün gece üst kattan gelen sesler takılmıştı aklıma. Alıştığım saatte duymayı beklediğim sifon sesi, yer döşemesi gıcırtısı yoktu. Onun yerine sabaha kadar balkon kapısı açılıp kapanmıştı. Sabaha karşı mahur beste çalmıştı üst üste defalarca. Müziğin sesi o kadar açıktı ki gece yarısının sessizliğinde sokağın köşesinden bile duyulmuştur. Ağlama sesi bulmuştum sanki şarkı aralarında. Duyunca ben de ağlamıştım. Ben zaten kolayca her şeye ağlıyordum. Üst kat komşumdan da birkaç damla göz yaşını sakınmayacaktım. Balkonda rakı mı içmişti arkadaşlarıyla da, birkaç kadeh sonra kederlenmiş ağlamıştı. Öyle olsa konuşma sesi duyardım, yoktu. Yalnız başına oturmuş ağlamış mıydı? Neye üzülüyordu bu kadar? O da mı terk edilmişti yoksa daha acı bir olay mı vardı? Neden düşünüyordum bu kadar çok bunları. Yumurtayı çok pişirmeden kapattım altını. İki dilim ekmeği iyice kızarttım. Balkona çıkıp oturdum. Akşama kadar da oturdum. Bir demlik çayı tek başıma içtim. Hafif hafif rüzgar esti akşama doğru. Balkonu yıkadım, ayaklarım suyun içindeyken serinledim. Çiçekleri bol bol suladım. Okul servisleri doldurdu caddeyi öğleden sonra. Bir büyük bardak kahve içtim. Yanında normalde ağzıma sürmediğim sütlü çikolatalardan yedim. Yetmedi. Bir paket kakaolu bisküviyi birazını kahveme banarak, birazını iki parça bisküvinin arasındaki kremayı yalayarak, yedim, bitirdim. İş çıkış saati geldi. Geçti. İşten çıkanlar sokakları doldurunca biraz daha ağladım. Ağlamam geçince içeriye girip müziği açtım. Beraber dinlediğimiz şarkıları dinledim önce. Şarkıların bazı sözleri bazı Bozcaada şaraplarını çağırdı. Atlas'ta gördüğüm piknik görüntüleri gelip gözlerime dolandı. Yazın ortası olmuşken hala bir kez bile ayağımı sokmadığım denizler gelip beni boğdu. Henüz tadına bakmadığım şeker kayısılar, yarma şeftaliler, boynu bükük ahlatlar boğazıma sıralandı. Bir yerlerde pişen zeytinyağlı börülce kokusundan içim dağlandı. Okşamadığım kediler, emzirmediğim bebekler, beslemediğim kuşlar, kalbini kırdığım adamlar, dinlemediğim güzel şarkılar, isimlerinden listeler yapıp okuyamadığım kitaplar önümde sıralandı. Yapamadığım her şey, beraber gidilmemiş yerler, gülünmemiş hikayeler, anıya dönüşemeyen günler üzerime çullandı. Bir hayatın yükünü üzerimden atıyordum. Kolay değildi. Çok ağladım. Sabaha kadar ağladım. Bir yerde durdum yine. 

Karşı apartmanın karşı dairesinde yeni doğmuş bebeğini iki saatte bir uyanıp emziren Aysel, iki gecedir sabaha kadar ışığı yanan balkonlardan gelen müzik sesini dinlemişti. Balkona çıkıp hava alırken karşı balkonda oturan kıza bakıp, ne derdi var bu insanların bu kadar demişti. Derin bir nefes alıp yaz sonunda kızı biraz büyümüş olsa da annesinin Datça'daki yazlığına gidip kalsalar biraz diye düşünmüştü. Ev bebek kokuyordu. Birazdan her şeyi unutmuş, kafasını yastığa koyduğu an uyumuştu.

Önceleri işe giderken hızla ya saçımı toplayarak ya telefonumu, dosyamı, cüzdanımı aldım mı diye çantamı alt üst ederken geçerdim önünden hırdavatçının. Hırdavatçı çoktan kepenkleri kaldırmış, taburesini kaldırıma çıkarmış olurdu. Elinde tavşan kanı çayı, gözünde gözlükleriyle gelene geçene bakardı. Gelene geçene bakmanın pekala yapılabilecek bir meslek olduğunu hiçbir yere geç kalmadığım bir sabah kapısının önünden geçerken düşünmüştüm. Hiç girmemiştim içeriye. Yine de o bana devamlı müşterisiymişim gibi incecik bir gülümsemeyle bakmıştı her geçişimde. Başını azıcık yana eğerek selam verir gibiydi. Balkonda sabaha kadar oturduğum gecenin sabahında, aylardır dip bucak temizlenmemiş evi temizlemeye karar verdim. Cebime birkaç kağıt para sıkıştırıp, elimi kolumu sallayarak evden çıktım. Fırından sıcacık iki simit aldım. Hırdavatçı ben bu defa önünden geçmeyip içeriye girince şaşırdı. Günaydın, dedim. Çamaşır suyu, bir vileda sapı bir de yerleri silmek için deterjan istiyorum. Hepsini tek tek aldı büyükçe bir naylon poşete koydu. Ne kadar borcum, bir de kahvaltı ettiniz mi siz, dedim. Bu her sabah alışveriş yaptığım her esnafa sorduğum bir soru gibi, rahattım. Kahkahası gürültülüydü. Gülerken göbeğini hoplattı. Kalın, tok bir sesi vardı. Ettim kızım, dedi. Sen bu sabah işe gitmedin herhalde. Elimde cebimden çıkardığım paraları görünce, gel sana bir çay koyayım, verirsin parayı sonra, dedi. Tezgahın arkasındaki bölmede kayboldu. Elinde iki cam bardak çayla çıktı. Gel kapının önüne, şu yan taraftaki tabureyi de al, dedi. Çocukluğuma dönmüş gibiydim. Bana ne denirse yapıyordum. Paraları cebime geri koydum. Yanına oturdum. Simitlerin kağıdını açtım. Koparıp uzattığım her simit parçasını yedi. Seçimleri konuştuk, arada bir sesi yükseldi, güldük. Dükkanın önünden geçen herkesle konuştu. Bazılarına bana önceleri yaptığı gibi boynunu azıcık yana eğerek sessiz selamlar yolladı. Geçen yaşlı teyzelere Nebahatcim var mı bir arzun, Nergis temizlik yok mu bugün, Hamdiye kızın okul işi ne oldu, diye seslendi durdu. Geçen hiç kimse de bana, ne yapıyor bu kız orada, diye tuhaf tuhaf bakmadı. Beraber üçer bardak çay içtik. Ramiz Abi bana poşete koyduğu deterjan yerine başka bir markanın deterjanını verdi çıkarken. Ben de poşetime bir sıra mandal, çilek kokan el sabunu ve metal bir kuş suluğu ekledim. Mandallar benden olsun, dedi. Haydi uğra yine, deyip koluma dokundu çıkarken.

Eve döndüğümde deterjanları, toz bezlerini, viledanın yeni sapını koridora yığdım. Kapının hemen önüne oturup biraz daha ağladım. Dünyadaki iyiliği ilk kez fark ediyor, insan sıcaklığından uzak kalmış, uzun zamandır doğru düzgün sevilmemiş biri gibi ağlıyordum.
O sırada apartman merdivenlerinde bir gürültü koptu. İçindeki türlü eşyanın sağa sola savrulduğu bir orta boy bisküvi kutusu en alt basamağa kadar yuvarlandı. Kapımın önüne bir gümüş terağlık düştü, bıçağı da içinden fırlayıp az önce çıkardığım spor ayakkabımın içine girdi. Üst basamaklarda birkaç kartpostal, sayfaları sararmış dünya atlasları, kitaplar ve kitapların arasından dağılan pirinç saplı kitap ayraçları başka bir dünyadan düşmüşler gibi sıralanmışlardı. Yaşlı adam elindeki valizi merdivenlerden tekerleklerini her basamağa vura vura indirmeye çalışıyordu. Benim kapıyı açtığımı fark etmedi. Kendi kendine konuşuyordu. Ah Rauf Bey, diyordu, ah Rauf bey, nasıl düşürdün o kutuyu, hem de geç kalıyorsun. Rauf Bey geç kalmamalıydı. Merdivenlere dağılan her şeyi bir çırpıda koliye yerleştirdim. Koliyi büyükçe bir poşete koydum. İki ucundan tuttuğumuz valizi beraberce apartman girişine indirdik. Uzun zamandır tanıyormuşuz da uzunca bir süredir görüşememişiz gibi sevgiyle baktık birbirimize ayrılırken. Sarılıp defalarca teşekkür etti. Çağırdığı taksi kapıdaydı. Şoför eşyalarını da Rauf Bey'i de güzelce yerleştirdi. 
Sokağın köşesini dönerken arkasına dönüp, üzerini yaşlılık lekelerinin kapladığı elini bir kez daha salladı bana. Bu, üst kat komşumu ilk ve son görüşüm oldu. Üst kattan gelen sesler sonsuza kadar yok olmuştu.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-8

Biz, mesela seninle ayrılsak, kesin her yerde karşılaşırız, dedi durup dururken. Biliyordum ki böyle sözleri asla durup dururken söylemiyordu. Bu sabah beni sabah alarmı çalmadan bir saat önce uyandırmıştı. Rüyamda duyduğum konuşmanın gerçek olduğunu fark edince açmıştım gözlerimi. Kendi kendine ya da kafasındaki bir sesle konuşuyordu. Ayrılmaktan bahsettiğini duyduğum cümleyle beraber algım birden açılmış olmalı. Öncesinde sürdürdüğü konuşmanın ilk birkaç cümlesini duyamamıştım ve ömür boyu merak edecektim. Ona doğru döndüğümde yastığını dikleştirmiş, her ay aldığı edebiyat dergileri yığınından birini seçmiş, okuyordu. Bitirdiği sayfayı diğerinin üzerine katlayıp, okumaya devam ederken elini uzattı, yanağımı okşadı. Bence hiçbir yerde karşılaşmayız, dedim. Saatin ne kadar erken olduğunu görünce, neden erkenden uyandın, dedim. Bilmem, uykum bitmiş, dedi. Haydi kalk, kahvaltıya gidelim.

