21 Haziran 2015 Pazar

Gidilmemiş yerler atlası-5 / Üst katta oturan adam

Bu masayı seviyor. Masif çam. Burnunu dayayınca, uzaklarda bir ormanının loş, nemli ve kuytu taraflarından kokular duyuyor. Çok uzaklarda bir orman bu. Şimdiye kadar çok az insanın içine adım atabildiği. Düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Elini masanın üzerinde gezdiriyor uzun uzun. Yere kadar inen daracık çekmecelerine koyacak şeyler buluyor mahalledeki eskicilerden. Bazı hafta sonları uzun uzun yürüyüp uzak semtlerin antikacılarına gidiyor. Saatlerce eski şeylere dokunuyor. İçlerinde hafifçe atan kalpleri dinliyor. Parmaklarına eski zamanların, güzel ve kötü anıları olan şeylerin ruhu değiyor. Eve her seferinde gazete kağıdına sarılmış, üzerinde değişik ülkelerin damgaları basılı, birbirinden lüzumsuz ve birbirinden anlamsız eşyalarla dönüyor. Gümüş kaplama İngiliz malı tereyağlıkları seviyor. Kim bilir kaçıncı Hollanda malı cep saati durup durup çalışıyor. Kül tablaları, bir teki daha olmayan Çin porseleni fincanlar, kimin kime gönderdiğini hiç bilemeyeceği kartpostallar, bozuk paralar, sapı çatlamış gözlükler, iç astarı yırtılmış cüzdanlar, desenlerine katı sabunların dolup bir türlü çıkmadığı yüzükler, sedef saplı kitap ayraçları... Akla gelmeyecek bin türlü eşya. Dünyanın eskisini ve eskimeyen hikayesini evinde topluyor. Eve dönerken, hep aynı fırından taze bir francala alıyor. Yolda ucunu yemiyor. O coşkulu zamanları geride bıraktı. Sıcak ekmek kokusunun ayartamadığı bir adamdan bahsediyoruz. Kumaş pantolonunun ütüsünden, saçının taranmış tellerinden, ceketinin cebindeki mendilin bıraktığı sabun kokusundan tanıyabileceğiniz birinden. Akşam balkon demirine konan güvercinlerin, aralık kalmış salon perdelerinden içeriye baktıklarında, kucağındaki tepside birkaç yulaflı bisküvi ve bir fincan ıhlamurla, ana haber bültenini izlediğini gördükleri adam bu. Deniz kıyısı bir bankta otururken nasıl olup da bu kadar dalgın olduğunu merak ettiğiniz. Bu adam ki yaz akşamlarını ayvalıktaki evinin önüne attığı masada, bir kayık tabak kavun ve yirmilik klup rakı şişesiyle geçiren. Bahçesindeki onlarca çeşit çiçek kokusu biraz olsun üzerine sinmeyen adam. Evin önünden siz elinizde deniz şemsiyeniz, topunuz, dondurmanız, olgun şeftaliniz, gazetenizle geçerken bir eliyle şapkasını düzeltip, diğerindeki hortumla bahçeyi sulayan. Sabahın altısında herkes uykunun kollarında tutsakken denizin en mahrem yerlerinde yüzen, basılmamış deniz kabuklarında ayak izlerini, kayalara buruşmuş ellerinin tuzunu bırakan o. Yok hayır tanımıyorsunuz onu. Tanısaydınız belki severdiniz.

Zaten o artık hiç kimseyi değil yalnızca bu masif masayı seviyor. Bakkalın her sabah kapısına bıraktığı gazeteyi alıp, oturuyor masanın başına. Çörek otlu galeta çubukları çayına banıyor yumuşasınlar diye. Masadaki saate bakıyor arada. Alışkanlıklarını öldüremiyor insan ne yapsa. Bir yerlere geç kalma hissini bağrında evcil bir hayvan gibi besliyor. Kuş pazarına gitsem bugün, diye düşünüyor, mısır çarşısından taze ada çayı alsam ya da. Gün o kadar uzun ki önünde. Ucu bucağı görünmeyen bir okyanusun ortasında daracık bir sandalda gibi hissediyor kendini. Zamanın çokluğunda boğulacak gibi oluyor. Bitmeyecek bu hayat diyor. Bu sandalyede herkes öldükten sonra bile yaşamaya devam ediyor olacağım. Masanın ikinci çekmecesini açıp küçük bir şişe lavanta kolonyası çıkarıyor. Ellerine, sakalına, şakaklarına döküyor. Fotoğraflara çevirmiyor kafasını. En alt çekmeceden ona seslenen beylik tabancasına da tıkıyor kulaklarını. Gel diyor, Rauf Bey, seninle bugün Eminönü'ndeki ahbapları dolaşmaya gidelim. Evet, kendi kendisiyle, tam da böyle bir tonda, başka birisiymiş gibi konuşuyor. O sandalyede tüm gün oturamasın diye aklını çelmeye, kandırıp temiz hava alabileceği bir yerlere götürmeye uğraşıyor. Beden mi daha yaşlı, ruh mu, bilemiyoruz. Biri diğerini kandırmaya çalışıyor.

