19 Eylül 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-17

Biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.

Bahadır'ı tam on iki gündür görmemiştim ve şaşkınlıkla özlediğimi fark ediyordum. Yokluğumda bira bardaklarından kırılanlar olmuştu. Kahve makinesinin su damlatan parçasını servis gelip tamir etmişti. Bar sandalyelerinin bacakları biraz daha eskimişti. Bahadır patrona çerez koymak için yeni kaseler aldırmış, karışık çerezlerin içine leblebi yerine fındık koymaya ikna etmişti. Türkü barlar gibi leblebi nedir ya, demişti bana hiddetle, anlatırken. Sonbahar yaklaşırken yeni bir garson daha almaya karar verdiklerinden cama önce eleman aranıyor yazmışlar, ertesi sabah Bahadır yazıyı çıkarıp güzel el yazısıyla bizimle çalışmak ister misiniz, yazdığı tertemiz başka bir kağıt asmıştı. Başka da hiçbir şey değişmemişti. Zaman sanki biraz ilerlemiş, benim orada olmadığını anlayınca yavaşlamış, beni beklemeye başlamıştı. 
Geldiğimden beri nefes almadan konuşuyordum. Evde fazlasıyla sıkılmış olmalıydım yalnızlıktan. Bunu fark ettiğimde, bir anlığına sustum. Bahadır kafasını dilimlediği elmalardan kaldırıp, sesin neden kesildiğini anlamaya çalışarak yüzüme baktı. Devam ettim. O an fark ediyordum ki insanları özledikçe onlara anlatmak istediğim şeyler, kendilerini beşle onla çarpıp çoğaltıyor ve içimin boşluklu yerlerinde birikiyorlardı. Ürpererek  bazı zamanlar insanları yalnızca bir çift kulak ve dudaktan ibaret gördüğümü anlıyordum. Bana anlattıkları ve benim onlara anlatacaklarım vardı. O kadar. Elimizde biriken harflerden kurduğumuz kelimeleri zaman zaman değiş tokuş ediyor ve hayatımıza huzurla devam ediyorduk. İçimde kimsede olmayan bir organ daha yaratmıştım zaman içinde.  Şaka değil. Kimselere kendimle ilgili bir şey anlatmadığım, ketumluğun son yıkılmayan kalesi gibi tüm eski tanıdıkları ve hatta durakta birkaç dakika beraber aynı otobüsü beklediklerimi dahi dev ve hiçbir kelimeyi atlamayan bir kulağa dönüşerek dinlediğim ama annem gözünü gözümün içine dikip bakarken neşeli yalanlar atarak, yok canım, bir şey yok,  iyiyim, dediğim o meftun günlerin gecelerinde içimde yeni bir organ büyütmüştüm. Bol su seven çiçekler gibiydi, canlıydı. Şımarıktı. Çokça arsızdı. İnsanın başında ağrılar yaratacak kadar çenebaz, bir o kadar da patavatsızdı. Halden bir gün olsun anlamazdı. Yine de hiç kırmamıştım güzel kalbini, her gün yeni suskunluklarla gönlünü hoş tutmuştum.

Ne zaman ki hayatımı ters düz edip, sonuna kadar gidilmemiş yollar, içine düşülmemiş kuyular, korkularında kaybolunmamış karanlık ormanlar bulma hevesine kapılmıştım, o gün gidip bir röntgen çektirmiştim. Evet, endişelenmeyin diye bunu size anlatmadım. O sabah birden bire işe gitmemeye karar verdiğimde, acil bir randevu alıp senelerdir gittiğim kadın doğum doktoruna muayene oldum. Benim de böyle tuhaflıklarım var. Artık biraz olsun alışın, yadırgamayın. İçimdeki kötü hislere aslında somut bir aksaklığın, büyümüş bir tümörün, düşen kan şekerimin, az ya da çok üretilen bir hormonun karşılık gelmesini isterim. Reçeteye yazılan ilacı yemeklerden sonra bol suyla yutayım ve ertesi güne sapa sağlam uyanayım diye umut ederim. Erken yatılmış deliksiz bir gece uykusu kırılmış yerlerimi tedavi ediversin diye yatmadan önce dua bile ederim. O gün de doktor fazlasıyla acıyan yerlerim için çocukluğumun tadı portakala benzeyen şuruplarından yazsın ve ben şişeyi bir kerede dikip bitireyim, ertesi güne yepyeni bir kalple uyanayım istiyordum.
Önce içimin röntgenini çektirdim. İyice bakın, ne olur doktor, dedim. Benim neyim var? 

Adam benden daha çok gördüğü iç organlarıma gözlüklerinin üzerinden dikkatlice baktı. Her noktasını kaleminin ucuyla işaretleyerek tek tek gösterdi. İşte şu gördüğün nokta şurası, diye bizi, birbirimizi ilk defa görüyormuşuzcasına tanıştırdı. Merhaba, dedim. Ve sizden hiç hoşlanmıyorum. Bir de şöyle bakalım, diyerek muayene sedyesine uzanmama yardım etti. Ultrason aletini karnımın üzerinde gezdirirken içim ürperdi. Yanımda duran ekranda onun kaçırdığı bir şeyi görecekmişim gibi başımı sağa çevirip bakmaktan boynuma ağrı girdi. Alet göbeğimde döndü döndü döndü. İçimde bir yürüyüş parkuru vardı da bazı yerlerde hızlanarak bazılarında yavaşlayarak turu tamamlıyordu. Aynı anlarda derin bir uyku bastırıyordu. Hiçbir yerde bulamadığım neredeyse ulvi bir huzur hissi içime doluyordu. Ayaklarımı kendime çekip cenin pozisyonuna geçmek ve ölüme benzer bir uykuya dalmamak için kendimi zor tutuyordum. Nihayet birden durdu sevimsiz aletin buz gibi ucu. Adamcağız ekrana neredeyse burnunu yapıştıracak kadar yaklaştı. Gözlüklerini çıkarıp camlarını sildi önlüğünün ucuyla. Tekrar taktı. Metal uç, mide boşluğuma doğru devam etti. Gömleğimi yukarıya sıvayarak şuranda peki, acı var mı, dedi. İşaret parmağıyla orta parmağını birleştirmiş, derimin üzerine çekiçle vurur gibi vuruyordu. Ah, evet, dedim, işte tam orası doktor. 
İşte tam orası.


İşte tam orası
Sen gittiğinden beri acıyor. 
Nerede olduğumun ya da o an kime ne izah ettiğimin bir önemi yok. Kafamın içindeki sesler, biraz kendimle biraz da seninle konuşuyor. Ne ara kendim kadar senin hayatını da yaşamaya başladım bilmiyorum. Doktora, evet orası, derken aynı anda sana da açıklamalar yapıyorum. Senin suçun yok, tamam ama müsebbibi basbayağı sensin. Üzülecek bir şey yok. Yok canım, özür dilenecek bir şey değil. Seni kafamın içinde teskin etmekten yorgun düşüyorum o anlarda. Hiçbir şey dert değil de o gülüşün aklından çıkmıyor diyorum. Sesin yok oluyor. Orada yatarken bile geçen gün duyduğum kahkahan muayenehanenin tüm duvarlarına teker teker çarpıp dağılıyor.
Her duygunun ikamet ettiği bir yer var vücutta demiştim sana bir mektubumda. Yokluğun, işte orada, midemin hemen altında yaşıyor. Kemer taktığım günler üzerine gelen baskıdan bunalıyor. Dayanamıyor, alıp başını gitmek istiyor. Adının geçtiği konuşmaların başında ise balon gibi şişmeye başlıyor. Şiştikçe, soluğumu kesecek bir ağrı saplanıyor. Ayaktaysam hemen oturuyorum. Oturuyorsam koltukların kollarına tutunuyor ya da ayaklarımı yere gömmek istercesine kuvvetle basıp sandalyenin sırtına yaslanıyorum.  Patladığı anlarda kendimi temiz dahi olmayan bir tuvalet kabininin duvar fayanslarına dayanmış soluk almaya çalışırken yahut temiz havada derin nefesler bulmaya çalışırken buluyorum. Ağrı kesici işe yarar mı sanıyorsunuz? Yaramıyor. Bazı ağrılar öyle kesilmiyor. Belki sevgili okuyucu, siz daha önce hiç yaşamadınız ama bazı yaraları yalnızca açan kişi tedavi edebiliyor. Bazen, o bile edemiyor.

Tıp denen mucizeye saygı duymamak mümkün değildi. İşte orası, dedikten sonra doktorla uzun bir görüşme yaptık. Yüzünü ekşitti önce. İlginç, dedi. Tetkik etmeden bir şey diyemem ama sanırım kimseye anlatamadığınız şeylerden içinizde yeni bir organ oluşmuş.
Bilim, dedi, doktor, insanın kendine yaptıkları karşısında hala çaresiz. İki ay sonra tekrar göreceğim seni ve o zamana kadar lütfen bolca ağla ve bolca konuş.

O günden sonra ağlama konusunda zaten hiçbir zorluk yaşamadım. Konuşma konusu da nasıl oldu bilmem, kendiliğinden çözüldü. 