Terasının alçak duvarlarındaki martıların tüylerini iyice kabartarak kürk mantolu orta yaşlı kadınlar gibi şüphesiz birini yahut bir saati bekledikleri ancak bize hiçbir ipucu vermedikleri bir kafedeydik. Buz gibi bir kış sabahıydı. Bulutların çamur rengine baktıkça içimden yatağa geri dönüp günlerce hiç kalkmadan uyumak geliyordu. Tabağımdaki sandviç ben kesip parçalara ayırdıkça, çoğalıyordu. Kahvemi üzerinden biraz içip biraz süt ekleyerek, karamel rengi bir bulamaca çevirmeyi başarmıştım. Yün atkımı çıkarmadığımdan boynumda sıcak bir el varmış gibi hissediyordum. Masalarda hep birbirimize mesafeli otururduk, yine öyleydik. Biri uzaktan bize baksa, az önce sırada beklerken tanıştığımızı ya da yer olmadığı için aynı masada oturduğumuzu düşünebilirdi. Benim karışımla ancak üç karış gelen mermer masanın iki yanındaki sandalyelerimiz ancak birbirine karşıt görüşlü iki grubun liselerde yaptıkları münazaralar esnasında görülebilecek şekilde konumlanmıştı.


Benim yüzümden.
Ben sevmeyi yirmi beş yaşından sonra bisiklete binmeyi öğrenen biri gibi zar zor öğrenmiştim. Bu yüzden de acemiliğimi kim biraz dikkatlice baksa görebilirdi. Güzel sevememek, yenmeye çalıştığım bir hastalık gibi bazen nüksediyor, içimde nefes alabileceği bir sükunet bulduğunda hafifliyordu. Hafiflediği zamanlar, sinemada uzanıp elini tutuveriyordum, dondurma yerken dudağında kalan çikolata parçasını parmağımla alıp yiyordum, sokakta yürürken birden durup kalabalıklar içinde öptüğüm, arkadaşlarının yanında gidip göğsüne yaslanıverdiğim oluyordu. Kendimden umudumu kaybetmiyordum. Belki de sadece bu sabahın kimyası bozuktu. Bu hissin benimle ilgisi yoktu. Yine de ellerimden anlıyordum, bir şeyler yolunda gitmiyordu. Parmaklarım biraz atkımda dolaşıyor, saçlarımı sağdan sola dağıtıyor, su şişesinin etiketini söküyorlardı. Arada bir onları durdurabilmek için, kollarımı göğsümde çapraz yapıp bağlıyordum, nafile. Biraz sonra yine ekmek kırıntılarında dolaşan serçeler gibi oradan oraya uçuşuyorlardı.

 Başka biri mi var, dedim birden.

 Durup dururken.
 Daha cümle ağzımdan çıkarken, tüm harflerin tek tek belini kırmak istedim. Mümkün olsa sesleri dilimle havada yakalayıp nereden çıktılarsa oraya geri sokuverecektim. Yapamadım. Bir an ikimiz de havada asılı kalan soruya baktık. O an her şey o kadar yavaş çekimde yaşanıyordu ki bunun ne kadar sürdüğünü kestirebilmek olanaksızdı. Belki o zaman diliminde 9:15 vapuru yanaşmıştı iskeleye ve yolcular paltolarının önlerini sıkı sıkı kapatarak başlarını öne eğmiş, rüzgarda savrularak işlerine varmışlardı. Belki bir sonraki vapur gelene kadar susup bakmıştık birbirimize. Belki biz orada öylece otururken mevsimler dönmüş, bir sonraki kış gelmişti. Gökyüzünde nereye gideceğini bilmeyen kelebekler gibi öbek öbek uçuşmaya başlayanlar da bir sonraki kışın karlarıydı. Ölmüştüm belki ben orada otururken. Bir sonraki hayatımda nasıl bir tesadüfler zinciriyse artık, yine aynı adamla aynı yerde oturuyor, çoktan soğumuş kahvemi her seferinde ağzıma götürüp içmeden masaya geri koyuyordum.

Hayalimde, bu soruya, hiç anlam veremeden bakmış, ağzına çarpık bir gülümseme yerleşmiş hemen sonra da kaşları çatılmıştı. Nereden çıkarıyorsun bunları, deyip yüklenecekti bana birazdan. Dönüşmekten en çok korktuğum kadın gibi davrandığım için, az sonra kendimden nefret etmeye başlayacaktım. Başımı öne doğru eğecek, sesimi çıkaramadan bardağın dibindeki iki damla buz gibi kahveyi bir dikişte içip bitirecektim. Seni aldattığımı nasıl düşünürsün, dedikçe, nasıl düşündüm gerçekten, diye uzun uzun düşünecektim. İşe giderken biraz buruk ayrılacaktık. Tüm gün beni bir kez bile aramayacaktı. En yakın arkadaşını öğle arasında arayıp, ben nerede yanlış yapıyorum da bu kadın bunca yıldan sonra hala bana güvenmiyor, diye dert yanacaktı. Bütün gün içim içimi yiyecek, ağzımı haddinden fazla sıcak çaylar ve kopkoyu kahvelerle terbiye edecek, dudaklarımı bütün gün kemirerek cezalandıracaktım. Akşam eve giderken manava uğrayıp, pırasa, taze soğan ve bolca dereotu alacaktım. Evdeki her eşyaya yemek kokusu sinecek, yeni tabakları sofraya koyacak, daha o gelmeden bir buçuk kadeh şarabı içip bitirmiş olacaktım. O yokken içli şarkılar dinleyip hüzünlenecek, beş dakikada bir saate bakacaktım. Beni arayacaktı arabayı park ederken. Hiçbir şey alma, kendin gel diyecektim. Kapıyı açınca sanki yıllardır birbirimizden uzaklarda yaşamışız gibi özlemle sarılacaktım. Bir sonraki sabah kafam göğsünde uyanacaktım. İçimdeki bir yer daha tamir olmuş olacaktı ve başka biri meselesinden bir daha asla bahsetmeyecektik.


Ona baktığımda kafası önüne düşmüştü. Yüzüme bakamıyordu. Benim göremediğim bir cevap yazılıymış gibi çamurlu ayak izlerimizin kuruduğu ahşap döşemeye gözlerini dikmişti. Ellerini nereye koyacağını bulamadıkça terastaki martılar bir yerden havalanıp başka bir yere konuyorlardı. Kapkara bulutlar üzerimizde toplanmıştı. Kar hızlanıyordu. Dışarıda kara yakalananlar kendilerini içeriye attıkça, kalabalık giderek artıyordu. İnsanlar ellerinde evrak çantaları, omuzlarında karların buz tuttuğu paltoları, şemsiyeleri, yerlere kadar atkıları, ceplerine tıkıştırdıkları eldivenleriyle akın akın etrafımızda birikiyorlardı. Hepsi kendine oturacak bir yer, alacak biraz hava, içlerini ısıtacak bir yudum kahve bulmaya uğraşıyordu. Giderek artıyorlar artıyorlar artıyorlardı. Biri gelip topuklu çizmesiyle ayağıma basıyor, annesinin elini tutan sarı montlu çocuk elindeki kekin kırıklarını eteğime döküyor, girecekleri sınavla ilgili son tekrarları yapan öğrencilerden iri olanı koltuğumun kolçağına kalçasını dayıyor, arkamda dikilen takım elbiseli adam kahvesini ağzına götürdükçe elinde tuttuğu paltosunun kenarını saçıma değdiriyor, yere kadar mantosunun önü hala sıkı sıkıya kapalı olan kız erkek tıraşı kesilmiş saçlarındaki karı silkelerken çıkardığı ıslak eldivenleri elime değiyor, içimi ürpertiyordu. Kalabalığın içinden ara ara hırlayan bir köpek sesi bile duyuluyordu. Yine de merdivenlerdeki ayak sesleri bitecek gibi değildi. Bütün şehrin kalabalığı etrafımızda toplanıyor olmalıydı. Nefes alamamaya başlayınca atkımı çıkarıp kucağıma koydum. Saçlarımı çantamın ön gözünde arayıp bulduğum lastikle topladım. Açılacak bir pencere görebilir miyim diye kalabalığın içine bakarken, evet, dedi. Evet, mi dedim. Dosdoğru yüzüme bakıp, evet, dedi. Başka biri var.