Bu masayı seviyor. Masif çam. Damarlı elleri yaşlılık lekeleriyle desenli. Masanın üzerinde resimli bir takvim gibi duruyorlar. Uzunca zamandır tutulmamışlar, soğuklar. Tırnak diplerinden yenmişler yer yer. Kötü alışkanlıklar birer organ gibi içeride yer etmişler. Zamanla yok olmuyorlar. Ne ada çayı, sıcak ekmek, bozulan musluğa cıvata almaya gitmek istiyor bugün, ne bir parkta aylak aylak oturup gelen geçene bakmak ne de kuş pazarlarında tanımadığı esnafla muhabbet etmek. Oturuyor. Yaşamak ne kadar çok diyor içinden oysa ölüvermek bir tane. Doğru bir tane mesela ama yalanlar bin tane. Aydınlıkta her şey ne kadar çok oysa karanlıkta bakılacak şey yalnızca bir tane. Aklımdan geçen insanlar yüzlerce mesela düşünmeye başlasam ama şu an beni düşünen insan muhtemelen hiç yok. Zaman dediğimiz şey insanın hevesi olduğu kadar. Bıktığın an senle beraber duruyor. Ya da zaman çok uzaklarda nemli ve kuytu bir orman. Geçen zamanı düşündükçe düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Kalkıp salonun kadife perdelerini açıyor sonuna kadar. Tozlar havada dağılıyor, uçuyor uçuyor ve kendilerine konacak yeni yerler buluyorlar. Tozlu terliklere basa basa balkonun ucuna kadar gidiyor. Balkonda boş bir kuş kafesi asılı. Tünek kısmı kış yağmurlarıyla başa çıkamamış, paslanmış. Arada bir güvercinler gelip kafesin önündeki balkon demirlerinde yan yana sıralanıp, kafalarını sağa sola çevire çevire, bir toplama kampının kalıntılarına bakar gibi kafesi inceliyorlar. Mısır tarlalarına dikilen korkuluk gibi bir şey olmalı bu onlar için ama azıcık bile korkmuyorlar, diyor adam içinden. Hayret bir şey, diyor sesli sesli. Ayağıyla ortanca saksısını düzeltip diğerleriyle aynı hizaya getiriyor. Akşamüzeri sularım bunları, diyor. Eğilip, sokağa bakıyor. Bakarken alt katın balkonunda oturan kızı görüyor. Masaya konmuş kuş, ekmek kırıklarını tırtıklarken kızın gözü dalmış, uzaklara bakıyor. Bu kız demek ki geceleri ağlayıp duran, diyor. İyice eğilip bakıyor. Kızın kıvırcık saçları suratının üzerinde sonradan biri gelip kalemle karalamış gibi duruyor. Bembeyaz yüzü. Yanakları içine çökmüş. Ne acaba derdi, diye düşünüyor. Çenesindeki çukuru görüyor nasıl beceriyorsa o kadar uzaktan. Ölen karısına benzetiyor kızı birden. Sürekli hüzünlü bakan gözleri, yüzündeki hep bir derdi varmış da diyemiyormuş ifadesi, ellerinin bembeyazlığı, ufacık kavgalarda titremeye başlayan alt dudağıyla nasıl da çocuk, nasıl da güzeldi derken aklında Bozcaada'da teyze kızının düğününde çektirdikleri fotoğraf canlanıyor. Uçuşan mavi etekleri ne hafifmiş diyor. Belki bu kız da o yaşlardadır şimdi. Kocası yok herhalde, şimdiki gençler nedense evlenmiyor. Oysa kendi kızları liseyi bitirdikleri gibi kocalarının kollarına koştular. Oğlu evlenmeyip otuzlarına yaklaşınca korkuya kapılıp, yakın çevreden iyi bir ailenin kızıyla öyle böyle tanıştırıp, aralarını yaptılar. İyice sarkıyor balkondan aşağıya. Unutmasa yüzünü belki merdivende karşılaşınca, nasılsın yavrum, der. Sanki derdinin çaresini biliyormuş da söylemiyormuş gibi baktı kıza. Gençlikte de insan her şeye ne çok üzülüyor, dedi. Kız onu hiç fark etmedi. Birden kalkıp içeri girdi. Balkon kapısını çarparak, kapattı. Adam arkasından bakakaldı. Rauf bey, dedi gel seni geçen gün gittiğimiz pastahaneye götüreyim de bir kazandibi ye. O an gençliğin de, gençliğin o bitmek bilmez dertlerinin de geride kaldığına içten içe seviniyordu. Kendini hafiflemiş buldu masanın başına tekrar oturduğunda. Gözlüklerini taktı. Açıp takvime baktı. Üstten ikinci çekmeceyi açtı. Üst üste koyduğu defterlerden en alttakini eline aldı. Fihristteki N harfini buldu. Masanın üzerindeki telefonun tuşlarını her seferinde her sayıya defterden tek tek bakarak çevirdi. Nuran hanım, merhaba, Rauf ben, dedi. Evet evet, sağ ol. Ben bu hafta sonu gibi gelirim artık diyorum, sen benim evi temizletsen yine oralardan birilerine, olur mu? Olur, ben sana günü tam söylerim yine arar. Ne güzel olur yapsan o sarmalardan. Sağlıcakla kal kızım, sağ ol, deyip kapattı. 
Henüz kimselerin olmadığı buz gibi denizde suya dizlerine kadar girmiş, ellerini beline dayamış, gözlerini kısınca uzakta görebildiği Yunan adalarına bakıyordu. Bu hayalle beraber ihtiyarlığın çok da kötü bir şey olmadığını düşünmeye başladı. Daha sadece altmış yedi yaşımdayım yahu, ölmedim ya, dedi. İyice keyiflenerek ,Talat'la Kenan'ı da çağırırım akşam rakıya, dedi. Çocuklar da gelir bir iki hafta sonu. Tazecik tekirler, bahçeden kopardığı rokalar, dalından şeker gibi kavunlar, masanın yanı başında tüten mangal, radyoyu da açarsa. Dolabın kapağını açıp yarım kollu, mavi kareli gömleği geçirdi üzerine. Kız marketin önünde dergilere bakarken, kızı fark etmeden, önünden yürüyüp gitti.