O sabah uyandığımda günlerdir üzerimden atamadığım grip biraz hafiflemişti. Boğaz ağrım aynı şiddette devam etmekle birlikte burun akıntım kesilmeye yaklaşmıştı. Doktor randevumdan sonra Bahadır'ı görmeye gelmiştim.Giderken her şeyin üzerinden iki ay geçtiğine inanamıyordum. Oysa geçmişti. İki ay içinde korsan organımın boyutları azıcık da olsa küçülmüştü. Ağladıklarım içimden eksilmişti. Daha iyiydim. Her bulduğum insan sıcaklığına yavru kedi gibi sığınmamın, nasılsın diye soranın önüne tıpası kırılmış bir musluk gibi tüm haleti ruhiyemi serivermemin faydaları olmuştu demek. 
Şimdi bar tezgahında her zamanki gibi bira bardaklarını kurulayan Bahadır'ın karşısında otururken, biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.
Bir dilim elmayı kendi ağzına atıp bir dilimini de bana yedirdikten sonra önüme ıhlamur kokan bir fincan koyuyor. Söylediklerime yorum yapmak yerine, limon ister misin, diyor. Başımı sallıyorum. Kestiği bir dilim limonu tabaktan alıp ağzıma atıyorum. Kabuklarıyla beraber yiyorum. Bahadır yüzünü ekşitiyor bakarken. Artık ıhlamur, papatya, rezene kokularından içim kalkıyor, çayımdan ancak üç yudum içebiliyorum.
Mutluluğu tekrar bulabilmek için, diyor, canının ilk yandığı anı düşün. Çok yandığı. O ana geri dönmeliydin. Ve belki de, kim bilir, o an durmalıydı hayat, zaman, her şey. Üzerine başka hiçbir şey yaşanmamalıydı. Bahadır yine dalgınlaşıyordu. O sırada cam kenarındaki küçük masada tek başına oturan adam bir şeyler mırıldandı. Kendisine seslendi zanneden Bahadır o tarafa gidip, çoktan boşalmış bira bardağını aldı. Başka bir şey istemedi adam. Önündeki deftere sürekli yazıp çiziyor, düşünüp taşınıyor, düşünürken sayfa kenarlarına hiçbir şeye de benzemeyen şekiller karalıyordu. Bahadır birden yanında belirince nerede olduğunu yeni idrak eder gibi dikkatle baktı yüzüne. Bahadır yanıma döndüğünde, herkesin de derdi başka başka, dedi. Sanırım daha fazla Bahadır'ın bu kederli haine dayanamayacaktım. Ben, gidiyorum, Bahadır, dedim. Annem sen gelmezsen ben geleceğim artık, bakamıyorsun kendine tek başına, diye ısrar ediyor. Haklı da. Zaten ne var beni burada tutan, dedim. Son cümleme alındığı birden düşen kaşlarından belliydi. Hem biraz değişiklik olur, dedim. Git, dedi. Benim de gidebilecek bir yerim olsa, bir saniye durmam. Hayatta en çok içine dokunan cümleleri sırala deseniz, aklıma kazınmış bu cümleyi bir çırpıda yine söylerim. 

Sarıldık. Ağlayacak gibi olduk. Konuşuruz, dedi. Görüşürüz, dedim. Sonsuza kadar orada kalacak değilim ya. Öyle de, ne bileyim, duygulandım işte, dedi. Ben de duygulandım. Kapıda ayrılırken tekrar sarıldık. Bayram tatilinde gelirsin belki yanıma, dedim şirinlik yapmaya çalışarak. Gelmedi.

Bayramın ikinci günü, ki o günün ne güneşli ve berrak bir sonbahar günü olduğu da, o güne ne tasasız bir iç rahatlığıyla uyandığımı da neden bilmem, bir film sahnesi gibi net hatırlarım. İçimde tek bir kötü his yoktu. Bayram sabahlarına özgü sebepsiz bir neşe sanki benimle beraber tüm dünyaya sirayet ediyor, mezarlıklarda ziyaret edilen ölüler bile hayatta olmadıklarına hayret etmiyorlardı. Bayram dönüşü memleketlerinden dönen ev arkadaşları ise hayatlarının en tatsız şaşkınlığını yaşadılar. Bahadır'ın spor salonlarında biçimlendirdiği güzel vücudu, hayata karşı bir meydan okuma gibi salonun ortasında sallanıyordu. Evde günlerdir orada duran cesede rağmen hafif bir tarçın kokusundan başka bir koku yoktu. Bu kokunun Bahadır'ın kendine ikram edilmemiş şekerlerin intikamını alır gibi mutfağa yığdığı tavuk göğsünden fırın sütlaca, kazandibinden su muhallebisine, mutfak tezgahına sıralanıp bolca tarçın dökülmüş tatlılardan geldiğini anladıklarında birbirlerine sarılıp ağladılar. Bahadır hepsinden birkaç kaşık yemiş, güzel gömleğini giymiş ve ölüvermişti. Polisler beni de sorguladılar. Neden öldürmüş olabilir kendini, dediklerinde mutsuzluktan ya da gidecek hiçbir yeri olmadığından, desem anlarlar mıydı? İçinde benimki gibi bir organ oluşturmadığından ben dayandım o dayanamadı, desem. Resmi makamlar acının karşısında hiç duymayan kulaklara dönüşüyorlar. Dosyasına kız arkadaşının ölümünden sonra intihar etti, yazdılar. Oysa daha büyük  ve tarif dahi edilemeyecek bir kimsesizliğin pençesindeydi. Balıkesir'deki cenazesinde bir avuç insandık. Küs ölen insanların bakışlarındaki o ölümden karanlık pişmanlık babasının yüzünde gölge gibi duruyordu. Benim de yüzümde benzer bir bakış duruyor olmalıydı. Kız arkadaşı sanıp boynuma sarıldı annesi. Mezarlıktan çıkarken Ferhan, yazan bir mezar taşının da yanından geçtim. Soy adını hiç söylemediğinden emin olamadım. Bu yıl içinde ölen kaç Ferhan vardır dedim. Dua etmek bile aklıma gelmeden mezarın önünde dikildim, öylece baktım. Hiçliğin içine doğru. Zamansız yaşanan her şeyin içine doğru. İçimdeki ses, sana, hiç olmazsa yaşıyoruz, diye fısıldadı.  Sana mı dedi bana mı bilmiyorum ama insanın içindeki bu çiğliğe bir kez daha hayret ettim. 

Sonsuza kadar kalacak değilim ya, dediğim tek insan da artık öldüğünden ve şahitlik edemeyecek olduğundan, gittiğim yerlerden sonsuza kadar dönmedim. Bahadır' a anlatmadıklarım içimdeki organda kendilerine güzel bir köşe bulup, enine boyuna serpildiler.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-16

Gülüyor. 
Hayatının tüm sessiz gülümsemelerini bu gece için biriktirmiş de hepsinden bir anda intikam alıyormuş gibi, dev kahkahalar atıyor. İlk duyduğunuzda bile çok içinden gelerek güldüğünü anlıyorsunuz.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Kız Bolonez soslu spagetti alayım, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, ben de aynısından alayım, diyor. Bir de kola istiyor. Kız daracık masaya sığmayan kocaman makarna tabaklarına bakarken içinden ağlamak geliyor. On dakika sonra adam kolasını bitiriyor. Makarnasının kırmızı sosu bir kan gölü gibi görünüyor kızın tarafından baktıkça. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Aklı bomboş bir sayfa. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki bu adamla bir daha buluşmayacak. Bu gece ayrılırken otobüste yanına oturduğu bir yabancı gibi, rahatça kalkıp inecek arabasından. Hiç tanımadığı biriyle tuvalet kuyruğunda ettiği sohbet kadar bile sürmeyecek vedalaşmaları. Bu geceyi katlamaya bile gerek duymadan, naftalin kokan halı rulolarının, elektrik süpürgesinin, kışlıkların durduğu hurçların, eski perdelerin katlı durduğu poşetlerin tam yanına, ardiyenin iyice dibinde bir kuytuya tıkıştıracak. Birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç hatırlamayacak.