Etrafımızdaki tüm kalabalık o saniye yok oldu. İskeleden gelen vapur düdüğüne kafamı çevirip baktığımda, o kadar insanın bir vapura sığmaya çalıştığını, az önce yanımda dikilen sarı montlu çocuğun beresinin güverte korkuluklarına takılı olduğunu, öğrencilerin ders notlarının iskele turnikelerinin yanında yerde çamura bulanmış halde durduğunu gördüm. Her yer bir anda ıssızlaştı. Teras duvarlarındaki martılar bile kaybolmuştu. Gökyüzü bomboştu. Tek bir kahve höpürtüsü, simit çıtırtısı, ayakkabı tıkırtısı, köpek hırıltısı yoktu.


Dünyada kalan en son canlı ben olabilirdim.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Gidilmemiş yerler atlası-7

Bunların hiçbiri yaşanmadı mı yani aslında, dedi, inanamayan gözlerle. Hayır, dedim.
Her zamanki gibi bulaşık makinasının bira bardaklarında bıraktığı su lekelerini kuruluyordu. Bu hareket kurtulamadığı bir alışkanlık gibiydi. Konuşurken tırnak kenarlarını yolmak, saçının ucunu çekiştirmek ya da çenesinin hep aynı yeriyle oynamak yerine, bardakları kuruluyordu. O bulaşık makinasının tuzu bitmiş, dedim. Öyle mi, dedi. Aklı hala anlattıklarımdaydı. Gece pikniği de ilginç fikirmiş gerçekten, romantik, dedi. Öyle, dedim. Keşke gerçekten gitmiş olsaydınız ayrılmadan, dedi. Elindeki kurulama bezini katlayıp, tezgahın altındaki dolaba koydu. Ellerini yıkadı arka taraftaki lavaboda. Dönünce tezgahın üzerindeki salatalık yığınından seçtiği salatalıkları ince ince doğramaya başladı. Arada kestiklerinden bir parça bana uzatıyor, bir parçayı da kendi ağzına atıyordu. Anlayamıyorum böyle ilişkilerin nasıl bittiğini, dedi.

Söylediğine göre yirmi iki yaşındaydı. Dünya üzerinde olup biteni anlayabilmek için önünde fazlasıyla uzun zaman vardı.

Bir gün Balıkesir'deki evinden sırt çantasıyla çıkmış, otogara gitmiş ve nereye gittiğine bakmadan kalkan ilk otobüse binmişti. Şansı yaver gitmişti. Rize' de mevsimlik işçi olup çay toplamak, Bursa'da Kozahan' daki bir kumaşçının ayak işlerine bakmak, Van' da bir mahallenin kıraathanesinde çaycı olmak da yazılı olabilirdi kaderinde. Bunların yerine kendini on iki saat sürecek bir Bodrum yolculuğunda, muavinin verdiği kuru üzümlü keki yerken bulmuştu. Sabahın ilk saatlerinde varmıştı otobüs Bodrum'a. Birkaç saatini otogardaki bankta, nereye gideceğini bilemez halde, sağa sola bakınarak geçirmişti. Otobüsten kalan bisküvileri yemişti acıktıkça. İğrenmiş, tuvaletlere bir türlü girememişti. Yazı halasının yazlığında geçirecek yeğenlerin en büyük boy valizleriyle otobüslerden inişlerini, eve dönen üniversite öğrencilerini, onları bekleyen mini şortlu kızları, taze köy yumurtası dolu kolileri dikkatlice oğlunun bagajına yerleştirmeye çalışan teyzeleri izlemişti. Neden sonra gidip otobüs acentelerinde çalışanlarla konuşmak gelmişti aklına. Acentelerdeki kısa kollu kareli gömleklerinin içinde terleyip duran adamlara, ben nerede iş bulurum, ne iş olsa yaparım, dedikçe, hepsinin içine merhamet duygusu çökmüş, gömlek ceplerinden çıkardıkları sigaralardan birer tane de ona ikram etmişlerdi. Öğlen vakti gelip sıcak iyice bastırınca, akça pakça suratlı çocuğun haline iyice üzülmüşlerdi. Biri garson olarak çalışan yeğeninin bir arkadaşına rica etmiş, git bir görüş, diyerek bir tatil köyünün adını vermiş, gideceği otobüs durağının yerini bile tarif etmişti. Cebindeki son bütün banknotu bozdurup otobüs bileti aldığında, kalan paraları cebine nasıl korkuyla koyduğunu hiç unutmamıştı.

Bunları anlatmamıştı bana.

Altı kişi tatil köyünün güneş ışığı almayan, cehennem sıcağı daracık personel odasında nasıl yattıklarından, sabaha karşı kendi terinde boğulmak üzere, nefessiz uyandığı bu hayata asla dayanamayacağını düşündüğünden ama geri dönemeyeceği için alışmak zorunda kaldığından, sabahın ilk ışıklarıyla beraber kurmaya başladıkları açık büfe kahvaltılarda, kendi çocukluğunda doya doya bir kez bile sosis, salam yiyemeyişinin acısının gelip bağrına nasıl oturduğundan bahsetmemişti. Tabaklarda kalan vişne reçellerini, bir ısırık alınmış şekerpare kayısıları, ucundan çatalla tırtıklanıp bırakılmış portakallı kekleri, hiç dokunulmamış tam yağlı Ezine peynir dilimlerini, bir göz yumurtanın olduğu gibi üzerinde durduğu sucukları çöpe sıyırırken, küçük kardeşinin zayıf kollarının aklına gelip durduğundan. O gün ilk kez fakirliğinin farkına vardığından. İlk günler, bütün gün ne yaptığını bilmez halde dondurma standında dikilirken, kokteyl barda taze meyve suları sıkarken, beş çayında kurabiye servis ederken bacaklarının nasıl hissetmez hale geldiğini de söylememişti hiç. Akşam servisine çıktığı ilk seferde, pembe yüzlü Rusların tabaklarını daha çok doldurabilmek için üst üste yığdıkları yemeklerin suları tabaklarda birbirine karıştıkça, midesinin nasıl bulandığını da. Oysa öyle kötü olmuştu ki, kendini servis mutfağının arka tarafına nasıl attığını bilememişti. Çöp kutularının yan tarafına tüm gün yediğinden daha fazlasını kustuğunu görünce şaşırmıştı. Bir yandan da rahatlamıştı. Mutfak duvarının önüne çökmüş, patates çuvallarına sırtını dayamış, servis saatlerinde yasak olmasına rağmen çıkarmış, bir sigara yakmıştı. Sessizce gökyüzüne bakmıştı. O dakikalar günler sürmüşçesine vücudu dinlenmiş, içindeki daralma geçmişti. O sırada çöpü çıkaran çocuklardan biri şef garson seni arıyor, deyince sigarayı yarım bırakıp, içeriye koşmuştu. İki hafta sonra yemek servisini bırakmıştı.
Animasyon işine geç sen, eğlenceli çocuksun, elin yüzün de düzgün, diyen personel şefinin yüzünü kara çıkarmamıştı. Çok hızlı alışmıştı bu hayata. Diğerlerinin sabah servisi için erkenden odadan çıkarken yaptıkları gürültülerde küçük bir galibiyet bulmuştu. Onlar gittikten sonra birkaç saat daha uyumaya, tıraş olurken aynaya baktıkça kendi gülümseyen yüzünü görmeye başlamıştı. Jimnastik hareketlerine benzeyen hareketler yaparak havuzun başında belirdiğinde insanların dönüp onu izlemelerinden, havuz başında müziğin sesinin yükselmesinden, çocukların neşeli bağırışlarından, dedesi yaşında adamların dans ederek etrafta dolaşmalarından, insanları eğlendirmekten keyif almıştı. Kendini oraların kralı gibi hissetmişti o zamanlar. Küçük bikinili Rus kızların bakışları üzerindeyken, sabah aynada gördüğü silik gülümseme gibi değil, basbayağı dişlerini göstere göstere gülmüştü. Birazdan herkes onunla beraber ellerini çırpıp, havuzda neşeyle birbirine su sıçratmaya başladığında neredeyse mutlu olmuştu. Öğrendiği birkaç Rusça kelimeyle kızlara kırık dökük cümleler kurmayı da başarınca akşam odaya gidince anlatacak tonlarca hikayesi olmuştu. Bir bölümü hiç yaşanmamış olan hikayeleri, saatlerce anlatmıştı ağızları açık dinleyen oda arkadaşlarına. Anlattıkça neredeyse olan bitene kendi bile inanmıştı. Hayal etmek cesaretin bir başka haliydi. O acayip uzun bacaklı olan Rus'u diyorsun değil mi dediğinde Haydar, evet şu  masmavi gözlü olan, diye onaylamıştı. Hepsi masmavi gözlü Ruslar sabaha kadar salına salına rüyalarda dolaşmış,  uyandıklarında odanın içini biraz da bu sebepten iyice ısınmış halde bulmuşlardı.