Akşam saatlerinde büyük kızı arayıp, Talat amcayı kaybetmişiz baba, dediğinde masanın başına çökecekti. Uzun zaman sesi çıkmayınca kızı telaşlanacak, yaşlı başlı adama telefonda böyle haber verilir mi, ya kalp krizi geçirse adam yapayalnızken diye kendine kızacaktı. Adam ne zamandır açmadığı kristal viski şişesinin kapağını açacak, sabaha kadar balkonda oturacaktı. Sabah ilk otobüse binip cenazeye yetişebilirdi ama gitmeyecekti. Fihristten T harfinin olduğu sayfayı açacaktı bir ertesi sabah, başı ağrıdan çatlayarak. Otobüs acentesindeki kızla hiç adeti olmamasına rağmen sert sert konuşacaktı. Cam kenarında bir koltuk bulması konusunda ısrar edecek, yaz sezonu beyefendi dedikçe kız, diretecekti. Bir sonraki otobüs olsun o zaman kızım, bana ne fark eder, derken yumuşayacaktı sesi. Sonra da depo gibi kullandığı odadaki dolabın üzerinden en büyük boy valizi eve ekmek getiren bakkalın çırağına indirtecekti zar zor. Yarım kollu gömlekler, sakız beyazı fanilalar, jilet gibi ütülenmiş açık renk keten pantolonlar üst üste sıralanırken; yıllardır toplanan saatler, kaşıklar, tereyağlıklar, kartpostallar boyunlarını eğip bakacaklar,  nasıl olup da adamın alnının bir gecede bu kadar çok kırışabildiğine anlam veremeyeceklerdi.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-4

Size o gece, o barda gerçekten neler olduğunu anlatmayı çok istiyorum. Günlerdir beklediğiniz mektubu getiren postacıyı gördüğünüz an hissedilen neşe vardır ya. Hani o gün vücudunuz bir kanser hücresi yarattıysa bir yerinizde, o sevinç gitmiş onu öldürmüştür. Öyle bir hisle doluydum.

Ama önce size anlatılan o sabahta aslında neler olduğunu da anlatmak istiyorum.

Sabaha karşı dörtte, artık muhitimin tüm seslerini dinlemeye alışmış olan ben, hala uyanıktım. Her gece bu saatlerde kalkıp tuvalete giden üst komşumu hiç görmemiştim ama onu yetmişlerinde, saçlarını yandan ayıran, beyaz bıyıklarını küçük tarağıyla evden çıkmadan önce her gün tarayan, ütülü pantolonlu ve prostatlı biri olarak hayal ediyordum. Bundan sonra markette karşılaşsak eminim tanır, içtenlikle günaydın derken, o da beni bir yerlerden tanıdığını ama o an çıkaramadığını düşünürdü. Tam saatinde gıcırdayan yatağından kalktı, yavaş adımlarla banyoya yürüdü, sifonu çekti, bence ellerini yıkamadan gitti, yattı. O da yatınca, biraz uykum gelir gibi oldu. Gözlerim yanıyordu. Yan dönüp başucumdaki saatin bir an durmayan saniyesini izlemeye başladım. Saniyenin vahşi bir at gibi tozlu bir bozkırda koştuğunu kafamda canlandırırken, sanırım uykuya dalmışım. Yedi buçuğa kurulu alarmım çalmadan yarım saat önce biri gelip dürtmüş gibi uyandım. Bu yine o histi. Tanıyordum. Uykunun insana unutturduğu tüm acıların, iyi ve kötü anıların uyandığı an insanın midesine yüklenmesine sebep olan his. Yatak artık benim için huzur bulunan bir yer değildi. Kalktım. Tuvalette yarım saat oturup, banyoda üç gün önce bıraktığım gazetenin magazin haberlerini okudum. Çoktan güneydeki tatillerine başlamış olan bazı çok güzel kızların bazı çok yakışıklı adamlarla ne çok eğlendiğine ve ne mutlu hayatlar yaşadıklarına iyice baktım. Bazı insanların bizim hayat boyu başarılı olmak için uğraştığımız işlere, kazanmaya çalıştığımız paralara ve ne yaparsak yapalım biraz acemice kenarında durmaktan kurtulamadığımız, evdeki aynalarda ne kadar çalışsak bir türlü onlar kadar güzel çıkmadığımız bu fotoğraflara nasıl olup da bu kadar kolay sığıverdiklerine  akıl sır erdiremedim. Erdiremedim ama fikir yürütmeye de içimden devam ettim. Nedense hiç acelem yoktu. Oysa işe geç kalmanın tam kıyısındaydım. Eğer on dakika daha anlamsızca evin içinde dolaşırsam, ne giyeceğime de karar veremeyeceğimden, yetişmem gereken metroya yetişemeyecek, onun yakaladığı otobüse binemeyecek ve küçük kararsızlıklarım dev bir geç kalış olarak haneme yazılacaktı. O sabah ne kadar umurumda değildi bu durum, anlatamam.

Cinnet anı dedikleri şeye benzer bir şey yaşadığımı elimdeki telefonun saatine bir kez daha baktıktan hemen sonra rehbere girip, tüm isimleri sildiğimde fark ettim. Hayır, kız gruplarında mesajlaşmak, Aylin'in indirimden aldığı limon sarısı eteği görmek, üç ay sonraki bayram tatiline zavallıca iki gün daha ekleyebilmek için plan yapmak, gülümsemek, hayatıma kaldığım yerden devam ediyormuşum gibi yapmak, işe gitmek, para kazanmak, hiç ama gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyordum. İçinde olduğum hayat, dört bir taraftan beni kuşatmış, nefes alacak alan bırakmamıştı. Bu şehre, her gün bir benzerini yaşadığım günlere zincirlenmiş gibiydim. Deliler gibi uğraşıyor ama bir türlü istediğimi sandığım hayatın içine girecek bir delik açamıyordum. Mutlu hayatlar kendilerini surlarla kapatmış, bırakın sığabileceğim bir deliği, en ufak bir sızıntıya bile izin vermiyorlardı. Kendimi şövalye zırhlarını kemiren bir güve gibi görüyordum. Sanırım son dişimi de bu sabah kırmış ve artık pes etmiştim. 