Neden bunu bu kadar dert ediyor, diye düşünüyorsunuz, biliyorum. Bazılarınız gayet de kibar adammış, bu kız daha ne arıyor, aman zaten yalnızlığı hak ediyor diyorsunuz, itiraf edin. Biliyorum ki pek çoğunuz bu buluşmada kızın neden bu kadar hayal kırıklığına uğradığını anlamıyorsunuz. Ve siz, kusura bakmayın, inceliklerden o kadar bihabersiniz ki, ne kadar anlatsam yine de anlayamıyorsunuz. 
Aşk diyor kız, sarhoş olduğu bir gece, elindeki şarap kadehinin dibini bir yudumda içip bitirirken, ondan uzaktayken sevdiği bir şey yediğinde, boğazından geçmemesidir. Kelek çıkan bekar kavunları yerine baldan tatlı bir kavunu bir dilim ezine peynirine arkadaş ederken gözünden bir damla yaşın istemsizce akıvermesidir. Ne kadar istemiyorum da dese, yediğin cevizli dondurmanın sonunu ona saklamaktır. Ekmek kızartmaktır sabah kahvaltılarında ev güzel koksun diye. Sonra da kızarmış ekmeklere biraz bal biraz kaymak sürüp kendin parmağını yalarken önce ona bir lokma yedirmektir. Dilim dilim, lokma lokma, yudum yudum, kadeh kadeh bir şeydir sevmek. Beraber yemek yerken birini zaten sevdiğinden daha çok sevmiyorsan, yok hayır, sevmiyorsundur, diyor. O kadar büyük bir kederle konuşuyor ki, insan hemen biten şarabının yerine yenisini dolduruyor. Sarılıp omuzunda ağlasın, ne yaşadı daha önce, anlatsın istiyor. Ketum da aynı zamanda. Bu kadar konuşuyor, gerisini anlatmıyor. Belli ki kız vücudunun bir yerinde dev ayrılıklar, boyundan büyük pişmanlıklar ve ne savaşarak ne barışarak geride bırakabildiği hatıralar besliyor.  Belki de o yüzden, bilekleri gün geçtikçe biraz daha zayıflıyor. 

Hala anlamıyorsunuz değil mi kızcağızın neden sofralarda bu kadar mutsuz olduğunu? O zaman aynı geceyi bir paralel evrende yaşayalım. Biraz zorlanın ama ne olur, sonunda anlayın.

Yan masada ilk buluşma gerginliğiyle oturan çift biraz tedirgin. Kafalarını çevirip hala gülmeye devam eden adama bakıyorlar ve konuşacak bir şeyler bulmanın rahatlığıyla az da olsa gevşiyorlar. Kız, bu kadar gülünecek ne var, diyor gözlerini menüden kaldırmadan. Aklı ne yiyeceğinden çok ilk kez bir masada beraber oturduğu adamın ne sipariş edeceğinde. Merakla bir şey demesini bekliyor. Oysa adam kafasını kaldırıp doğrudan ne yemeğe karar verdin, diye soruyor. Bilmem diyor, kız. Sen ne yemek istiyorsun? Karar veremedim, derken garson gelip yanlarında dikiliyor. Kıza bakıyorlar ikisi de. Adam, henüz karar veremedik, birazcık daha zaman verseniz bize diyor? Şarap menüsünü alıyor eline. Uzun sürsün istiyorum bu gece, şişe açalım, diyor. Ne seversin diye, soruyor listeyi elinde evirip çevirirken. Kızın içine bir salkım misket üzümü gelip yerleşiyor. Ada üzümü olsun diyor. Seçiyorlar. Biraz hamur çekiyor canım bugün, şu keçi peynirli salatayla bir erişteyi paylaşalım mı diyor? Kız nasıl olup da adamın içinden geçenleri okur gibi sipariş verebildiğine şaşıyor. Bozcaada'ya gittin mi hiç, diyor birden. Neden öyle dediğini bilmiyor. Adam yüzüne gülümseyerek bakıp, yok, hayır, gitmedim, diyor. Garson gelip gidiyor. Kadehler gelip gidiyor. Tabaklar bitip gidiyor. Kız ne anlattığını duymuyor adamın. Gözlerine bakıyor. Alnındaki kırışıklıklara. Konuşurken bu kadar çok gülümsediğine şaşırıyor. Yanağında belli belirsiz ortaya çıkan gamzeye uzanıp dokunmak istiyor. Adam yemekten önce gelen esmer ekmekten kopardığı çıtır lokmayı zeytin yağına bandırıp kıza yedirdiğinden beri, kızın aklı gitmiş gibi. Hiçbir konuşmayı not almıyor. Biliyor ki, bu adam onu asla bir sınava sokmayacak. Gece uzuyor. Adam, kız doydum demesine rağmen çikolatalı bir tatlı sipariş ediyor. Bir parça kesip tabağına servis ediyor. Kızın dudağının kenarında kalan çikolatayı işaret parmağıyla siliyor. Neden bilinmez, kız adama o an, tam o esnada, adam daha parmağını bir peçeteye silemeden aşık oluyor. Göğüs kafesi kalbini muhafaza etmeye çalışan bir tel kafese dönüşüyor. Birkaç ay sonra adanın sahillerinde denize girerlerken o gecenin üzerinden bir ömür geçmiş gibi geliyor. Gelin görün ki mutlu zamanlar hep genç ölüyorlar. Kuşlar eninde sonunda uçup gidiyor. Kız birkaç ay sonra bir akşamüzeri adamı ve o geceyi hüzünle anacak bir anlığına ama o kadar. Bir daha hiç unutmayacak.


Gülüyor.
Gülüşü bu kadar uzun sürünce, ilk randevularına çıkan çiftten hemen sonra ben de kafamı çevirip bakıyorum. Bir saniyeliğine gördüğüm o sırt, yanağıma o anda tokadı yapıştırıyor. Önüme dönüp titreyen elimi diğeriyle tutarken derin bir nefes alıyorum. Evet, o. Çekip gittikten sonra tek bir kez aramayan, kendime yenilip aradığım gecelerde telefonuma cevap vermeyen adam. Bir gece yarısı kapıyı vurup gittiğinde geride bıraktığı beni, nasıl bir enkaza dönüştürdüğü hakkında en ufak bir endişe yaşamayan adam. Her küçük yalnızlık anında onunla yapmadığımız şeylerin beni tarumar ettiği adam. Her gün nasıl uyandığını, öğlen yemeğinde ne yediğini, geceleri kaç saat derin uykuya dalabildiğini, olgun şeftalilerin tadına bakıp bakamadığını, batan tırnağının iyileşip iyileşmediğini deliler gibi merak ettiğim, evet, işte, o adam. Sırtından tanıyorum. Omuzlarının üzerinde oturan görünmez hayaletlerden. Omurgasının üzerindeki derin vadide esen rüzgardan. Upuzun bir kitabe gibi üzerinden akıp giden yazlardan. Her gece dışarı çıkarken başka bir yüz taktığı  yakışıklı gölgesinden. Parmak izlerimi görüyorum. Ne kadar uğraşsa keselerken elinin ulaşamadığı yerlerinde kalmışlar sırtının. Metruk bir binanın cephesinde unutulmuş bir bina numarası ya da giriş kapısının üzerinde çok uzun zamandır yanmamış bir lamba gibi, asılı duruyorlar.

Gülüyor. İçinde ufacık bir yer bile kırılmamış gibi. Tüm hayatını neşe içinde, su muhallebisi kıvamında yaşamış gibi. Zamanı ferah fezaymış da asla ölmeyecekmiş, her hatayı telafi etmeye vakti, her acıyla yüzleşmeye mecali varmış gibi gülüyor. İnsan kılığına girmiş bir bulut olabilir bu, diyorum içimden. Önümdeki papatya çayı dolu fincana çarptığımda çıkan tok ses gülüşünün içinde neredeyse duyulmuyor. Fincan masanın üzerinde iki tur dönüp yere düşüyor ama kırılmıyor. Eteğimin üzerindeki küçük pembe çiçekler üzerilerine dökülen çayla beraber canlanıyor, tomurcuklar açılıyor. Garson hızlı adımlarla gelip iyi misiniz, diye soruyor. Yalandan kimse ölmüyor. İyiyim evet, diyorum. Kalkıp yürüyorum. Yürürken kafamı çevirip, hiç de saklamaya uğraşmadan masalarına doğru bakıyorum. Beni görmüyor. Bana doğru bakmak aklının ucundan bile geçmiyor. Kapının önündeki duvara yaslandığımda başım dönmeye başlıyor. Handan, o an gelip sarılıyor, aa erken gelmişsin, diyor. Başka bir yere gidelim, diyorum. Ne oldu, diyor gözlerime bakıp. Dur rengin atmış, ne oldu, diyor bu defa gözleri büyüyerek. Dur, arabayı alıp, geliyorum, diyor. Duruyorum, zaten bir yere gidebilecek halim yok. Bana gidiyoruz. Balkonda sabaha kadar rakı içiyoruz. Sahilden döndüğümden beri ağrıyan göğsümü ve boğazımı hiç umursamadan kadehe attığım buzları iki gün sonra koltuk altlarıma bile koysam ateşimi düşüremeyeceğimi o gece bilmiyorum. İçimde bir akciğer daha oluşturabilecek kadar ilaç içeceğimi de. Günlerce yataktan çıkamayacağımı da. Handan'ın her akşam elinde bir kase tavuk suyu çorbayla kapıma dayanıp, bir anne şefkatiyle alnımı okşayacağını da. Bir öğle vakti bakkalın çırağının elinde bir maşrapa keçi sütüyle gelip, abla bunu içersen çok çabuk iyileşirmişsin, annem gönderdi, köyden, dediğinde gözlerimin dolacağını da. Bahadır'ın günde beş kere arayıp, buralar sensiz çok keyifsiz, diyeceğini ve hatta bir keresinde çok duygulanıp telefonda ağlayacağını da. Hiçbir şeyi bilemiyorum o an. Çok acıklı şarkılar dinleyip, içimde nefes alacak boşluklar açılana kadar ağlıyorum. 