Bir gece yemek sonrası animasyon saatini bitirmiş, barın yanından geçerken, bar taburelerinde bacak bacak üzerine atmış topuklu ayakkabıları fark etmişti. Koyu renk rujları. Güneşte rengi açılmış upuzun saçları. Çakır keyif oldukça incelen kadın seslerini. Vakit ilerledikçe barmenin kollarına dokunan pembe ojeli elleri. Sabah dosdoğru personel müdürünün karşısına çıkıp, ben animatörlük yaptığım gibi gece yarısından sonra da barda çalışırım demişti. O sırada barmen işten ayrılmayı düşündüğünden, tamam, demişti adam, olur, çekirdekten yetişirsin. Hayatında annesini domates doğrarken bir kez izlememiş Bahadır, ilk gün bıçağı elinde bir tabanca gibi tutarak salatalıkları dilimlemeye, limonları halka halka kesmeye, incecik yeşil elma dilimlerinden yelpazeler yapmaya başlamıştı. Meyve tabakları hazırlamıştı kavunlardan, karpuz göbeklerinden orta yaş üzeri bayanlara sabaha karşı saatlerde. Kızlar Bloody Mary istedikçe domates sularını sevmeyi öğrenmişti. Başlarda Martini kadehleriyle karıştırdığı Margarita bardaklarını tuz dolu kaplara basmayı da. Aylar geçtikçe bar tezgahının arkasındaki hayatı daha da sevmişti. Kokteylini çok beğenen bir müşteriye, birkaç damla portakal şurubu ekliyorum, sırrım bu, derken bulmuştu bir keresinde kendini. O sıralar zaten sonbahar yola çıkmıştı. Oldum ben, diye düşünmüştü Bahadır. Yaz başından beri bir kuruşunu bile harcamadığı maaşları, sakladığı katlanmış çorabın içinden çıkarmıştı. Sırt çantasını takıp çıkmıştı yola. Bu defa hangi otobüse bineceğini bilerek geldiği otogarda, ona ilk gün tatil köyünün adresi veren Nuri Abi' yi bulmuş, ona demli bir çay bile ısmarlamıştı.
İstanbul'da dolaşmıştı biraz. Uzun yıllardır görmediği bir arkadaşının yanında kalmıştı iki hafta. Çocuğa zar zor kabul ettirdiği para karşılığı, her gece çekyatta beli boynu tutula tutula uyumuş, gündüzleri pahalı semtlerin ışıltılı barlarında iş aramıştı. Bulmuştu da. Kaldığı ev o semtlere hem mesafe olarak hem de yaşam olarak o kadar uzaktı ki, bambaşka bir dünyadan düşmüş gibi oluyordu öğleden sonra işe gittiğinde. Sabaha karşı kafası, kokteylleri shakerda sallarken, buzları kırarken, topuklu ayakkabılar dans ederken, sevgililer kavga ederken, paparazziler fotoğraf çekerken, güvenlikler birilerini hırpalarken çıkan seslerle ve çok yakınına gelip siparişini söyleyen kızların ılık sözcüklerinin bıraktığı çınlamalarla dolup taşarken, o saatte çalışan tek bir otobüs bulamadığından bomboş sokaklarda bir süre bekliyordu. Bazı günler yorgunluktan durakta kafası sağa sola yamula yamula uyukluyordu. İlk otobüsü geliyordu şehrin sonunda ve gözlerini henüz  sabaha açamamış uykulu insanlar işe giderlerken, o, üç otobüs değiştirerek evine varıyordu. Uzun sürmemişti bu hayat. Tatil köyündeki odaya katlandığı gibi katlanmamıştı yorgunluğa. Çekip gitmişti bir akşam aniden. Sokaklarındaki samimiyeti sevdiğinden bu semtin küçük barlarında kendine bir yer aramıştı. Şansı bir kez dönmüştü artık. İkinci gün istediği gibi bir iş bulmuştu. Bira dolduruyor işte şimdi bol bol. Hoca yoklama almıyor diye öğleden sonranın derslerine girmeyen öğrencilere, biraz kıskanarak patates kızartması servis ediyor. Yaz okuluna kalmış kızlar sıcaklar bastırınca çiçekli elbiseler giymeye başlıyor, Bahadır aklından masmavi gözlü Rus kızlar şimdi nerede, neler yapıyorlardır diye geçiriyor. Hayır, bunların tek bir kelimesini bile anlatmıyor bana. Bunları hiç yaşamamış gibi davranıyor. Bir gece tanışıp kolayca arkadaş olduğu biri Adanalı diğeri Ardahanlı iki üniversite öğrencisiyle beraber,  Feriköy' de yine hiç güneş almayan bir bodrum katında yaşadıklarını, o bahsetmese bilemeyeceğimi zannediyor.

 Atlas'a ilk kez geldiğim akşam, damlayı verdikten sonra bana, şimdi git evine, iki gün sonra yine gelirsin, dedi. Teklifsizdi. Öyle rahattı ki, bir anda herkesle senli benli konuşmaya başlaması, telefonunu kapatan insanlara bakıp sevgilin mi aradı diye sorması, ilk kez gelen müşteriye telefonun yanındaysa birini aramam lazım, kontörüm bitti demesi, ikinci kez gelen bankacı kıza o eteğin üzerine o gömlek olmuş mu diye söylenmesi insana tuhaf gelmiyordu. Tenha saatlerde gittiğimde bana doldurduğu bira bardağını ara ara alıp, biramdan bir yudum içip yerine koyması sanki dünyanın en normal olayıydı. En yakın arkadaşım su şişemden su içse iğrenen ben, bu durumu yadırgamadan biramdan içmeye, parmaklarından salatalık yemeğe devam ediyordum. Bahadır belli ki içindeki sınırları zaman geçtikçe yıkmıştı. İnsan onunla birkaç dakika geçirince, haritada ülke sınırlarına baktığında aslında ülke diye bir şey olmadığını, bir bütün dünya olduğunu anlar gibi, sınır diye bir şeyin olmadığına, hayatta her şeyin kolayca konuşulabileceğine inanıveriyordu.

 O zaman sen diyorsun ki şimdi, sen aslında hep hayalini kurduğun şeyleri yaşıyor gibi oluyorsun, dedi. Gibi olmuyorum ki, gerçekten yaşıyorum, dedim. Böylesini duymamıştım dedi.  Bana verdiğin damladan herkese vermiyor musun, dedim. Birden yüzü asıldı. Tabi ki hayır, dedi. Konuyu değiştirmek ister gibi, peki, rüya gibi mi, yani aslında rüyada olduğunu anlarsın ya bir yerinde rüyanın, öyle de oluyor mu, dedi. Başımı iki yana salladım biramdan dev bir yudum alırken. Sanki bunları aslında gerçekten daha önce yaşamışım ve aklım tüm detaylarıyla her anı kaydetmiş de, şimdi hatırlıyormuşum gibi olabilir, dedim. Ama o zaman bunların daha önce yaşanmış olması gerekir. Oysa yaşanmadılar, dedim içim titreyerek. Anladım, derken hiç anlamadığı çok belliydi.

Tabi, damlayı verirken içen kişinin tam olarak ne yaşayacağını  bilemiyoruz ama genelde, her şeyi unuttuk bir anda, hiç tanışmamışız gibi aklımızdan çıkıp gitti, diyenleri duydum. Sende sanki, nasıl desem, tam tersine çalışmış gibi. Ne ara aldıysa kurulama bezini, yine bardakları kurulamaya başlamıştı. Bira bardakları hiç bitmeyecekmiş gibi barın üzerinde çoğalıyordu. Sen peki hiç aşık oldun mu, dedim. Duymadı beni. Cevap vermek istemediği soruları duymazdan geldiğini sonradan öğrenecektim. O an bilmiyordum ve sesimin ona gitmediğini düşündüm. Beş dakika önce damladan içmiştim. Bu yüzden bana görüntü bulanıklaşıyor, müziğin sesi yükseliyor, ağzımdan çıkan kelimeler bar tezgahının karşı tarafına geçemeden havada parçalanıyorlar gibi geliyordu.

Gözlerimi kapattım, hazırım, dedim sadece benim duyabileceğim bir sesle.

24 Haziran 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası- 6

Ah, pardon, bana o sepeti ver, ağırdır o, bu poşeti al sen, diyerek içinde buz gibi iki şişe beyaz şarabın olduğu market poşetini kızın eline tutuşturdu.