Buzdolabında çürük kokusunun içinde sağ kalabilmiş birkaç cam kabın kapağını açtım kapadım. Hiç de iştah açıcı olmayan bir kahvaltı tabağı hazırlayıp, bir bardak da çay aldım. Balkondaki tozlu masaya oturdum. Dünyanın her yerinde uyanan insanların, o an kahvaltı masalarında kim bilir kimlerle oturduklarını düşündüm. Lapalarını çubuklarıyla didikleyen Çin ahalisi çoktan kahvaltıyı bitirmiş, çaylarını içmişti. Bir kısım Avrupalı şekerli çöreklerini iki yudumluk kahvelerine banarak gazetelerini okuyordu. İş arkadaşlarımın çoğu önünden geçtikleri bir fırına girip bol margarinli bir poğaça almışlar, birazdan sigara içilebilen terasta bir bardak çayla yiyeceklerdi. Bizim oralarda bir evde, bir babaanne torunlarına kahvaltı için sütlü çorba pişirmiş, uyanmalarını bekliyordu. Bir takım Amerikalı kalkacak ve pancake pişirmek için tavayı ateşe koyacaktı, derin kaselere sütler boca edecekti. Hepsinin mutlu, kalabalıklar içinde ve uykusunu almış vaziyette uyanmış olmalarına imkan var mıydı? Kötü bir rüya gören, kabusunda örümceklerle savaşan, yastığı boynunu ağrıtan, sırtı tutulmuş uyanan da mı yoktu? Bir tek bana mı yaşanacak bir hayat kalmamıştı? Yoksa içimi oyan bu üzüntü hayatımda yokken, başka birileri bir balkonda sabahın ilk saatlerinde mosmor göz halkalarıyla oturuyor ve benim hayatıma mesela, kıskançlık ve haksızlığa uğramışlıkla dolu gözlerle bakıyor muydu? Benim bir versiyonum da bir gün şu balkonda oturduğum güne uzaktan özleyerek ve imrenerek bakacak mıydı? Belki. O an bunları sadece aklımdan geçirebiliyor ama aklımın gösterdiği gerçekliklere inanacak gücü kendimde bulamıyordum. İflah olmaz iyimser tarafım benim kalktığım yatakta, derin bir uykudaydı. 

Balkon demirine konan güvercin, masanın üzerindeki ekmek kırıntılarını çoktandır gözüne kestirmişti. Tek kanat hareketiyle tabağıma konduğunda irkildim. Şehrin tozuna, egzozuna bulanmış kanatlarında birden gözlerimin önüne dünya haritası serildi. Henüz kimsenin basmadığı bir kumsal gibi kullanılmamış. Hayatım gibi yaşanmamış. Kafamı kaldırdım. Kimseye verdiğim bir söz, kaçtığım bir yer, beni bekleyen biri, bağlayan tek bir kemer yoktu buralara. İstersem hemen şimdi buradan yürümeye başlar, Yunanistan sınırından geçer, kayıplara karışır, bir daha da geri dönmezdim. İşi hemen bugün bırakır, bir daha kimsenin yüzünü bile görmez, tek bir açıklama bile yapmama gerek kalmazdı. Bankadaki bir miktar para beni bir süre idare eder, etmezse arabayı satardım. Gittiğim yerlerde sadece yemeğe içmeye para harcar, küçücük hayatımı idare edecek kadar kazanır, kendime beni hiç yormayacak işler bulurdum. Yok olabilirdim. İstediğim coğrafyada istediğim şekilde var olabilirdim. Tabağı da kırıkları da balkonda bırakıp, giyinmeye gittim. Evden tam çıkarken geri dönüp bir bardak su doldurdum. Götürdüm, sardunyalara döktüm. Bir zincir kırılmıştı. Bir tekerlek yerinden fırlamıştı. Bir taş duvardaki sırasından kurtulmuştu. Küçük bir kızın elinden kaçırdığı uçan bir balondum artık, uçup gitmiştim.

O sabahı hala hayatımın gidişatının değiştiği zaman olarak düşünmek hoşuma gidiyor.

19 Haziran 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-3

Evet, benim.

Benden sanki yoldan geçerken gördüğü biri gibi bahseden o dış sesin anlattığı kişiyim, ben.
Hiç de anlatıldığı gibi naif bir ayrılık acısı yaşamıyorum. Tekli kadife koltuğumda oturmuş  güzel manzaralara dalıp giderken hüzünlendikçe sabahlığımın belini biraz daha sıkıyor, eflarlandıkça bir kadeh kırmızı şarabı daha bir dikişte bitiriyor değilim. Birlikte çekilmiş fotoğraflarımıza bakarak sessizce iç çekmiyorum. Gözyaşlarım usulca akarak yastığımın kenarını ıslatırken, hıçkırık seslerim incecik bir halk türküsü kıvamında duvarlarda yankılanmıyor. Hayır.
Haykırıyorum. Evin sessizliğe alışmış duvarları sarsılıp, sıvalarını döküyor. Döküldükleri yerde bırakıyorum. Mutfakta yığılmış çöpler, bunaltıcı akşamlarda kimbilir ne kimyasal tepkimelerle çok acayip kokular salıyor. Kapının önüne çıkarmıyorum. Dolapta limonlar küfleniyor, sütlerin son kullanma tarihleri geçiyor, saklama kaplarındaki birtakım zeytinyağlı yemekler hallerinden utanıp benden bile saklanıyorlar. Balkondaki sardunyalar arada bir camı tıklayıp, su istiyor. Lavanta halinden memnun, adeta yağlanmış, şezlongta güneşleniyor. Evdeki her şey, lavanta hariç, yavaşça ölüyor.

 Cuma gecesi giydiğim pijamayı pazar gecesi duş almadan önce çıkarıyorum. Çıkarıp kirli sepetine değil çöp kutusuna atıyorum. Sanki ne kadar yıkansa üzerine sinen mutsuzluk beni bir daha uyutmazmış gibi geliyor. Duştaki su ya çok soğuk ya çok sıcak akıyor. Kopan saçlarım suda dönüp dönüp, sonunda giderin deliğine dolanıyor. Duştan çıktığım an midemin içinde bir yer ısınmaya başlıyor. Sesim yükseliyor. Birtakım çok kaba, şimdi kimseye söylenemeyecek kadar sinkaflı laflarla, onunla hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Ellerimi yerlere vurarak, insanları tek bir fiskemle uzaklara fırlatarak, ağaçları tutup köklerinden söküp atarak, dünyanın bir ucundan diğerine nefes almadan koşmak istiyorum. İçim kaynıyor, anlıyor musunuz? Kapı arkalarını kontrol edip, onun gerçekten gittiğine ikna olduğum gece, banyoda, lavabonun tam önünde, dizlerimin üzerine çöktüm. Bir süre hiç kımıldamadan, nefes almadan, aklımdan hiçbir düşünce geçmeden durdum. O anı siz pazar sabahları trt 1 de izlediğiniz vahşi batı filmlerinden bilirsiniz. Kovboy, barın iki yana açılan kapısından hızla girer, silahını tam çekecekken, karşısındaki önce davranır, üç el arka arkaya ateş eder. Adam gözleri açık, bir damla yaş kirpiğinde donmuş, yere düşer. Ölmek üzere olduğunun farkında, hiçbir şey yapamadan dünyaya hayal kırıklığı ve acımayla bakar. Öyleydim. Kurşun seslerinin vızıltısını bile duyduğuma emindim. Ölmek üzereydim. Yalnızca nefes almaya devam ettiğimden henüz yaşıyordum. Ne kadar süre orada öyle durdum, hatırlamıyorum. Bacaklarım bana tekrar itaat etmeye karar verdiklerinde kalktım, pijamalarımı giydim, koridorun ışığını açık bıraktım, yatağıma yattım. Uyuyamadım.