Kahkahasının sesi kulaklarımdan gitmiyor. Karşısında oturan o esmer güzeli kızı, puslu bir dolunay gibi parlayan gözlerini ve gülerken saçlarını eliyle başının bir tarafından diğerine savuruşunu ateşimin yükseldiği geceler boyunca rüyalarımda görüyorum. 
Yan masadaki kızın sorusu geliyor aklıma durup durup.
 -Bu kadar gülünecek ne var?




15 Eylül 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-15

Hayır, o koltuğu istemiyorum, diyorum. Açıp tekrar bakıyoruz fotoğrafa. Her bakışımda koltuğun hantal kolları daha da çirkinleşiyor. Hiç mi beğenmedin, diye soruyor. Bu soruyu kim bilir kaçıncı kez soruyor. Her soruşunda beğenmeyişime biraz daha üzülüyor. Ben de biraz çabalayıp beğenmek istiyorum ama, yapamıyorum. Bu koltuğa her akşam otursam bir süre sonra içimde kötü huylu bir kitle büyür, diye düşünüyorum. Sessizlik uzuyor. Birden sıkıntıyla kapatıyor fotoğrafı. O zaman sana bırakıyorum bu işi, diyor. Sen seç, bana hiç sorma bile, git al. Cebine atıyor elini. Sigarasını arıyor, bulamıyor. Telefonu çalmaya başlıyor aynı esnada. İkimiz de bakınıyoruz, sesin nereden geldiğini anlayamıyoruz. Oturduğumuz koltuğun sırtıyla minderlerinin birleştiği yere elimi sokuyorum. Orada bile yok. Sonunda yastığın kenarında buluyor ama yetişemiyor. İyice sinirleniyor. Ben hava alayım, diyor ve balkona çıkıyor. Arkasında bir ses bırakıyor. Siren sesi gibi bir ses. Belli ki yalnızca ben duyuyorum.

Bana doğru geldiği anlarda da aynı sesi duyuyorum. Arayıp geç kalıyorum, dediği akşamüzeri trafiklerinde. Sesinin içinde bir nabız atışı oluyor. Geç kaldıkça, daha hızlı ve daha yüzeyden atıyor. Geç kaldığı akşam yemeklerine kapıdan girerken yüzünde o nabzın portresi oluyor. Bir yara izi gibi çenesinde duruyor. Özür dilerim, dediğinde uzanıp yüzündeki bir lekeyi siler gibi yanağını, çenesini okşuyorum. Şefkat içimde bir dalga gibi yükseliyor. O an her neredeysek oraya bir mağara oymak ve kucağına sığınmak istiyorum. Hiçbir şeyi kendine dert etmesin, onu beklerken içimde ne kadar güzel suratlı hayaller biriktirdiğimi görebilsin istiyorum. Oysa anlamıyor. Benim ona söylemediklerimi kendi ağzı kendi kulaklarına olanca patavatsızlığıyla ve olabilecek en kaba saba haliyle söylüyor. Kafamı çevirdiğimde onu kendimden fersah fersah uzaklaşmış buluyorum. Siren sesi giderek yükseliyor. Kulaklarımdan kafamın içine doğru derin bir kuyu açılıyor. Etrafımızda tuhaf bir çember kurulmuşcasına garsonlar bize yaklaşamıyorlar. Biten şarabımı kimse doldurmuyor. Sipariş verdiğimiz yemekler tezgahta soğuyor. Kimse alıp masamıza getirmiyor. Tuzlukların içinde nem birikiyor bolca. Az sonra salatanın üzerinde salladığım tuzluktan tek bir tane bile düşmüyor. Suyum tazelenmediğinden dudaklarım kuruyor. Böyle anlarda anlatacak çok mutlu bir hikaye düşündükçe aklıma çöp yığınları, leş kargaları, akbabalar, bataklıklar, bataklıkta yaşayan sürüngenler, bataklıkların üzerinde sebepsizce daireler çizen kapkara kuşlar, bataklığa yavaşça batarken çırpınan bedenler, trafik kazaları, zamansız ölümler, cenazeler doluyor. Giydiğim daracık elbisenin içine sığamamaya başlıyorum. Çaktırmadan açacak bir düğmem yok diye hayıflanıyorum. Bir bakıyorum aslında elbisem değil bedenim daralıyor. Kendi vücuduma sığamıyorum. 

Tanıştığımız gece beni sokak lambalarının altında, ne derim diye tek bir saniye bile düşünmeden, içinde o yaşa kadar biriktirdiği tüm cesaretle, yanımızdan geçen kalabalığa aldırış etmeden uzun uzun öpmüştü. O gece eve gittiğimde kazağımın üzerinde kısacık bir misina ipi bulmuştum. Çekip koparmaya çalışınca acıdan çığlık atmıştım. Yavaşça çekip ucunu bulmaya çalıştığımda göğsümden içeriye uzadığını fark etmiş ve korkudan bayılmıştım. Kendime geldiğimde ayağımda topuklu ayakkabılarımla tuvalet masamın az ilerisinde yatıyordum. Düşerken kolumu kafamın altına aldığımdan, parke döşemeye vurduğum dirseğimden bileğime kadar kan oturmuştu. Acıyla doğrulmuştum. Çıplak sol göğsümdeki misina dünkü halinin en az beş misli daha uzundu. Kıvırıp bantlamıştım. Kalkıp koluma buz koymak için mutfağa yönelirken ipin bantın içinde uzamaya devam ettiğini hissediyordum. En çok annem birkaç gün sonra ziyarete geldiğinde fark eder diye telaşlanmıştım ama evde havluyla dolaştığım sabah, gün ışığında bile, görememişti. Aylar sonra ipin ucu artık göremeyeceğim yerlere uzayıp gittiğinde, ipin yalnızca benim görebileceğim bir şey olduğunu anlamıştım. Yanında uyandığım ilk sabah ipimin ucunun onun kalbinden çıkan benzer bir misinayla birleştiğini gördüğümde yine bayılmışım. Nihayetinde aşk denen şeyin misina benzeri ipler olduğunu açıp baktığım ansiklopediden öğrendim ve rahatladım. İp asla kopmuyor, yok olmuyor, zamanla eskimiyor, kesmek mümkün olmuyordu. Gelin görün ki bu aralar ipler ellerime dolanıyor, parmaklarımı kesiyor, vücudumda sıktığı yerlerimde izler çıkıyor ve günlerce geçmeyen yaralar açılıyordu.

İşte yine öyle bir akşam yemeğinde, gelmeyen yemekleri beklemekten midem kazındığından ya da uzayan sessizliğe bir mazeret olsun diye, devasa beyaz ekmek dilimlerini hiç çiğnemeden yutmak istiyorum. Birkaç sürahi suyla içimi doldurup, sular kulaklarımdan çıkana kadar içimde bekletmek. Hiçbir şey duymasam diyorum biraz. Kapıdan girdiği anı geri alabilsek. Ya da nerede başladıysa bu sessizlik oralara kadar gidip ne oldu bir baksak ve her neyse kırılan, tamir ediversek. Tamir edemiyorsak da yerine başka bir şey ikame etsek. Midem bulanmaya başlıyor aynı anlarda. Kalkıp hızla tuvalete gidiyorum. Daha yemek yemememe rağmen tonlarca kusuyorum. Klozetin içinde parlak renkli simlerden yapılmış peruklar yüzüyor. Bu nasıl bir saçmalık diyorum.

Geri döndüğümde masada yok. Bir not var. Notta ne yazdığını anlatıp sizi de üzmek istemiyorum. Acıklı ve acılı. İçinde beğenmediğim koltukla ve mutlulukla ve kendini ait hissedememekle ve korkularla alakalı bir sürü hüzünlü kelime var. Zaten kısacık not. Bunlar bile o daracık peçeteye nasıl sığmış, aklım almıyor.  Sonunda ne olur anla, diyor. Anlamıyorum. Garson da anlamamış olacak ki beklemekten buz gibi olmuş yemeklerimizi servis ediyor az sonra. Sularımızı tazeliyor. Birer kadeh daha şarap koyuyor kadehlerimize. Sessizce oturup önce kendi somonumu sonra onun ızgara köftelerini yiyorum. Şarapları ikişer yudumda bitiriyorum. Notu tekrar çıkarıp kelimeleri teker teker bıçağımın ucuyla kazıyorum. Harfleri birleştirip paslı bir makas yapıyorum. Ellerim zaten doğuştan küçük, makası elimde doğru düzgün tutamıyorum. İki elimle sonunda dengeleyip elbisemin üzerinde ipimin ucunu arıyorum. İyice yaklaşıp bakıyorum. Yok. Garsonu çağırıp, şu makası bir saniye tutar mısınız diyorum. Diğerine de rica ediyorum, sırtımdaki fermuarı açıyor. Yok, hayır, ben de ahlaksız bir kadın değilim aslında. Genelde yemeklerden sonra insanların önünde çırılçıplak soyunmuyorum. Ama işte böyle istisnai durumlar da yaşanıyor. Yakın gözlüklerimi çıkarıyorum çantamdan. Takıp dikkatlice bakıyorum. Genç garson da eğilip benimle beraber arıyor ne aradığını bilmeden. İşaret parmağının ucuyla iğne deliği kadar bir deliğe dokunuyor. Küçücük bir delik buluyoruz böylece yalnızca sol göğsümde. Başka da tek bir ize bile rastlamıyorum. Garsonlar ve müşteriler girdikleri şoktan hiçbir şey yapamadan ve gözleri fal taşı gibi açılmış halde bakarlarken ağlamaya başlıyorum ve dev makası alıp kendimi ortadan ikiye kesiyorum. 