Hava serinlemişti. Kız, çantasına attığı hırkayı çıkarıp omuzlarına aldı. Park, bugün, geçen hafta olduğu kadar kalabalık değildi. Geçen hafta iş çıkışı koşmaya geldiği günler, her yerden önüne fırlayan çocuklar, birbirlerini kovalayan, ısıran, koklayan her cinsten köpek, tüm öğleden sonralarını piknik örtüsünün üzerinde yuvarlanarak geçirmiş üniversite öğrencileri yüzünden canı sıkılmıştı. Kıştan beri buraya geldiği her akşamüzeri kendini başka bir dünyaya girmiş gibi hissediyordu. Kimsenin olmadığı ağaç kuytuları, yapraksız dallara konmuş kargalar onun arkadaşlarıydı. Derin derin nefes alırken soğuğu, karanlığı, bir süre sonra terlediğini, susadığını hissetmiyordu. Işıksız tenhalarda dolaşan güvenlik görevlilerini çoğu zaman fark etmiyordu. Kafasının içindeki her şeyi burada bırakıyor, onların yerine biraz ter, kuş sesi ve çam yeşili koyuyordu. Oysa havalar ısınınca bu kalabalık onun kişisel alanına girmiş, kendine ait gibi hissettiği bütün koyu ağaç gölgelerini doldurmuştu. Onları görmezden gelmeye çalışmış, geçtiği yollarda kimse yokmuş gibi davranmıştı. Zaten kafası meşguldü. Önünden geçtiği ağaçları alıcı gözle tartmalı, diplerine, gölgelerine bakıp birini seçmeliydi alıp eve götürecekmiş gibi. Havanın soğuğu artık insanın açıkta kalan yerlerini ısırmaz hale geldiğinden beri, koşarken bir yandan bu gece pikniğini planlıyordu.

Aklında eski amerikan filmlerindeki gibi bir piknik sepeti vardı. Kalkmış, üşenmemiş Tahtakale' ye gitmiş, içi kareli kumaşla kaplanmış bir sepet bulabilmek için saatlerce dolaşmıştı. Yoktu. İki akşam internette gezmiş, sonunda bir sitede bulup sipariş verince rahatlamıştı. İş yerine ulaşan kocaman paketi soranlara gülümsemiş, sepet aldım, diyememişti. Eve gidince paketi heyecanla açmış, iç yüzüne dikilmiş kırmızı beyaz kareli kumaşla takım, uzun, kloş etekli bir elbise giydiğini hayal etmişti. Saçlarına kırmızı bir bant takardı. Bembeyaz bir örtü sererdi yere. Örtü, çimenlerin üzerinde gökten yeni düşmüş bir parça bulut gibi dururdu. Bacaklarını altına toplayıp, piknik örtüsünün üzerinde otururken, sepetten bir şarap kadehi çıkarırdı. Gülerdi. Adamla yan yana uzanıp gökyüzüne bakarlardı. Bulutları, birbirlerine normalde söyleyemedikleri bir şeylere benzetip, muhabbete ortak ederlerdi. Bu sırada elleri yanlışlıkla birbirine değer, sonra kaçıverecekmiş gibi telaşla ele ele tutuşurlardı. Durmadan konuşurlardı. İlk kez görüyormuş gibi bakarlardı dallardaki kozalaklara. İlk şarap şişesi boşaldığında içleri ısınmış, sesleri biraz daha yükselmiş olurdu. İkinci şişe adamın iyimserliğindendi. Hep açılır, hiç bitirilemezdi. Gece ilerleyip, hava iyice soğuyunca kalkar, sandviçlerinin çöpleriyle boş şişeyi boşalan market poşetine koyarlardı. Çilek çöpleri çimenlerin bazı yerlerinde unutulurdu. Eve geri götüreceklerini sepetlerine doldurduklarında, bir dünyayı oraya sığdırmış gibi olurlardı. Parkın çıkışına kadar yavaş yavaş, her adımda ne kadar mutlu olduklarını düşünerek yürürlerdi.

Gece pikniği mi, diye şaşırmıştı adam. Ne değişik fikir, olur, tabi, demişti telefonda. Hoşuna gittiğini adamın ses tonundan anlıyordu. Gülümsemişti telefonu kapatınca. Akşam için her şey hazırlanmış, dolapta bekliyordu. Hızlıca aklından parkın yanındaki marketten alınacakları geçirdi. Her şey tamamdı. Neden bu kadar heyecanlanmıştı bu gece için bilmiyordu. İçi kıpır kıpırdı. Ekranın sağ köşesindeki saate baktı. Sekiz saat sonra çimenlere uzanmış olacaktı.

Parkın içine doğru yürüdüler. Adam arada bir kızın yüzüne bakıyordu uzun uzun. Biraz sessiz gibi miydi sanki. Biraz her zamankinden uzak mı yürüyordu. Aralarındaki sessizlik uzuyor muydu. İnsan sessizliği fark edince neden konuşulacak her şey bir anda ortadan kayboluyordu. Bir zaman sonra konuşulacak şeyler bitiyor muydu. Sonra neler olmuştu, dedi kız. Adam gülümsedi. Gülümsemesi her zamanki gibi ve tam o kadardı. Kırılıp dökülen bir yer yoktu dudaklarında. Geldik, dedi. Gösterdiği ağacın altına doğru yürüdüler. Piknik örtüsünü serdi bir çırpıda. Uzaktan bakanlar, dev bir kuşun bir anlığına havalanıp tekrar yere konduğunu sandılar. Bacaklarını kenara toplayıp oturdu, sırtını dikleştirdi. Elbisesinin eteklerini düzeltti. Sevdin mi burayı, dedi. Adam tirbuşonla şarabı açmaya uğraşıyordu, ağzından bir ses çıkmadı. Yalnızca başını salladı. 

Kız delirmek üzere olduğunu hissediyordu. Neredeyse adamı çimenlere yatırıp bütün iç organlarını tek tek muayene edecek, ne oldu, diye gömleğinin yakasından tutup sarsacaktı. İçinde vahşi bir hayvan yaşıyor gibiydi. Üzerine salsa, adamı bir saniyede paramparça ederdi. Hayvanın ipini bir elinden diğerine geçirip duruyordu. Hayvan sivri dişlerinin arasından, işte sonunda haklı olduğumu anlayacaksın, seni sevmiyor artık, diye tıslıyordu. Böyle günler olabilir ki, bir anlamı yok bu sessizliğin, diyordu kız cevaben. Hiç kimse ikna olmuyordu. Adamın onu  eskisi kadar sevmiyor olma olasılığı aklına düşmüştü bir kez. Bu olasılık dakikalar ilerledikçe ısınacak, bir kıvılcım çıktığını görecekler ve tam midesinin altında bir yer yanacaktı. Kızın karnında, bakılınca arkadaki ağacın gövdesinin görülebileceği bir boşluk açılacaktı. Yine de, birine durup dururken beni ilk tanıştığımız zamanlardaki gibi sevmiyor musun artık, diye sorulamazdı. Zaten hayatta sevimsiz cevap olasılığı taşıyan soruları insanlara sormamak gibi bir prensip edinmişti. O an adam, hayır, o zamanki kadar çok sevmiyorum dese, bununla nasıl başa çıkılırdı. Sessizlik bataklıktı artık. Uzadıkça kızı içine çekiyordu. Piknik örtüsünün oturduğu taraftaki püsküllü ucu, dibe varmıştı bile.

Adam, şarap kadehlerinden birini doldurup uzattı. Yavaşça diğer kadehi de doldurdu. İyice kokladı. Derin bir nefes aldı. Gömleğinin en üstteki düğmelerinden birini daha açtı. Kollarını kıvırdı. Senin en sevdiğinden kalmamıştı markette ama bu da güzel, değil mi, dedi. Kızın gözleri doldu. Biri ışıkları söndürmüş gibi güneş son ışığını da alıp gitti. Gecenin karanlığı yavaşça üstlerine iniyordu. Bulutsuz, yıldızlı, lacivert bir tavan vardı yukarıda. Adamın aklı bambaşka yerlerdeydi. Uzandı, kızın elini tuttu. İşte canım sıkıldı bugün biraz, deyip işaret parmağını öptü. 

Midenin altındaki deliğin kaybolması bir saniye bile sürmemişti. 
Eve döndüklerinde, adam, başı kızın göğsünde yatarken kalbinden gelen seste bir atın dörtnala koştuğunu duyduğuna yemin edebilirdi.