Her gece ben, tartsam bir gram gelmeyecek hafiflikte uykularda yuvarlanırken, demek geceleri oda ve odadaki her şey bu şekilde burada durmaya devam ediyor, dedim. Bir gece önce yattığımda vücudumun her noktası çarşafa temas ederken, o gece ellerim, ayaklarım bir türlü yerini bulamadı. Oda sessiz, ev sakin, eşyalar kendi halinde. Yan apartmanın karanlığı yerlere kadar perdelerin üzerinde. Arada bir mutfaktan gelen bir tıkırtı. Uzayıp kısalan yatak gıcırtısı. Üst katta tuvalete kalkan birinin çektiği sifonun sesi. Uzaklardan bir bebek ağlaması. Yoldan geçen bir arabanın freni. O kadar. Yaz daha gelmedi diye kaldırmadığım yorgan o gece bacaklarıma dolandı durdu. Aklım, yaşadığımız her günü bir uçurtmanın ipi gibi sarmıştı.O gece açtıkça açtı. Uçurtma havalandıkça havalandı. Her gün sondan başa, baştan yaşandı. Sabah kalktığımda ilkçağlarda bulsaydım kendimi şaşırmazdım. Bulmadım.

 Hiçbir şey olmamış gibi kalktım, gözlerimi maviye boyayıp, kırmızı bir etek giydim. İsyansa isyan dedim. Bu kadarcık şey içimdeki yaşama sevincini kaybettiremezdi bana. Günü biraz sessiz geçirdim, tamam. Pek konsantre olamadığımdan bazı cümleleri tamamlayamadım, bazılarını taşa vurdum, kırdım. Olsun. Akşam işten çıkıp, kalabalık sokaklarda yürüdüm. Birkaç sokak boyunca keyfim yerindeydi. Balık pazarının önündeki kedileri okşadım, tezgahlardaki barbunları saydım. Vitrinlerdeki yazlık elbiselere, rengarenk mayolara, piknik kıyafetine benzettiğim uzun eteklere baktım. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Birden aklıma yapmayı unuttuğum bir şey gelmiş gibi, yüreğim hopladı. Yolun karşısına geçerken neredeyse koşuyordum. Kapı önündeki masalarında üniversite öğrencilerinin dev bardaklarda buz gibi biralar içtiği bir yere telaşla girdim. Henüz kimselerin olmadığı bara oturdum. Barmen yüzüme şöyle bir baktı. Beni tanımış gibiydi. Daha önce gelmiş miydim buraya diye etrafa baktım. Kiraz ağacından bu daracık ahşap merdiveni daha önce görsem hatırlardım, dedim. Adı ne buranın, dedim barmene. Bir an yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. Bas sesiyle, Atlas, dedi. Kuruladığı bardağı tezgaha bırakıp, elini uzattı, merhaba, Bahadır, ben de. Suratındaki müstehzi gülümseme konuşurken hiçbir yere kıpırdamıyordu. Yüzünün ölçüsüne göre kesilip, dudaklarına dikilmiş gibiydi. Bardakları kuruladığı bezi omzuna attı. Eğildi. Barın altında bir süre görünmez oldu. Doğrulduğunda elindeki kutunun içinden gözdamlası gibi bir şey çıkardı. Aç ağzını, dedi. Hiç karşı koymadım. Ne olduğunu bile sormadım. Ömrüm boyunca yabancılara güvenmemekle, onların verdiği şeyleri yememekle ilgili öğretilmiş ne varsa sildim attım. Yerde yatmış ölmeyi bekleyen kovboydum yine. Ağzıma iki damla mor sıvı damlattı. O kadar.

Sonra neler olduğuyla ilgili çok düşündüm. Bazı geceler uykumun çok derin bir yerinde o ana geri dönüp, mantıklı açıklamalar bulur gibi oldum. Uyandığımda, her şey çok gerçeküstü geldiğinden, öyle olmamıştır, dedim. İnanamadım. Ama içten içe emindim. Gördüğüm her şey, gerçekten olmuştu.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-2

Başka birinin ona anlattığı bir hikayenin sonuymuş gibi, unutulmuş, diye tekrarladı. 

Terk edildiğinden beri hissettiği acı her gün yeni bir duyguya dönüşüyordu. O da,  o hissi sokakta kimsesiz bir yavru köpek bulmuş gibi hemen sahipleniyor, ona her seferinde başka bir isim takıyordu. Dün bulduğu 'az sevilmiş'ten sonra bugünkü 'unutulmuş', dilinde, ağzının her yanına yayılan kekremsi bir tat bıraktı. Bakkalın verdiği çilekli sakızı çıkarıp, attı. 
Acının onu dönüştürdüğü her hali, kendi üzerinde deneyler yapan bir fare gibi izliyordu. Kendini tanıyamıyor, neye nasıl tepki vereceğini kestiremiyor, bir sonraki adımını ne tarafa atacağını tahmin edemiyordu. Aklının derinlerinde, daha önce sınırlarını geçmeye hiç cesaret edemediği topraklarda her gördüğü şeye şaşırarak yürüyor; kendi ikliminde yetişmesinin imkansız olduğunu düşündüğü ağaçların her yaprağına hayret ediyor, en üst dallarına tırmanıp aşağıya baktığında gördüğü uçsuz bucaksız coğrafyada kendini karınca kadar hissediyor ve korkuya kapılıyordu. 