Deniz kıyısındaki bankta derin bir uykudan uyanır gibi gittiğim yerlerden döndüğümde, göğüs kafesimde ancak ağır bronşitlerde görülebilecek denli şiddetli bir ağrı var. Daha önce hiç bu kadar mutsuz bir şey görmemiştim. İlk kez, beraber yaşayamadığımız günlerde tatsız şeyler de yaşanabileceği aklıma geliyor. Kalp atışlarım yavaşladıktan sonra, ne de olsa bu da bir rüya, sayılır diyorum. Aslında böyle bir şey de yaşanmadı. Bir sonraki damlada kendimi bir öğleden sonra kollarında, yaz vakti bir kumsalda ya da mutfakta söğüş domateslerin üzerine biberiye serperken bulabilirim. Derin bir nefes alıp göğsümü ellerimle ovuşturuyorum. Kalkıp eve doğru yürümeye başlıyorum.
Ağrı geçmek bir yana geceleri giderek artıyor ve üç gün sonra çok ağır bir gribe yakalandığımı anlıyorum.

4 Eylül 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-14

Şimdi ne olacak, diye düşünürken buluyorum kendimi sık sık. Başı sonu belli olmayan bir hikayenin ortasına düşmüş gibiyim. Hiçbir şey olmayacak bundan sonra. Binlerce kez tekrar etmiş bir savaştan hiçbir seferinde galip çıkamamış biriyim. Umutsuz ve çaresiz. Bunu kendime acıdığım bir an olarak düşünmüyorum. Bu, şüpheci bir doktorun istediği üzerine yapılmış kan tahlilinin üzerindeki fosforlu kalemlerle çizilmiş yüksek değerlere bakıp, vay be, demek bende de bu hastalık varmış demekle aynı şey nazarımda. Dişindeki çürükten utanan bir hasta gibi tahlil kağıdına baktıkça kafamı ne yöne çevireceğimi bilemiyorum. Her gece yatmadan önce çoktan çürümüş dişimi uzun uzun fırçalıyorum. Mezarlıklarda dolaşıp ölülere suni teneffüs yapmak, seni sevmekten çoktan vazgeçmiş birini düşünüp ağlamak, on beş yaşında severek giydiğin bir eteğin içine sığmaya çalışmak. Birinin diğerinden farkı yok. Aynı beyhude çabaya yetecek nefesi kendimde her sabah aynı hevesle buluyorum. Kabullenebilme hissi, neden bilmem, ilk bebek banyomda üzerimden akıp gitmiş olmalı.

Sıcak öğleden sonraları saatlerce yürüyorum. Yanımdan geçen her insanın yüzüne uzun uzun ve dikkatle bakıyorum. Bulamadığım bir cevabı, birinin çatık kaşlarında, alnındaki kırışıklıklarda, çenesindeki çukurda ya da yanağındaki bir gamzede buluverecekmişim gibi bakıyorum. Bulamıyorum. Kendi yüzüme bakabilsem o an, ne görürüm, onu da bilemiyorum. Elimde bir aynayla gezmek neresinden bakılsa normal karşılanmayabilir. Bu yüzden geceleri, yatmadan önce evdeki tuvalet masasına oturup uzun uzun kendi yüzümü inceliyorum. Bir süre sonra yabancı birine dönüşüyor aksim. Kaz ayaklarını elimle düzeltmeye çalışıyorum. Nafile. Burnum aynı. Gözlerimin içindeki hare biraz küçülmüş gibi geliyor. Yanaklarım zayıflamış. Tenim incelmiş. İyice yaklaşıp baksam altından geçen damarları tek tek görebileceğim. Ağzımı açıyorum. Yirmilik dişimdeki karaltı giderek koyulaşıyor. Oysa çürük değil. Kalkıp yüzümü defalarca yıkıyorum. Kat yerlerinden dikkatlice katlar gibi düzeltip yastığa koyuyorum. Anında uyuyorum. Uykusuz gecelerin aksine sayısız rüyanın arka arkaya sıralandığı uzun ve bir o kadar deliksiz bir uykuya yatıyorum. Yorgun ve neyin rüya neyin gerçekten yaşanmış olduğunu kestiremediğim bir sabaha uyanıyorum.

Erken saatlerde gidip iskelenin yan tarafındaki banka oturup denize bakıyorum. Yeni hiçbir şey yok. Birbirinin üzerine dökülen dalgalar, sürü sürü gezen küçük gümüş balıkları, çirkin gagalarını buldukları her çöpe defalarca daldırıp çıkaran gürültücü martılar, banklara anahtar uçlarıyla kazınmış isimler, bank ayaklarına her yağmurda biraz daha yapışan pas lekeleri ve ben. Hepimiz bir günün hem de mutlu yaşanmamış bir günün tekrarının içinde dönüp dolaşıyoruz. Havada asılı kalmış bir uçan balonum. Bir avuç çakıl taşıyım. Kışlık pantolon cebinde unutulmuş parayım. Ruhu kaybolmuş, ucundan yırtılmış, ortasından delinmiş, kenarından çatlamış, üstü başı kir pas içinde, paçalarına çamur sıçramış, yolunmuş, yıpranmış, ağlamış ne varsa. Hepsi benim. Bir yandan da yokum. O kadar yokum ki dünya üzerinde, yokluğum fiziksel varlığımın çok üzerinde. Bazı sabahlar yok olduğumu sanıyorum. Bozuk bir saatin kalan son gücüyle çaldığı yanlış bir alarm gibi basıyor bazen yalnızlık hissi. Otuzundan sonra yalnız bir kurttur her erkek, der Orhan Pamuk. Erkek olmakla ilgisi yok. İnsanlık olarak biz bu yalnızlığı nerelere sığdıracağız?

Ona yazdığım mektuplar eline geçiyor mudur, açıp okuyor mudur? Biriken mektupları için eski bir bisküvi kutusu bulmuş mudur? Masasında saklıyor olsa bir çekmece dolmuştur. Belki ilk gönderdiğimin üzerindeki pulun kenarları kıvrılmıştır, üzeri soyulmuştur. Belki hiç açmadan attıkları vardır. Belki bazılarını okuduktan biraz sonra ceketini alıp çıkmıştır. O saatlerde kimselerin olmadığı bir ara sokak meyhanesinde oturup rakı içmiştir. İçtikçe içlenmiştir. Belki iç sıkıntısıyla bakıyordur postacının yüzüne her görüşünde. Ne bileyim. İnsan bilemiyor. en çok unutulmaya üzülüyor. Unutuldukça bir parçası gerçekten siliniyor. Vücudundaki benlerin yerlerini tam olarak hatırlayamamaya başladığım gün, aynanın karşısında şaşkınlıkla kendine bakıp şaşıracak. Bir mucize eseri kaybolmuşlar sanacak. Benim geçen gün boynumun yan tarafını ne kadar arasam bulamayışımın başka bir sebebi olamaz. Ne büyük acı. Boynumun kokusunda uyuyakaldığın günler artık hiç yaşanmamış olacaklar.

Şimdi ne olacak?
Sevdiğim adamdan ayrılmış, işi bırakmış ya da alıştığım hayat alışkanlıklarını terk etmiş değil de korkunç bir felaket gelip üzerimde koyu bir bulut gibi asılı kalmış. Yüzyılın felaketi bir kasırga bulutlarını benim üzerimde bırakıp gitmiş. Kurtulamıyorum. Sinek kovalarcasına ellerimi yüzümün iki yanında sallıyorum. Beyhude. 
Bu aralar Atlas'a gidemiyorum. Ne zaman gitsem Bahadır çok uzaklarda bir yerlere bakıyor. Anlıyorum ki bana verdiği damlalardan litrelerce içiyor geceleri yatmadan önce. Sabahları bakışları puslu. Kendimden daha hüzünlü birini görünce, içim, kendi içine doğru yıkılmaya başlıyor. Bir yandan onu teselli etmek isterken bir yandan kelimeleri kendim için defalarca kez kullanıp çoktan bitirdiğimi anlıyorum. Kelimelerden geriye yalnızca manasız suskunluklar kalmış gibi karşılıklı susuyoruz. Damlanın olduğu tüpten bir tane çaldım geçen gün o dışarıya çıkınca. Çantama attım. Biraz sonra bir damla hayal dilimin üzerinden içime doğru usulca süzülecek ve işte bambaşka bir dünya başlamış olacak. 