21 Haziran 2015 Pazar

Gidilmemiş yerler atlası-5 / Üst katta oturan adam

Bu masayı seviyor. Masif çam. Burnunu dayayınca, uzaklarda bir ormanının loş, nemli ve kuytu taraflarından kokular duyuyor. Çok uzaklarda bir orman bu. Şimdiye kadar çok az insanın içine adım atabildiği. Düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Elini masanın üzerinde gezdiriyor uzun uzun. Yere kadar inen daracık çekmecelerine koyacak şeyler buluyor mahalledeki eskicilerden. Bazı hafta sonları uzun uzun yürüyüp uzak semtlerin antikacılarına gidiyor. Saatlerce eski şeylere dokunuyor. İçlerinde hafifçe atan kalpleri dinliyor. Parmaklarına eski zamanların, güzel ve kötü anıları olan şeylerin ruhu değiyor. Eve her seferinde gazete kağıdına sarılmış, üzerinde değişik ülkelerin damgaları basılı, birbirinden lüzumsuz ve birbirinden anlamsız eşyalarla dönüyor. Gümüş kaplama İngiliz malı tereyağlıkları seviyor. Kim bilir kaçıncı Hollanda malı cep saati durup durup çalışıyor. Kül tablaları, bir teki daha olmayan Çin porseleni fincanlar, kimin kime gönderdiğini hiç bilemeyeceği kartpostallar, bozuk paralar, sapı çatlamış gözlükler, iç astarı yırtılmış cüzdanlar, desenlerine katı sabunların dolup bir türlü çıkmadığı yüzükler, sedef saplı kitap ayraçları... Akla gelmeyecek bin türlü eşya. Dünyanın eskisini ve eskimeyen hikayesini evinde topluyor. Eve dönerken, hep aynı fırından taze bir francala alıyor. Yolda ucunu yemiyor. O coşkulu zamanları geride bıraktı. Sıcak ekmek kokusunun ayartamadığı bir adamdan bahsediyoruz. Kumaş pantolonunun ütüsünden, saçının taranmış tellerinden, ceketinin cebindeki mendilin bıraktığı sabun kokusundan tanıyabileceğiniz birinden. Akşam balkon demirine konan güvercinlerin, aralık kalmış salon perdelerinden içeriye baktıklarında, kucağındaki tepside birkaç yulaflı bisküvi ve bir fincan ıhlamurla, ana haber bültenini izlediğini gördükleri adam bu. Deniz kıyısı bir bankta otururken nasıl olup da bu kadar dalgın olduğunu merak ettiğiniz. Bu adam ki yaz akşamlarını ayvalıktaki evinin önüne attığı masada, bir kayık tabak kavun ve yirmilik klup rakı şişesiyle geçiren. Bahçesindeki onlarca çeşit çiçek kokusu biraz olsun üzerine sinmeyen adam. Evin önünden siz elinizde deniz şemsiyeniz, topunuz, dondurmanız, olgun şeftaliniz, gazetenizle geçerken bir eliyle şapkasını düzeltip, diğerindeki hortumla bahçeyi sulayan. Sabahın altısında herkes uykunun kollarında tutsakken denizin en mahrem yerlerinde yüzen, basılmamış deniz kabuklarında ayak izlerini, kayalara buruşmuş ellerinin tuzunu bırakan o. Yok hayır tanımıyorsunuz onu. Tanısaydınız belki severdiniz.

Zaten o artık hiç kimseyi değil yalnızca bu masif masayı seviyor. Bakkalın her sabah kapısına bıraktığı gazeteyi alıp, oturuyor masanın başına. Çörek otlu galeta çubukları çayına banıyor yumuşasınlar diye. Masadaki saate bakıyor arada. Alışkanlıklarını öldüremiyor insan ne yapsa. Bir yerlere geç kalma hissini bağrında evcil bir hayvan gibi besliyor. Kuş pazarına gitsem bugün, diye düşünüyor, mısır çarşısından taze ada çayı alsam ya da. Gün o kadar uzun ki önünde. Ucu bucağı görünmeyen bir okyanusun ortasında daracık bir sandalda gibi hissediyor kendini. Zamanın çokluğunda boğulacak gibi oluyor. Bitmeyecek bu hayat diyor. Bu sandalyede herkes öldükten sonra bile yaşamaya devam ediyor olacağım. Masanın ikinci çekmecesini açıp küçük bir şişe lavanta kolonyası çıkarıyor. Ellerine, sakalına, şakaklarına döküyor. Fotoğraflara çevirmiyor kafasını. En alt çekmeceden ona seslenen beylik tabancasına da tıkıyor kulaklarını. Gel diyor, Rauf Bey, seninle bugün Eminönü'ndeki ahbapları dolaşmaya gidelim. Evet, kendi kendisiyle, tam da böyle bir tonda, başka birisiymiş gibi konuşuyor. O sandalyede tüm gün oturamasın diye aklını çelmeye, kandırıp temiz hava alabileceği bir yerlere götürmeye uğraşıyor. Beden mi daha yaşlı, ruh mu, bilemiyoruz. Biri diğerini kandırmaya çalışıyor.

Bu masayı seviyor. Masif çam. Damarlı elleri yaşlılık lekeleriyle desenli. Masanın üzerinde resimli bir takvim gibi duruyorlar. Uzunca zamandır tutulmamışlar, soğuklar. Tırnak diplerinden yenmişler yer yer. Kötü alışkanlıklar birer organ gibi içeride yer etmişler. Zamanla yok olmuyorlar. Ne ada çayı, sıcak ekmek, bozulan musluğa cıvata almaya gitmek istiyor bugün, ne bir parkta aylak aylak oturup gelen geçene bakmak ne de kuş pazarlarında tanımadığı esnafla muhabbet etmek. Oturuyor. Yaşamak ne kadar çok diyor içinden oysa ölüvermek bir tane. Doğru bir tane mesela ama yalanlar bin tane. Aydınlıkta her şey ne kadar çok oysa karanlıkta bakılacak şey yalnızca bir tane. Aklımdan geçen insanlar yüzlerce mesela düşünmeye başlasam ama şu an beni düşünen insan muhtemelen hiç yok. Zaman dediğimiz şey insanın hevesi olduğu kadar. Bıktığın an senle beraber duruyor. Ya da zaman çok uzaklarda nemli ve kuytu bir orman. Geçen zamanı düşündükçe düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Kalkıp salonun kadife perdelerini açıyor sonuna kadar. Tozlar havada dağılıyor, uçuyor uçuyor ve kendilerine konacak yeni yerler buluyorlar. Tozlu terliklere basa basa balkonun ucuna kadar gidiyor. Balkonda boş bir kuş kafesi asılı. Tünek kısmı kış yağmurlarıyla başa çıkamamış, paslanmış. Arada bir güvercinler gelip kafesin önündeki balkon demirlerinde yan yana sıralanıp, kafalarını sağa sola çevire çevire, bir toplama kampının kalıntılarına bakar gibi kafesi inceliyorlar. Mısır tarlalarına dikilen korkuluk gibi bir şey olmalı bu onlar için ama azıcık bile korkmuyorlar, diyor adam içinden. Hayret bir şey, diyor sesli sesli. Ayağıyla ortanca saksısını düzeltip diğerleriyle aynı hizaya getiriyor. Akşamüzeri sularım bunları, diyor. Eğilip, sokağa bakıyor. Bakarken alt katın balkonunda oturan kızı görüyor. Masaya konmuş kuş, ekmek kırıklarını tırtıklarken kızın gözü dalmış, uzaklara bakıyor. Bu kız demek ki geceleri ağlayıp duran, diyor. İyice eğilip bakıyor. Kızın kıvırcık saçları suratının üzerinde sonradan biri gelip kalemle karalamış gibi duruyor. Bembeyaz yüzü. Yanakları içine çökmüş. Ne acaba derdi, diye düşünüyor. Çenesindeki çukuru görüyor nasıl beceriyorsa o kadar uzaktan. Ölen karısına benzetiyor kızı birden. Sürekli hüzünlü bakan gözleri, yüzündeki hep bir derdi varmış da diyemiyormuş ifadesi, ellerinin bembeyazlığı, ufacık kavgalarda titremeye başlayan alt dudağıyla nasıl da çocuk, nasıl da güzeldi derken aklında Bozcaada'da teyze kızının düğününde çektirdikleri fotoğraf canlanıyor. Uçuşan mavi etekleri ne hafifmiş diyor. Belki bu kız da o yaşlardadır şimdi. Kocası yok herhalde, şimdiki gençler nedense evlenmiyor. Oysa kendi kızları liseyi bitirdikleri gibi kocalarının kollarına koştular. Oğlu evlenmeyip otuzlarına yaklaşınca korkuya kapılıp, yakın çevreden iyi bir ailenin kızıyla öyle böyle tanıştırıp, aralarını yaptılar. İyice sarkıyor balkondan aşağıya. Unutmasa yüzünü belki merdivende karşılaşınca, nasılsın yavrum, der. Sanki derdinin çaresini biliyormuş da söylemiyormuş gibi baktı kıza. Gençlikte de insan her şeye ne çok üzülüyor, dedi. Kız onu hiç fark etmedi. Birden kalkıp içeri girdi. Balkon kapısını çarparak, kapattı. Adam arkasından bakakaldı. Rauf bey, dedi gel seni geçen gün gittiğimiz pastahaneye götüreyim de bir kazandibi ye. O an gençliğin de, gençliğin o bitmek bilmez dertlerinin de geride kaldığına içten içe seviniyordu. Kendini hafiflemiş buldu masanın başına tekrar oturduğunda. Gözlüklerini taktı. Açıp takvime baktı. Üstten ikinci çekmeceyi açtı. Üst üste koyduğu defterlerden en alttakini eline aldı. Fihristteki N harfini buldu. Masanın üzerindeki telefonun tuşlarını her seferinde her sayıya defterden tek tek bakarak çevirdi. Nuran hanım, merhaba, Rauf ben, dedi. Evet evet, sağ ol. Ben bu hafta sonu gibi gelirim artık diyorum, sen benim evi temizletsen yine oralardan birilerine, olur mu? Olur, ben sana günü tam söylerim yine arar. Ne güzel olur yapsan o sarmalardan. Sağlıcakla kal kızım, sağ ol, deyip kapattı. 
Henüz kimselerin olmadığı buz gibi denizde suya dizlerine kadar girmiş, ellerini beline dayamış, gözlerini kısınca uzakta görebildiği Yunan adalarına bakıyordu. Bu hayalle beraber ihtiyarlığın çok da kötü bir şey olmadığını düşünmeye başladı. Daha sadece altmış yedi yaşımdayım yahu, ölmedim ya, dedi. İyice keyiflenerek ,Talat'la Kenan'ı da çağırırım akşam rakıya, dedi. Çocuklar da gelir bir iki hafta sonu. Tazecik tekirler, bahçeden kopardığı rokalar, dalından şeker gibi kavunlar, masanın yanı başında tüten mangal, radyoyu da açarsa. Dolabın kapağını açıp yarım kollu, mavi kareli gömleği geçirdi üzerine. Kız marketin önünde dergilere bakarken, kızı fark etmeden, önünden yürüyüp gitti.