Bazı sabahlar uyandığında, içinde bulduğu acıyı tüm dünyaya haykırmak istiyordu. 
Birinin yokluğu somut bir şeydi. Varlığı kadar gerçek bir biçimde oturuyordu kahvaltı masasında. Yumurtasının kabuklarını soymuyor, ekmeğini zeytin yağına banmıyor, çayını içmeden soğutuyordu, o kadar. Yine de vardı. Yokluğun sebep olduğu acı da öyle. Elini yavaşça nefes borusundan içeri uzatsa, göğüs kafesinin altında, üzüntünün katılaşarak yarattığı bir çakıl taşı bulacaktı, emindi. Sırf bu histen kurtulabilmek için çok defalar sabaha karşı, banyonun beyaz fayanslarındaki yansımasına bakarak kendini kusturmaya çalışıyor; eline ağrıyan çene kemiklerinden ve zonklayan şakaklardan başka bir şey geçmiyordu. Böyle zamanlarda aklına daha büyük acılar getirmeye çalışıyordu. Annesinin öldüğünü farz ediyordu içinden defalarca tövbe tövbe diyerek. İnsanlar neler yaşıyor, diyerek telkin ediyordu kendini. Hiçbiri işe yaramıyordu. Her seferinde kendini asla hatırlayacağını ummadığı bir başka güzel anının kollarında buluyordu. Kendindeki acıyı, dünyada o an yaşanan başka bir acıyla yarıştırmaya başladıktan hemen sonra, aklı, çok hasta olduğu bir kış gecesine kayıyordu mesela. Adamın, omuzlarını yumuşacık öperek onu sakinleştirmeye çalışırken söylediği her sözcük karşısında yanıp sönüyordu. O gece insan vücudunda öyle bir dokunuşun iyileştiremeyeceği tek bir yaranın olamayacağını düşündüğünü anımsıyordu kırık bir gülümsemeyle. Bir an iyileşir gibi oluyor, bu ılık his geldiği gibi hızla yok oluyordu. Geriye kocaman bir boşluk kalıyordu yine. 

Bu sabah tek başına oturduğu sofrada, siyah zeytinler kapkara gözlere dönüşüp yüzüne uzun uzun baktıklarında, bazı yaraları, açan kişiden başka kimsenin iyileştiremeyeceğini anlamıştı. Çıkıp gelen her anı, yeni bir yaralanma anıydı. Gelip çarpıyor, bir yeri deliyor, kanıyor, yavaşça soğuyor ve bir zaman sonra kabuk tuttuğu yerden tekrar açılıyordu. Bir çemberin üzerinde koşmak gibiydi. Yoruluyor, nefes alamıyor, bir anlık derin bir nefes için, içinden dualar ediyordu. Yine de onu unutmak, yaşananları yok saymak istemiyordu. Yokluğunu da kaybedersem, ondan hiç iz kalmak ki, diyordu. Her şeyin hiç yaşanmamış gibi olacağı düşüncesine katlanamıyordu.  O zamanlar çaresizce titriyordu. 

Yine titremiş, masadan kalkıp o koyu renk elbiseyi giymeye,  güneşsiz odalarda toplantılar yapmaya, içindeki tüm insani duyguları yok sayan bir güne daha başlamaya gücü yetmemişti. Bazen yetmezdi. 

Sabahın o erken saatleri, çocuklukta yaşanmış kötü bir anı gibiydi şimdi. Ara sokak önünde tüm neşesiyle uzayıp gidiyordu. Adımları sakinleşmişti. Cebinden karpuzlu bir sakız çıkarıp ağzına attı. Ellerini ceplerine soktu. Teri soğudukça içi ürperiyordu.

5 Haziran 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-1

Eski hayatının yükünden kurtulmaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Bakkalın para üstü olarak verdiği sakızlara sinir olmak yerine, daha kapıdan çıkmadan çilekli olanı ağzına atarak işe başlamaya karar verdi. Kapının önündeki standın önünde dikildi, gazete manşetlerinden aklını uzaklaştırarak, iki tane mizah dergisi kaptı. Geri dönüp parasını öderken sakızların bir kısmını vermek yerine, yine bir bütün banknot uzattı. Bakkal paraya şöyle bir baktı, daha fazla sakız veremedi. Bozuk yok şimdi, sonra alırım, dedi. Karşılıklı gülümsediler. Dergileri  ikiye katlayıp çantasının ön gözüne sokuşturdu. Kapının önündeki daracık gölgeye iri cüssesini sığdırmaya çalışan ön ayağı sakat köpek kafasını kaldırıp ayak seslerinin sahibine baktı, hiç ilgilenmeden kafasını çevirdi. Dünyanın tüm yükü omuzlarında gibi boynu eğik, donuk bakışlarını yolun gri asfaltına dikti. 

Karşı kaldırıma geçti. Normal günlerde hiç girmediği bir arka paralel sokaktan yürümeye karar verdi. Araba egzosu, korna sesi ve trafikte sinirleri gerilen insanlardan yayılan o tedirgin edici titreşimden kaçıyordu. Girdiği sokakta hiç ses yoktu. Yolun iki tarafındaki ağaçlar coşkuyla tüm yapraklarını açmış, göğü tutmak istercesine uzanmışlardı. Kediler. Sokağın daimi sahipleri. Nöbetlerini bir sonraki kuşaklara devrede devrede yaşarken, duvarlardaki gölgeleri, boş kalmış bankları, çocuk parklarındaki ihmal edilmiş salıncakları yalnız bırakmamışlardı. Yürüdü. Ağaçların altından, kedilerin yanından kaldırım taşlarını eze eze yürüdü. Tam da güneşin insanlığı eritmeye yemin ettiği saatlerdi. Terlemeye başladı. Sırtından damla damla terlerin süzüldüğünü hissediyordu. Umursamadı. En son ne zaman bu kadar terleyecek kadar esaslı koştum, diye düşündü. Hatırlayamadı. En son ne zaman bir şeyden delice korktuğunu, bir şeye hırsla sahip olmak istediğini, biriyle tutkuyla öpüştüğünü, bir şeye kahkahalarla güldüğünü de hatırlayamadı. Oda sıcaklığında ne eriyen ne de buz tutan bir cisim gibi, biri onu bir yerlerde unutmuştu sanki. Unutulmuş, dedi içinden. 