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Gidilmemiş yerler atlası- 13/ Ferhan

Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok ayıp, diyor bana. Kafamı önüme eğiyorum ama kulak öyle açma kapama düğmesi olan bir organ değil. Duymaya devam ediyor. Üstelik onları bırakıp seni dinlemek isteyecekleri kadar heyecanlı bir hikaye de anlatmıyorsun bana, diyorum içimden. Yan masada otursam keşke biraz da. Ama çocuğum ve sen annemsin. Seni dinliyorum. Sen ne anlatsan en doğrusu budur, diye düşünüyorum. Yine de kusura bakma, kıvırcık saçlı kızın terk ettiği adamı ve ne kadar pişman olduğunu, adamı belki de öğleden sonra arayacağını, adamın da nasıl ayrılmaya hazırmış ondan, bir kez bile ayrılmayalım deyip ayaklarına kapanmadığını falan, bütün hikayeyi baştan sona dinlemek istiyorum. Yan masayı dinleme hastalığımın teşhisini de tam o gün, o çay bahçesinde, ılık sütümün kalanını bir dikişte bitirirken koyuyorum. Çocuksak o kadar da değiliz, ne olduğumuzu bal gibi biliyoruz.

Pencerenin önünde dikilmiş dışarıya bakıyorum. Seneler sonra bir bahar sabahı. Bu havayı yiyebilsem, tadı, yeni ılımış bir fırın sütlaç gibi olurdu, diye düşüyorum. Ağzımı açıp kapatıyorum suyun dışına atılmış bir balık gibi. Birden kendimi ciddiyete davet ediyorum. Sağ kulağım, klima sistemi, havalandırma menfezi, slot gibi bazı kelimeleri daha havada uçarlarken bir tokat darbesiyle yere seriyor. Çoğunun bana ulaşması böyle engelleniyor. Geriye kalan kelimeler ise sütlacın üzerindeki tarçın taneleri gibi savruluyorlar. Havada bir süre asılı kalıp, döne döne üzerime yağıyorlar. Ellerimi başımın üzerinde sallayıp savuşturuyorum hepsini. Karşımda çam ağaçları var. Ağaçların önünde, belediyenin iki gün önce beyaza boyadığı, yüksekliği omuzlarıma gelen bir duvar. Duvarın üzerinde, bakışlarını uzaklarda bir yere sabitlemiş yürüyen, sarı kuyruklu dünya çirkini bir kedi. Besili. İyi muhitlerin hayatlarında hiç kuru ekmek yememiş hayvanlarından. Oysa ben bile yedim. Dümdüz duvarın sonundaki çöp tenekelerine doğru yürüyor. Yufka yürekli bir yaşlı olduğunu tahmin ettiğim birinin bıraktığı yemek artığına doğru gidiyor. - Kıymalı makarna. Ben de başkasının yemediği makarna artığını yemedim hiç. Bir noktada kediden daha iyi bir hayat yaşadığıma dair bir kanıt bulmanın sevinciyle, izlemeye devam ediyorum. Sarı kuyruk, menüden memnun değil, yanından yürüyüp geçiyor bir iki defa kokladıktan sonra. O sırada iki adam zar zor taşıdıkları üç adet eski traktör lastiğini getirip çöpün yanına bırakıyorlar. Koltuk altlarında ter izleri var. Ağızları kurumuş. Yorulmuşlar. Belli ki tekerlekleri uzun yollardan buralara taşımışlar. Şehrin apartmanlarla çevrili, en kalabalık semtlerinden birinde yaşamasak ve en yakın traktörü görme olasılığımız en az iki yüz kilometre uzakta olmasa, belki şaşırmazdım. Şaşırıyorum. Lastikler birbirlerinden güç alarak zorlukla ayakta durur gibiler. İkisi, daha sağlam duran üçüncüye yaslanmışlar. Nereye geldiklerini bilemez halde etraflarına bakıyorlar. Hayretle karışık bir korku gözlerinden okunuyor. Oysa sarı kuyruk hiç şaşırmıyor. İki hamlede sıçrayıp gölgede kalan lastiğin üzerine bir güzel kuruluyor. Güneş de ağaç dallarının arasından süzülüp tam o an onların üzerine vuruyor. Sahne sırasının çirkin bir kediye ve ürkek traktör lastiklerine geldiği bu anda camın önünden çekilip kendime bir kahve yapıyorum. Traktörüm orada otlayadursun.

Günler hiç geçmiyor gibi. Yine camın önündeyim. Manzara aynı, hava biraz değişik. Bugün içsem, haddinden fazla soğuk su gibi bademciklerimi iki saate şişirir, beni ıhlamurlara, ballı ada çaylarına mahkum eder diye korkuyorum. Seslerin çaresine her zamanki gibi kulağım bakıyor. Saçlarımı tepeden at kuyruğu yaptım ki kulak kepçem tenis raketi gibi ona doğru yaklaşan gereksiz sözcükleri karşılayıp, tek hamlede karşı tarafa göndersin. Yine de vaevienler, otomasyon sistemleri, güvenlik düğmesi gibi laflar duyuyorum. Yarın belki de şapkayla gelmeliyim işe. Kesin çözüm. Derken, sarı kuyruk yürüyerek geçiyor önümden. Topuklu ayakkabılarımla kordonda salınsam belki bu kadar kadın olurum, daha fazla değil. Hiç acelesi yok. Kuyruğu sağdan sola sallanırken bana bir şey demek istiyor gibi geliyor. İkimizin bakışları aynı anda çöpe varıyor. Bir bakıyoruz, iki tane oymalı kakmalı tekli koltuk, çöpün yanında dikiliyorlar. Dikiliyorlar çünkü krem rengi kadife kumaşları, gül ağacından ayakları ve sırtlarındaki tavus kuşu desenleriyle o kadar başka bir dünyaya aitler ki; etraflarına ne kadar baksalar oturacak bir yer beğenemiyorlar. Asaletleri bana da  sirayet ediyor. Ağırlığımı bir bacağımdan diğerine verirken sırtımı dikleştiriyorum. Kedinin umurunda değil. Çamurlu ayaklarıyla bir hamlede sıçrayıp, minderin bağrına kuruluyor. Pis pis sırıtıyor. Bu koltuklar dün kimin salonundaydı? Birden kimin aklına, ne geldi de bu ikisini atıverdiler kapının önüne diye düşünmeden edemiyorum. Lise öğrencileri geçiyor çöpün önünden. Öğle arası olmuş. Kalabalıklar, yürüyorlar. Biri bile yolun ortasında duran koltuklara kafasını çevirip bakmıyor. Ha, normal yani bu, deyip masama geri dönüyorum. Dünya galiba bir tek bana bu kadar acayip geliyor.

Çöpü, diyorum Nimet Abla, verin ben atarım. İkimiz de bir süre kendimize doğru çekiştiriyoruz siyah poşeti. Sonunda galip geliyorum ya da onun zaten canına minnet, kazanmışım gibi hissetmeme izin veriyor. Alıyorum. E, peki Ferhan hanım, sağ ol diyor. Çıkıyorum. Sarı kuyruk, biliyorum, yine birilerinin terk edilmiş eşyalarının peşinde. Henüz ortalarda yok, birazdan meydana çıkacak. Duvarın önünde dikiliyorum. Etrafa bakıyorum ve çöp gerçekten çöp kokuyor. Nedense bugün üşüyorum. Gerçekten neyi bekliyorum, diye düşünüyorum. Kediyi bekliyorum. Herhalde artık gerçekten deliriyorum. Bu sırada çöp kamyonu dönüyor köşeyi. Tüm azametiyle üzerime geliyor. Yanaşıyor sessizce.  Kamyonun arkasından sarkan iki adam bana bakıyor. At abla içine, diyorlar. Atıyorum. Çöpte tek bir ilginç eşya görmüyorum. Ne tuhaf diyorum. Daha dün tam benim dikildiğim bu yerde oymalı koltuklar dikiliyordu. Gök gürlüyor birden. Apartmanın boyası kirlenmiş cephesinin arkasında gümüş bir şimşek parlıyor. Çöpün yan tarafındaki apartmanın metal rüzgarlığına  yağmur damlalarının vurduğunu duyuyorum. Saçağın altında sarı bir kuyruk dikkatimi çekmeye çalışır gibi iki yana sallanıyor. Göz göze geliyoruz. O an, bugün çöpteki tuhaf eşyanın ben olabileceğim aklıma geliyor. Gülümsüyorum. 


-Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok ayıp, diyor bana. 
Asıl kedilerin konuşması çok saçma, diyorum. Çenesindeki çamuru yalamaya çalışıyor bir yandan. 
Hem ben, kimseyi dinlemiyorum. Koşarak saçağın altına giriyorum. O uzun zamandır kullanılmadığı çok belli bir masanın paslı tarafına yaslanmış.  Çok yalnızım çünkü. Tanrının unuttuğu bir çölde develerimle yaşıyor gibiyim. Issız buralar. Bazen susuzluktan kavruluyorum bazen soğuktan donuyorum. Duyulacak tek bir ses yok. 
-Saçmalama diyor. Başkalarının çöplerini bile dinliyorsun. Rahat bırak bizi. Üstelik öğle aralarında çöpün yanında oturman da çok acayip. 
Derken, kulağım o çirkin sarı kuyruğunu tuttuğu gibi, kediyi  yerden yere vuruyor. Yağmur sesinden başka bir ses duyulmuyor. Pişman değilim. Vicdan azabı çekmiyorum. Suratında donup kalan o tuhaf gülümseme hala benimle dalga geçer gibi. Gideyim artık, diyorum. Çöpün yanından koşarak geçerken şaşkınlıktan ayağım tökezliyor. Dev bir mızıka çöpün kenarında parlıyor. Sıraya dizilmiş bir kedi orkestrası cenaze marşını çalıyor. Sarı Kuyruk hala yerde. Kuyruk kıpırtısız. Kuyruk sözlerinin bedelini ödüyor. Terk edilen şeylerin kalbini kıran kediler ve kendi hayatı olmayan şeyler ölüyor. Bazıları güpegündüz bazıları içinden.

Ve ben, işte o günün akşamı, Sarı Kuyruktan yalnızca birkaç saat sonra karşıdan karşıya geçerken, beceriksizce ve hiç beklemediğim bir zamanda bir dolmuşun altında kalıyorum. Ölüyorum. Benden geriye tek bir anı kalmıyor. Dünyada yaşadığımı belgeleyen tek şey bir vatandaşlık numarası. Tesadüf eseri ya da hayatın cilvesi diyelim. Öldüğümün ertesi günü, Bahadır ona yazdığım son mektubu posta kutusunda buluyor. Ayrılalı çok oldu, ortak arkadaşımız yok. Öldüğümden haberi olmuyor. İşe giderken pastahaneden sıcak bir simit alıp yiyor. Öğlen kafasını çevirip televizyondaki haberlere baksa adımı görürdü, görmüyor. Akşam eve geç saatte yorgun geliyor. Hemen yatıp huzurla uyuyor. İçine tek bir kötü his bile doğmuyor. Cenazeme gelmiyor. Mektubun son satırları, ona, gittiğinden beri zaten ölüyüm, diyor. Neredeyse komik. O gün değildim, oysa işte şimdi, tam olarak ölüyüm. Yazarken belki insan bilmediği gizemli ve sisli bir gelecekten ip uçları seziyor ama kendini gerçekliklerine inandıramıyor. Öğrendiğinden beri Bahadır bazı geceler beni düşünüp bodrum katındaki odasında sessizce ağlıyor. Bazı sabahlar uyandığında beni fikirlerine mıhlanmış gibi kafasında buluyor. Aklından çıktığım saatlerde, yapması gereken çok önemli bir şeyi unutmuş gibi huzursuz oluyor. Birden aklına öldüğüm geliyor. Midesinde derin ve keskin bir acı hissediyor. En zoru pişmanlık, diyor o kızla barda oturup başka şeylerden bahseder gibi benden bahsettiğinde. Biliyorum ki o da beraber olsak, evlensek o ilk kez birbirimizi görüp aşık olduğumuz gün ve şimdi iki çocuğumuz olsa, ben yine de ölür müydüm diye düşünüyor. Beni hızla üzerime gelen dolmuştan son anda kurtardığı düşler gördüğü oluyor. İkimizin de Balıkesir'in aynı sokağında büyüdüğümüzü öğrendiğimiz o gece kurduğum hayali, sen bana fazlasın, dediği gün ucu keskin bir baltayla lime lime etmese, neler olurdu merak ediyor. Yaşanmamış mutluluk ihtimalleri demirden bilyeler gibi ceplerine dolup, belini, sırtını, boynunu ağrıtıyor. Duruşu bu yüzden gün geçtikçe tuhaflaşıyor. Çok üzülüyor. İpini bana bağladığı bazı anılar sonsuza kadar kaybolduğu için mi yoksa ölüm başlı başına çok hüzünlü bir şey olduğu için mi, bilmiyorum. Bazı anlar kafasının içini dinlerken, çok genç ölen benim yerime kendisi ölmediği için her şeyi unutup, anlık bir yaşama sevinciyle dolduğunu bile görüyorum. Kızmıyorum. Aksine içimi derin bir şefkat hissi kaplıyor. Uzanıp sıkıca sarılmak, sakalını okşamak ve başkalarıyla ettiği her sohbette söze karışıp onu teselli edecek bir cümle kurmak istiyorum.
Evet, artık ölü olduğumuz için her konuşmayı dinleme hakkımız var. Kediler ve ben özellikle yağmur yağan günlerde dünyaya kafamızı iyice uzatıp, konuştuklarınızı dinliyoruz. Ölü bile olsam bazen bu durumdan biraz utanıyorum. Ama çok değil.
Sarı kuyruk da burada. Yakınımdan geçtiği günler oluyor. Ama çok değil.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-12/ Bahadır'ın cebindeki mektup


Sevgili Bahadır,

Ayrılırken, beni bana bırak, kadar acıklı kaç cümle kurabilirsin? Sonunda bir kuş gibi ellerinden uçup gitmemi göze almak da erdem ama hiç sahip olmadan da sevebilir misin? Ne kadar sevebilirsin? Bileklerimi mesela ya da dirsek içlerimi, ne kadar içten öpebilirsin? Saç tellerime parmak uçların dikenli tellerle çevriliymiş gibi ihtiyatla dokunabilir misin? Gerçekten, yapabilir misin? Sarhoş olduğum bir gecede, ama kör kütük sarhoşluk diyorum, önümü göremez haldeyken, ne kadar şefkatle koluma girebilirsin? Hasta gecelerimin kaçında elin alnımda, için huzursuz, uykusuz, bir tahta iskemlede oturup gün doğsun diye başımda bekleyebilirsin? Kimsenin çare olamayacağı bir üzüntüye içim dağlanır gibi ağlarken, içine sokmak ister gibi sarılabilir misin? Yapamazsın gibi geliyor bana. İçinde deli divane uçan kuşlar, kafeslerini zorlayan vahşi hayvanlar var. Her gülümsemenin altında beni bir yerimden bıçaklayan bir hınç. İçten içe hep başka bir şeye gülüyor gibisin. Özlemiyorsun. Çok özledim dediğin zamanlarda bile ağzın çarpılıyor sağa doğru. Sözlerin inanılmaz. Söylediklerinin acayipliğinden değil de, nefesinde uçuşan bir şeylerden. Gözlerimin içine bakarken bile mükemmel yalanlar kurar gibisin kafanda. İnanamadığım kelimelerin olağanüstü yakışıklılar. İçimden her birinin ensesinden tutup uzun uzun öpmek geliyor. Ellerimi incecik çeperlerinde uzun uzun gezdirmek. Sonra tam bir ruh hastası gibi incecik boyunlarına sarılmak. Solukları yüzümdeyken bir an gözümü kırpmadan ümüklerini sıkmak. Her birini aynı nefretle, yavaş yavaş ve  tek tek öldürmek istiyorum. İşte onlar öyle kelimeler. Öyle kelimeler birleşip senden bana esiyorlar sabahları rüzgarla. Bir şey anlatıyorlar. Gözlerim dehşetle ve yerlerinden uğrayacakmış gibi açılıyor. Aşk böyle şey. Göz göre göre, ne desen inanıyorum.

Gözüm görmesin, diyorum şimdi seni soran biri olursa. Hemen arkasından yüzünü özlüyorum. Bunlar neredeyse aynı anda oluyor. Nasıl oluyor da aynı anda olabiliyor? İçimdeki yerler nasıl bu kadar arsız ve iflah olmazlar? Ne kadar anlatsan cebinde beş kuruş para olmadığını anlamayan çocuklar gibi baloncuların önünde yerlerde yuvarlanıyor, durmadan ağlıyorlar. Yok artık, gitti o, dedikten beş dakika sonra yine, nerede kaldı, hala gelmedi diye camın önüne oturup yoldan gelen geçene bakıyorlar seni görme ümidiyle. Her akşamüzeri sofrayı kurup, yolunu gözlüyorlar. Ne zaman baksam yoğurtlu köz patlıcanlarla şeker kavunlar mavi beyaz porselen kayık tabaklarda servise hazırlar. Göbek rakın dolapta soğuyor. Çok acılı mezelerin soğanları kokuyor sen gelmedikçe. Kokular her yeri sarıyor, dolaptaki yumurtalar rakı şişesinden kaçan anasondan sarhoş oluyor, kavunun suları tabağın dibinde birikiyor, zaman yavaşlıyor. Denizdeki dalgalar yepyeni dalgalarla yer değiştiriyor. Uykum gelip yatağa yattığımda, bu saatlerde nerelerde neler yapıyorsun diye meraktan ölüyorlar. Başka bir kadın kokusunda uyuyakalırsan diye akılları başlarından gidiyor. Kapının üst kilidini çevirirken umutlarını kaybeder gibi olup paniğe kapılıyorlar. Gelmeyecek, diye haykırıyorum apartmanın sessizliğine doğru, anlamıyor musunuz? Susuyorlar. Her şey susuyor. Mahallenin gürültücü köpek çetesinden Afrika ormanlarının ortasına doğru uçmaya başlamış göçmen kuşlara kadar, yaşayan ne varsa, susuyorlar. Bozuk musluğun kaçırdığı su damlasından döndükçe gıcırdayan yatak yaylarına, uykuda sıkılan dişlerden sinirlendikçe seğiren göz kapaklarına, her şey susuyor. Sessizlikte tek bir kalp atışı yok. Öldüm mü, diye aynada nefesimi kontrol ediyorum. Nabzıma bakıyorum bileğimi tutup. Bir şeyim yok, basbayağı yaşıyorum.