Akşam saatlerinde büyük kızı arayıp, Talat amcayı kaybetmişiz baba, dediğinde masanın başına çökecekti. Uzun zaman sesi çıkmayınca kızı telaşlanacak, yaşlı başlı adama telefonda böyle haber verilir mi, ya kalp krizi geçirse adam yapayalnızken diye kendine kızacaktı. Adam ne zamandır açmadığı kristal viski şişesinin kapağını açacak, sabaha kadar balkonda oturacaktı. Sabah ilk otobüse binip cenazeye yetişebilirdi ama gitmeyecekti. Fihristten T harfinin olduğu sayfayı açacaktı bir ertesi sabah, başı ağrıdan çatlayarak. Otobüs acentesindeki kızla hiç adeti olmamasına rağmen sert sert konuşacaktı. Cam kenarında bir koltuk bulması konusunda ısrar edecek, yaz sezonu beyefendi dedikçe kız, diretecekti. Bir sonraki otobüs olsun o zaman kızım, bana ne fark eder, derken yumuşayacaktı sesi. Sonra da depo gibi kullandığı odadaki dolabın üzerinden en büyük boy valizi eve ekmek getiren bakkalın çırağına indirtecekti zar zor. Yarım kollu gömlekler, sakız beyazı fanilalar, jilet gibi ütülenmiş açık renk keten pantolonlar üst üste sıralanırken; yıllardır toplanan saatler, kaşıklar, tereyağlıklar, kartpostallar boyunlarını eğip bakacaklar,  nasıl olup da adamın alnının bir gecede bu kadar çok kırışabildiğine anlam veremeyeceklerdi.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-4

Size o gece, o barda gerçekten neler olduğunu anlatmayı çok istiyorum. Günlerdir beklediğiniz mektubu getiren postacıyı gördüğünüz an hissedilen neşe vardır ya. Hani o gün vücudunuz bir kanser hücresi yarattıysa bir yerinizde, o sevinç gitmiş onu öldürmüştür. Öyle bir hisle doluydum.

Ama önce size anlatılan o sabahta aslında neler olduğunu da anlatmak istiyorum.

Sabaha karşı dörtte, artık muhitimin tüm seslerini dinlemeye alışmış olan ben, hala uyanıktım. Her gece bu saatlerde kalkıp tuvalete giden üst komşumu hiç görmemiştim ama onu yetmişlerinde, saçlarını yandan ayıran, beyaz bıyıklarını küçük tarağıyla evden çıkmadan önce her gün tarayan, ütülü pantolonlu ve prostatlı biri olarak hayal ediyordum. Bundan sonra markette karşılaşsak eminim tanır, içtenlikle günaydın derken, o da beni bir yerlerden tanıdığını ama o an çıkaramadığını düşünürdü. Tam saatinde gıcırdayan yatağından kalktı, yavaş adımlarla banyoya yürüdü, sifonu çekti, bence ellerini yıkamadan gitti, yattı. O da yatınca, biraz uykum gelir gibi oldu. Gözlerim yanıyordu. Yan dönüp başucumdaki saatin bir an durmayan saniyesini izlemeye başladım. Saniyenin vahşi bir at gibi tozlu bir bozkırda koştuğunu kafamda canlandırırken, sanırım uykuya dalmışım. Yedi buçuğa kurulu alarmım çalmadan yarım saat önce biri gelip dürtmüş gibi uyandım. Bu yine o histi. Tanıyordum. Uykunun insana unutturduğu tüm acıların, iyi ve kötü anıların uyandığı an insanın midesine yüklenmesine sebep olan his. Yatak artık benim için huzur bulunan bir yer değildi. Kalktım. Tuvalette yarım saat oturup, banyoda üç gün önce bıraktığım gazetenin magazin haberlerini okudum. Çoktan güneydeki tatillerine başlamış olan bazı çok güzel kızların bazı çok yakışıklı adamlarla ne çok eğlendiğine ve ne mutlu hayatlar yaşadıklarına iyice baktım. Bazı insanların bizim hayat boyu başarılı olmak için uğraştığımız işlere, kazanmaya çalıştığımız paralara ve ne yaparsak yapalım biraz acemice kenarında durmaktan kurtulamadığımız, evdeki aynalarda ne kadar çalışsak bir türlü onlar kadar güzel çıkmadığımız bu fotoğraflara nasıl olup da bu kadar kolay sığıverdiklerine  akıl sır erdiremedim. Erdiremedim ama fikir yürütmeye de içimden devam ettim. Nedense hiç acelem yoktu. Oysa işe geç kalmanın tam kıyısındaydım. Eğer on dakika daha anlamsızca evin içinde dolaşırsam, ne giyeceğime de karar veremeyeceğimden, yetişmem gereken metroya yetişemeyecek, onun yakaladığı otobüse binemeyecek ve küçük kararsızlıklarım dev bir geç kalış olarak haneme yazılacaktı. O sabah ne kadar umurumda değildi bu durum, anlatamam.

Cinnet anı dedikleri şeye benzer bir şey yaşadığımı elimdeki telefonun saatine bir kez daha baktıktan hemen sonra rehbere girip, tüm isimleri sildiğimde fark ettim. Hayır, kız gruplarında mesajlaşmak, Aylin'in indirimden aldığı limon sarısı eteği görmek, üç ay sonraki bayram tatiline zavallıca iki gün daha ekleyebilmek için plan yapmak, gülümsemek, hayatıma kaldığım yerden devam ediyormuşum gibi yapmak, işe gitmek, para kazanmak, hiç ama gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyordum. İçinde olduğum hayat, dört bir taraftan beni kuşatmış, nefes alacak alan bırakmamıştı. Bu şehre, her gün bir benzerini yaşadığım günlere zincirlenmiş gibiydim. Deliler gibi uğraşıyor ama bir türlü istediğimi sandığım hayatın içine girecek bir delik açamıyordum. Mutlu hayatlar kendilerini surlarla kapatmış, bırakın sığabileceğim bir deliği, en ufak bir sızıntıya bile izin vermiyorlardı. Kendimi şövalye zırhlarını kemiren bir güve gibi görüyordum. Sanırım son dişimi de bu sabah kırmış ve artık pes etmiştim. 

Buzdolabında çürük kokusunun içinde sağ kalabilmiş birkaç cam kabın kapağını açtım kapadım. Hiç de iştah açıcı olmayan bir kahvaltı tabağı hazırlayıp, bir bardak da çay aldım. Balkondaki tozlu masaya oturdum. Dünyanın her yerinde uyanan insanların, o an kahvaltı masalarında kim bilir kimlerle oturduklarını düşündüm. Lapalarını çubuklarıyla didikleyen Çin ahalisi çoktan kahvaltıyı bitirmiş, çaylarını içmişti. Bir kısım Avrupalı şekerli çöreklerini iki yudumluk kahvelerine banarak gazetelerini okuyordu. İş arkadaşlarımın çoğu önünden geçtikleri bir fırına girip bol margarinli bir poğaça almışlar, birazdan sigara içilebilen terasta bir bardak çayla yiyeceklerdi. Bizim oralarda bir evde, bir babaanne torunlarına kahvaltı için sütlü çorba pişirmiş, uyanmalarını bekliyordu. Bir takım Amerikalı kalkacak ve pancake pişirmek için tavayı ateşe koyacaktı, derin kaselere sütler boca edecekti. Hepsinin mutlu, kalabalıklar içinde ve uykusunu almış vaziyette uyanmış olmalarına imkan var mıydı? Kötü bir rüya gören, kabusunda örümceklerle savaşan, yastığı boynunu ağrıtan, sırtı tutulmuş uyanan da mı yoktu? Bir tek bana mı yaşanacak bir hayat kalmamıştı? Yoksa içimi oyan bu üzüntü hayatımda yokken, başka birileri bir balkonda sabahın ilk saatlerinde mosmor göz halkalarıyla oturuyor ve benim hayatıma mesela, kıskançlık ve haksızlığa uğramışlıkla dolu gözlerle bakıyor muydu? Benim bir versiyonum da bir gün şu balkonda oturduğum güne uzaktan özleyerek ve imrenerek bakacak mıydı? Belki. O an bunları sadece aklımdan geçirebiliyor ama aklımın gösterdiği gerçekliklere inanacak gücü kendimde bulamıyordum. İflah olmaz iyimser tarafım benim kalktığım yatakta, derin bir uykudaydı. 