Geçen sene gittiği bir sergide izlediği video geldi aklına. Bir tabak şeftaliyi bir masanın üzerine bırakıp gidiyorlardı. Gün geçtikçe renklerinin nasıl bozulduğunu, kabuklarının ne büyük hızla incelip dağıldığını, kadife tüylerinin küflerle ne kadar da savaşmadan kaplandığını, pes ettikleri an sularını nasıl salıverdiklerini, nihayetinde de kurtların içine doluşup onları şeftaliden bambaşka şeylere çevirdiğini gün be gün izliyordu insan. Sonraki günler aklına geldikçe midesini bulandırmıştı. Şimdiyse midesi bulanmıyor, kendini bizzat tabaktaki en ham şeftali olarak görüyordu. Her şey yaşanıp biter, geceler süren kavgalar gözlerinin altında halka halka birikirken, çekip gitmek aklına bile gelmemişti. Tabakta oturup küflenmeyi kabul etmişti. İçi kötü kokularla dolarken ağzını açıp içinden geldiği gibi bağıramamış, mutsuzluğu kabullenmiş ve terkedilmeyi beklemişti. Adamın, beni affet, her şey daha kötüye gidecek devam edersek, deyip kapıya yürüyüşünü izlemiş, kapı kapandıktan sonra gidip, gerçekten gitti mi diye evin içindeki tüm kapıların arkasına tek tek bakmıştı. O gece bile, bir şey daha olacakmış gibi sabaha kadar koltukta oturup sokağın ıssızlığını izlemişti. Neyi beklediğini hiçbir zaman bilememişti. Tüm hayatı bir gün başına gelecek bir olayın hayatını değiştireceğine, anlamsız gördüğü bütün bir yaşamdaki noktaları birleştireceğine içten içe inanarak geçtiğinden, durumunu yadırgamamıştı. Bu sabaha kadar. 
Ve bu sabaha kadarki hayatı, hiç gelmeyecek bir günü beklemek için fazlasıyla uzun bir süreydi.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Kule

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Her sabah uayndığında bugün ne tarafa devrileceğine karar veriyordu. Babil kulesi bile böyle yıkılmak görmemişti. Her taşın yerinden oynama sesi, kulaklarının içinde demirden ayaklı bir karınca kafilesi gibi metal çeperlere sürtüne sürtüne yürüyordu. Gıcırtılarla uyanıyor, perde perde yükselen ses bir süre sonra kafasının içinde bir şeye, yoğun ve yapış yapış bir şeye, bataklık çamuru gibi bir şeye dönüşüyordu. Sonra devrilen metal kapların sesleri. Birbirine çarpan, bir türlü yere de kapaklanmayıp, bir süre her çeperini ayrı ayrı yer karolarına vuran, azıcık ağzı çizilen ama hiç yarasız ve sessizleşerek kendi düştüğü yere kendi mezarını kazan kaplar. Metal kokusu sarıyordu etrafı. Genzine dolup sağır ediyordu. Üzerine düşen bir şey, sesini boynuna sarıp kendini kurtarmaya çalışıyordu. İp gibi, yılan gibi, annesinin kucağına sığınan bir çocuk gibi, ağaçlara sarılan bir koala gibi, akıldan çıkmayan bir isim gibi, karın boşluğunun hemen altında bir heves gibi, susuzluk anında harekete geçen hormonlar gibi. Gidecekleri yeri kestiremeyen gece yolcuları gibi; bir an durup gözlerini kısıyor ve uzaklarda göremedikleri ama olduğunu haritalarından bildikleri bir yeri arıyorlardı. Sesler kulak deliğine çarpıp düşüyor, paramparça olup ayak başparmağına batıyorlardı. Ve kıymık her gün daha derine yürüyüp, bir gün kalbine batıyordu. Bu olurdu. Zaten bunun olmasından hep korkulurdu. Ve bir şeyden hep korkmak, hep onun olacağını beklemek olduğundan, işte gerçekleşiyordu.

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Kendini göremiyor, koklayamıyor; kendine dokunamıyor, tutunamıyordu. Beş duyunun dördü, hep başkalarına çalıştığından, yalnızca sesler kendine kalıyordu. O da başka şeylere benzeye benzeye, olduğu şeyden başkalaşıyordu. Tanrım, hayat ne kadar zorlaşıyordu. Oysa yalnızca az güneşli bir sabah vardı pencerenin hemen önünde. İstese kahve kokuları, kuş cıvıltıları, galata kulesi önlerinde taze poğaçalar ve taptaze bir deniz ayaklarına uzanabilirdi. Yapmıyordu. Orada öylece durmuş, yatarken bile, bir kule gibi devrildiğini ve her parçasıyla paramparça olurken gözlerini açsa mı kapasa mı, kendisiyle bunun pazarlığını yapıyordu. Umutsuz vakalar ne yapsalar umudunu yitirmiyorlardı. Geçmiş zamanda anlatılan hikayeler insanın başından çoktan geçmiş ama sesi kulaklarına sinmiş oluyordu.

Zor oluyordu.
Ama ne kadar zor olursa olsun bu yaşanan da son olmuyordu.