Oysa ikimiz de biliyoruz, gittiğinden beri yaşamıyorum.

Sevgiyle,
F.


25 Ağustos 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-11

Göbeğinin üzerine kadar çektiği pantolonunun koyu yeşil askıları var. Giydiği yarım kollu gömleği gün aşırı değiştiriyor. Bugünkünün lacivert ince çizgilerinin aralarında  kırmızı kalın çizgiler var. Mokasen ayakkabıları boyalı. Pırıl pırıl. Yuvarlak çerçevesiz gözlüklerinin arkasından anlamsız bir neşeyle bakıyor. Sabahın bu saatinde elinde çay tepsisiyle kaldırımdan geçip giderken bile yürüyüşü dengeli. Orta yaşa kadar nerelerde çalıştı, neler yaşadı bilmiyorum. Oysa sorsam, hemen bir tabure çekip anlatmaya başlayacak gibi. Acıklı bir hikayesi yok bence. Çocukluğumdan beri çaycı olmak istemiştim, sonunda bankacılığı bırakıp, hayallerimi gerçekleştirdim dese, inanırım. 
Bana gelip, sen sabahın bu erken saatinde bir barın kapısının önünde neden oturuyorsun diye sorsalar, işte ona, hemen cevap veremeyebilirim. 

Barı Bahadır'ın açtığı sabahlardan biri olduğundan, onun sokağın köşesini elinde pastahane poşetiyle dönüvermesini bekliyorum. İşsizliğin zor yanı bu. Birden dünyanın ortasına düşüvermiş gibi, neyin ne zaman yapıldığını unutmuş oluyor insan. Çalışmak çok büyük itaatkarlık. Birilerinin sana şimdi acık ve öğlen yemeğini ye, demediği bir dünyada karnının açlığından bile emin olamıyorsun. Benim de birkaç gün pençesine düştüğüm gibi evde öğlene kadar uyumak çok kolay. İnsan ne çok uyuduğunu fark ettiğinde önce bir suçluluk hissi duyuyor. Erken de kalksa bir şey yapmayacağını hatırlayınca da panik hissi doluyor. Bu tuhaf hisler zamanla azalıyor. Bu günlerde gerine gerine uyanıyorum. Beni uyurken görecek tek bir insan evladı dahi olmadığından bazı çok sıcak gecelerde çırılçıplak yatıp, her yerim tutulmuş olarak uyanıyorum. Bazı geceler evde unutulmuş büyük boy bir erkek tişörtüyle. Üzerinde hala kokusu duruyor. Gece terledikçe tişörtle kokularımız birbirine karışıyor. O zamanlar gözlerim açık tavana baktığım, sabahlara kadar uyuyamadığım geceler geliyor aklıma. Çok uzakta değiller. Birden özlüyorum. Beraber uyuduğumuz uykuları. İki uyku arasında beni bulan avuçlarını. Yatağa düşen kirpiklerini. Vücudundaki benleri. Sabah uykunu hiç alamayışını, biraz. Hazırladığın kahvaltıları, çok. Küçük bir kız çocuğu gibi kafamı okşayıp, saçlarımı öptüğün uyandırmaları, en çok. Özlemek çok büyük bir his. İçine ne koysan sığıyor. O kadar ki, özlemler de bir süre sonra birbirine karışıyor. Üst kattan gelen tıkırtıları da özlüyorum aynı anda. Bir süre sonra bakıyorum annemi de çok özlemişim. Yaz öğlenleri yaptığı  peynirli patlıcanın yanında karpuz yemeyi de. Birden canım karpuz çekiyor deliler gibi. Üzerimi giyip telaşla evden çıkıyorum. Marketten aldığım altı kiloluk karpuzun ağrıttığı sırtımla, kendimi, barın önünde buluyorum.

Barın önünde kucağımda karpuzla otururken çaycı bir kez daha geçiyor elinde dolu bir tepsiyle. Ben de bir açık çay alabilir miyim, diyorum. Birden dönüp, günaydınlar, diyor. -lar hecesini hiç bitmeyecekmiş gibi uzatıyor. Pür neşe. Devam ediyor. Ne dediğimi anladı mı, emin olamıyorum. Bahadır uykulu gözleriyle köşeyi döndüğünde çayım gelmiş, ben yarısını içmiş oluyorum. Şaşırmıyor beni gördüğüne. Bu adam neye şaşırıyor ki, diyorum. Bana şaşırmadın, karpuza şaşırsaydın. Ona da şaşırmıyor. Günaydınlar, diyerek açıyor kapıyı. Bütün heceler aynı derecede kısa ve net. Elinde pastahane poşeti yok. Ya kahvaltı etmiş ya her sabah geldiği yoldan gelmemiş. Soramıyorum. Oysa o getirdiği çıtır simitlerden de çok istiyor canım. Canım gerçekten de her şeyi ne çok istiyor. Mutsuzluk geçiyor demek bu bir yandan. İştah, mutlu zamanların işi benim için. Ağzımın kenarları kendiliğinden yukarıya kıvrılıyor. İyileştiğini fark eden ama kabul edemeyen müzmin hastalık hastaları gibiyim. Karpuzumu iki avucumun ortasına yerleştirip bara taşıyorum. Bar tezgahının üzerine bırakıp, ben, diyorum simit alıp geleyim, yersin değil mi. Ses çıkmıyor ağzından. Işıkları açmak için arka tarafa doğru yürürken kafasını sallıyor yalnızca. Keyifsiz ve iştahsız. Sonradan anlıyorum ki benden daha aç. Aldığım üç simidin ikisinden fazlasını kendi başına yiyor. Ben de karpuzun yarısını.


Çaycı gelip bardağını alıyor. Günün ilk müşterileri tostlarını yiyor. Öğlene doğru içerisi doluyor. Boşalıyor. Akşamüzeri tekrar kalabalık oluyor. Sonra kalabalık giderek artıp geceyle buluşuyor. Güzel suratlar, çirkinler, gülümsemeli ya da asık olanlar, boş boş bakanlar ve karşısındakinin tek bir kelimesini bile atlamadan dinleyenlerle, bir gün daha üzerimizden geçiyor. Bahadır çok az konuşuyor. Bir şey mi oldu, diyorum, dayanamayıp. Akşam anlatırım diyor. Karanlıkta görünmez olan şeylere kendi hisleri de karışır diye umuyor. Bana sorsalar, Bahadır yalnızca ışıkları kapatınca öpüşüyor. Ben, gelip geçene bakıyorum. Dışarıdan. O ortamın insanı değilim. Sabah karpuz çekirdeği düşürdüğüm bar tezgahı bir tür ameliyat masasından başka bir şey değil benim için. Tuvalet sırasında beklerken yan taraftaki adam, e ne iş yapıyorsun, diye sorunca bir an orada gibi oluyorum. İşsizim diyorum. İlgisini hızla kaybediyor. Ya da bana öyle geliyor. Bahadır gelip dokunuyor omzuma. Gel, sigara molasına çıkıyorum, diyor. Barın arkasında bira kasalarının hemen yanında duruyoruz yan yana. İçmediğimi bile bile her seferinde paketi önce bana uzatıyor. Sağ ol, diyorum. Pantolonunun arka cebinden muntazam katlanmış bir beyaz kağıt çıkarıyor. Uzatıyor. Yüzüme bakmıyor hala. Açıyorum. Gizlice ceplerini karıştırıp bulmuş gibi tedirginim. Baştan sona okuyorum. Bir kez daha okuyorum. Geri veriyorum. Hiç bakmadan alıp cebine geri kokuyor. Sigarasını yere atıp, ayağının ucuyla eziyor. İyice. Öldüğünden emin olmak istiyor. Tüm ağırlığı ayak ucunda. Vücudu sağa sola sallanıyor. Taş gibi ağır. Hava hiç esmiyor. Daha fazla ayakta durmaya tahammül edemiyor. Çömeliyor yere. Titremeye başlıyor. Önce inceden inceden. Giderek şiddetle. Sarsılıyor az sonra. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kafasını tutup göğsüme bastırıyorum. Soramıyorum. O da söyleyemiyor. Gece barı kapattıktan sonra sabaha kadar bahçede oturup içiyoruz. Konuşmadan geçen saatlerin sonunda, o, diyor, kazada ölmüş. Bir daha bu konu asla açılmıyor. Bahadır asla ilk tanıştığım günlerdeki pervasız neşesine geri dönemiyor.