Balkon demirine konan güvercin, masanın üzerindeki ekmek kırıntılarını çoktandır gözüne kestirmişti. Tek kanat hareketiyle tabağıma konduğunda irkildim. Şehrin tozuna, egzozuna bulanmış kanatlarında birden gözlerimin önüne dünya haritası serildi. Henüz kimsenin basmadığı bir kumsal gibi kullanılmamış. Hayatım gibi yaşanmamış. Kafamı kaldırdım. Kimseye verdiğim bir söz, kaçtığım bir yer, beni bekleyen biri, bağlayan tek bir kemer yoktu buralara. İstersem hemen şimdi buradan yürümeye başlar, Yunanistan sınırından geçer, kayıplara karışır, bir daha da geri dönmezdim. İşi hemen bugün bırakır, bir daha kimsenin yüzünü bile görmez, tek bir açıklama bile yapmama gerek kalmazdı. Bankadaki bir miktar para beni bir süre idare eder, etmezse arabayı satardım. Gittiğim yerlerde sadece yemeğe içmeye para harcar, küçücük hayatımı idare edecek kadar kazanır, kendime beni hiç yormayacak işler bulurdum. Yok olabilirdim. İstediğim coğrafyada istediğim şekilde var olabilirdim. Tabağı da kırıkları da balkonda bırakıp, giyinmeye gittim. Evden tam çıkarken geri dönüp bir bardak su doldurdum. Götürdüm, sardunyalara döktüm. Bir zincir kırılmıştı. Bir tekerlek yerinden fırlamıştı. Bir taş duvardaki sırasından kurtulmuştu. Küçük bir kızın elinden kaçırdığı uçan bir balondum artık, uçup gitmiştim.

O sabahı hala hayatımın gidişatının değiştiği zaman olarak düşünmek hoşuma gidiyor.

19 Haziran 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-3

Evet, benim.

Benden sanki yoldan geçerken gördüğü biri gibi bahseden o dış sesin anlattığı kişiyim, ben.
Hiç de anlatıldığı gibi naif bir ayrılık acısı yaşamıyorum. Tekli kadife koltuğumda oturmuş  güzel manzaralara dalıp giderken hüzünlendikçe sabahlığımın belini biraz daha sıkıyor, eflarlandıkça bir kadeh kırmızı şarabı daha bir dikişte bitiriyor değilim. Birlikte çekilmiş fotoğraflarımıza bakarak sessizce iç çekmiyorum. Gözyaşlarım usulca akarak yastığımın kenarını ıslatırken, hıçkırık seslerim incecik bir halk türküsü kıvamında duvarlarda yankılanmıyor. Hayır.
Haykırıyorum. Evin sessizliğe alışmış duvarları sarsılıp, sıvalarını döküyor. Döküldükleri yerde bırakıyorum. Mutfakta yığılmış çöpler, bunaltıcı akşamlarda kimbilir ne kimyasal tepkimelerle çok acayip kokular salıyor. Kapının önüne çıkarmıyorum. Dolapta limonlar küfleniyor, sütlerin son kullanma tarihleri geçiyor, saklama kaplarındaki birtakım zeytinyağlı yemekler hallerinden utanıp benden bile saklanıyorlar. Balkondaki sardunyalar arada bir camı tıklayıp, su istiyor. Lavanta halinden memnun, adeta yağlanmış, şezlongta güneşleniyor. Evdeki her şey, lavanta hariç, yavaşça ölüyor.

 Cuma gecesi giydiğim pijamayı pazar gecesi duş almadan önce çıkarıyorum. Çıkarıp kirli sepetine değil çöp kutusuna atıyorum. Sanki ne kadar yıkansa üzerine sinen mutsuzluk beni bir daha uyutmazmış gibi geliyor. Duştaki su ya çok soğuk ya çok sıcak akıyor. Kopan saçlarım suda dönüp dönüp, sonunda giderin deliğine dolanıyor. Duştan çıktığım an midemin içinde bir yer ısınmaya başlıyor. Sesim yükseliyor. Birtakım çok kaba, şimdi kimseye söylenemeyecek kadar sinkaflı laflarla, onunla hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Ellerimi yerlere vurarak, insanları tek bir fiskemle uzaklara fırlatarak, ağaçları tutup köklerinden söküp atarak, dünyanın bir ucundan diğerine nefes almadan koşmak istiyorum. İçim kaynıyor, anlıyor musunuz? Kapı arkalarını kontrol edip, onun gerçekten gittiğine ikna olduğum gece, banyoda, lavabonun tam önünde, dizlerimin üzerine çöktüm. Bir süre hiç kımıldamadan, nefes almadan, aklımdan hiçbir düşünce geçmeden durdum. O anı siz pazar sabahları trt 1 de izlediğiniz vahşi batı filmlerinden bilirsiniz. Kovboy, barın iki yana açılan kapısından hızla girer, silahını tam çekecekken, karşısındaki önce davranır, üç el arka arkaya ateş eder. Adam gözleri açık, bir damla yaş kirpiğinde donmuş, yere düşer. Ölmek üzere olduğunun farkında, hiçbir şey yapamadan dünyaya hayal kırıklığı ve acımayla bakar. Öyleydim. Kurşun seslerinin vızıltısını bile duyduğuma emindim. Ölmek üzereydim. Yalnızca nefes almaya devam ettiğimden henüz yaşıyordum. Ne kadar süre orada öyle durdum, hatırlamıyorum. Bacaklarım bana tekrar itaat etmeye karar verdiklerinde kalktım, pijamalarımı giydim, koridorun ışığını açık bıraktım, yatağıma yattım. Uyuyamadım.

Her gece ben, tartsam bir gram gelmeyecek hafiflikte uykularda yuvarlanırken, demek geceleri oda ve odadaki her şey bu şekilde burada durmaya devam ediyor, dedim. Bir gece önce yattığımda vücudumun her noktası çarşafa temas ederken, o gece ellerim, ayaklarım bir türlü yerini bulamadı. Oda sessiz, ev sakin, eşyalar kendi halinde. Yan apartmanın karanlığı yerlere kadar perdelerin üzerinde. Arada bir mutfaktan gelen bir tıkırtı. Uzayıp kısalan yatak gıcırtısı. Üst katta tuvalete kalkan birinin çektiği sifonun sesi. Uzaklardan bir bebek ağlaması. Yoldan geçen bir arabanın freni. O kadar. Yaz daha gelmedi diye kaldırmadığım yorgan o gece bacaklarıma dolandı durdu. Aklım, yaşadığımız her günü bir uçurtmanın ipi gibi sarmıştı.O gece açtıkça açtı. Uçurtma havalandıkça havalandı. Her gün sondan başa, baştan yaşandı. Sabah kalktığımda ilkçağlarda bulsaydım kendimi şaşırmazdım. Bulmadım.

 Hiçbir şey olmamış gibi kalktım, gözlerimi maviye boyayıp, kırmızı bir etek giydim. İsyansa isyan dedim. Bu kadarcık şey içimdeki yaşama sevincini kaybettiremezdi bana. Günü biraz sessiz geçirdim, tamam. Pek konsantre olamadığımdan bazı cümleleri tamamlayamadım, bazılarını taşa vurdum, kırdım. Olsun. Akşam işten çıkıp, kalabalık sokaklarda yürüdüm. Birkaç sokak boyunca keyfim yerindeydi. Balık pazarının önündeki kedileri okşadım, tezgahlardaki barbunları saydım. Vitrinlerdeki yazlık elbiselere, rengarenk mayolara, piknik kıyafetine benzettiğim uzun eteklere baktım. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Birden aklıma yapmayı unuttuğum bir şey gelmiş gibi, yüreğim hopladı. Yolun karşısına geçerken neredeyse koşuyordum. Kapı önündeki masalarında üniversite öğrencilerinin dev bardaklarda buz gibi biralar içtiği bir yere telaşla girdim. Henüz kimselerin olmadığı bara oturdum. Barmen yüzüme şöyle bir baktı. Beni tanımış gibiydi. Daha önce gelmiş miydim buraya diye etrafa baktım. Kiraz ağacından bu daracık ahşap merdiveni daha önce görsem hatırlardım, dedim. Adı ne buranın, dedim barmene. Bir an yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. Bas sesiyle, Atlas, dedi. Kuruladığı bardağı tezgaha bırakıp, elini uzattı, merhaba, Bahadır, ben de. Suratındaki müstehzi gülümseme konuşurken hiçbir yere kıpırdamıyordu. Yüzünün ölçüsüne göre kesilip, dudaklarına dikilmiş gibiydi. Bardakları kuruladığı bezi omzuna attı. Eğildi. Barın altında bir süre görünmez oldu. Doğrulduğunda elindeki kutunun içinden gözdamlası gibi bir şey çıkardı. Aç ağzını, dedi. Hiç karşı koymadım. Ne olduğunu bile sormadım. Ömrüm boyunca yabancılara güvenmemekle, onların verdiği şeyleri yememekle ilgili öğretilmiş ne varsa sildim attım. Yerde yatmış ölmeyi bekleyen kovboydum yine. Ağzıma iki damla mor sıvı damlattı. O kadar.

Sonra neler olduğuyla ilgili çok düşündüm. Bazı geceler uykumun çok derin bir yerinde o ana geri dönüp, mantıklı açıklamalar bulur gibi oldum. Uyandığımda, her şey çok gerçeküstü geldiğinden, öyle olmamıştır, dedim. İnanamadım. Ama içten içe emindim. Gördüğüm her şey, gerçekten olmuştu.