20 Mart 2015 Cuma

Yüz

Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Yağmurun ıslatmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Akşamüzeri ve yorgunluk birdenbire bastırmış. Bir damla güneş için duaya duran kediler var apartman önlerinde. Uyandığımız sabahlar karanlık. Gün, göz açıp kapayana dek. Gece zaten zifiri. Biri gelip atlastan yorganı örtmüş üzerimize. Yine de ısınamamışız. Ateşli bir hasta gibi üşümeye devam etmiş, sessiz bir odada içtiğimiz ilaçlardan kötü rüyalar görüp sayıklamış ama ne yapsak demirden ayak bileklerimizi ısıtamamışız. Kendiliğinden giden adımlarla bulmuşuz evin yolunu. Hiç fark etmeden  yeni çıkan ekmek kokusuna kapılıp bir fırına girmişiz. Kolumuzun altında ucu yenmiş bir francala; ara ara  hızlanan yağmurun altında yürümüş, bazen bir saçak altında durmuşuz.

Evin yakınlarında kimsesiz bir sokak. Saçak altında ellerimi ceplerime sokmuş beklerken, kafamı, gözümü alan televizyon ışığına çevirmişim. Açık renk boyasına egzoz sinmiş bir eski apartman. Giriş katın güneşlikleri çekilmemiş, içerisi gözüküyor. İki yaşlı kadın, evet evet, siz, tüm gün oturduğunuz koltukların biraz içine çökmüş rahat minderlerinden dünyaya, size ait olmayan bir şey gibi, rehavetin içinden bakıyorsunuz. Önünüzdeki melamin tepsinin içinde kış meyveleri ve kahverengi saplı, kör meyve bıçağı. Sehpanın üzerinde yeşil camdan gondol kase. Akşam yemeğinde birer tabak tarhana çorbasını afiyetle içtiniz. Benim akşam yorgunluğundan yüzü asılmış halini gördüğüm fırıncının, siz, öğlen neşesiyle yaptığı çavdarlı ekmeğini yediniz. Zor çalışan bağırsaklarınızda hepsini sindirdiniz. Çaydanlığa biraz kaçak çay, iki tane karanfil atıp, tavşan kanı demlediniz. Bırakamadınız ne yapsanız, bakkalı arayıp iki paket ince sigaralardan sipariş ettiniz. Bakkalın çırağına, Aysel hanım' ı gördü mü bugün, diye sordunuz, iyileşti mi diye merak ettiniz. Kadına bir şey olur diye değil de, ölüm bir kez mahalleye dadanırsa, sizin kapıyı da çalar diye korktunuz. Kaşınızın kenarını kaldırışınızdan bildik, saklayamadınız. Çırak, o sırada evden gelen tansiyon ilacı,  kaçak çay, ıhlamur, çürümüş portakal, mercimek, çamaşır suyu, uyku, yaşlılık ve havalanmamış ev kokularının hepsini aynı anda içine çektiğinden başı dönüyordu, sorunuzu daha iyi, iyi, diye geçiştirdi, anlayamadınız. Halbuki doktor Aysel hanım'a  bronşit teşhisi koyunca, büyük kızı Bursa'dan gelip almış, kendi evine götürmüştü. Uzunca zaman hiç haber alamadınız.

Televizyon ekranının karşısında, elinizde çay bardağınız. Gamsızsınız. Tüm felaket haberlerini yorum yapmadan, hiç umursamadan, içinizde bir yer bile sızlamadan izlediniz. İki kişiydiniz ama saatlerce birbirinize tek kelime etmediniz. Bir ara haberleri sunan adamı sizin küçük toruna benzettiniz, benziyor değil mi gülümseyince, dediniz diğerine. Öteki bir mandalinanın yarısını bir defada yutmakla meşguldü, sesi çıkmadı; kafasını salladı ama benzetemedi. Diğerine bir mandalina uzattı. İnce kabuklu, çekirdeksiz. İkinizden birinin aklına bir akşam olsun, perdeyi çekmek gelmedi. Biz her akşam geçerken sizin yerlerinizde oturup haberleri izleyişinizi gördük. Tek bir abajurun ışığında otururken hayatı ne kadar umursamadığınızı, yağan tek bir yağmur damlasına dokunmadığınızı, sabah erken kalkıp pazardan en taze ıspanakları seçtiğinizi, üzerinizdeki aynı model gecelikleri köşedeki italyana tuhafiyeden aldığınızı, gözlüklerinize taktığınız o boncuklu pullu iplerde, içinizdeki kadın sesinin henüz susmadığını gördük. Dünyanın son günü aceleyle kapınıza gelsek; hiç acele etmeden avucumuza dökeceğiniz lavanta kolonyasının etiketini, sucuya, çırağa bahşiş vermek için  hazır tuttuğunuz bozuk paraları, kalın bantlı, topuklu terliklerinizi, kafanızdaki mor biyeli saç bantlarını gördük. Ellerinizde buruşan, göz kenarlarınızda kırışan, boynunuzda öpülmemekten mahzunlaşan, dudaklarınızda çatlayan, avurtlarınızda çöken, parmak uçlarınızda titreyip, kalça kemiklerinizde çöken her şeyi gördük. Gördük ve sizi aklımızın bir yerine gömdük.

Sonra birden sokağa döndük. Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Sessiz ve karanlık. Bu saatlerde kimsesiz ve tekinsiz. Akşam geceye. Gece sabaha. Sabah akşama. Yılların yıpratmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Apartmanın dış kapısını biri yine uyarıları dinlemeyip, aralık bırakmış. Daha fazla bekleyemedik, girdik. Paspasın kıvrılan kenarını ayağımızla düzelttik. Kapının zilini ard arda üç kez çaldık. İçiniz geçmişti koltukta. Şöyle bir  irkildiniz. Yavaşça doğruldunuz yerinizde. Biriniz kalkıp gözlüğünüzü taktınız. Uzun sabahlığınızın kuşağını sıktınız kapıya yüyürken. Hayırdır inşallah, dediniz sesli sesli. Delikten baktınız uzun uzun. Kapıdaki gölgeyi tanıyor gibiydiniz ama tam da çıkaramadınız. Sonra birden hatırladınız. Ellerinizdeki kırışıklıklar kapının üst kilidine uzandığınız an kaybolmaya, kahverengi lekeler hızla silinmeye, kalbiniz atmaya başladı.

Birbirimizin yüzüne baktığımızda artık biliyorduk, yüzünüz bizim yüzümüzdü.