19 Haziran 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-3

Evet, benim.

Benden sanki yoldan geçerken gördüğü biri gibi bahseden o dış sesin anlattığı kişiyim, ben.
Hiç de anlatıldığı gibi naif bir ayrılık acısı yaşamıyorum. Tekli kadife koltuğumda oturmuş  güzel manzaralara dalıp giderken hüzünlendikçe sabahlığımın belini biraz daha sıkıyor, eflarlandıkça bir kadeh kırmızı şarabı daha bir dikişte bitiriyor değilim. Birlikte çekilmiş fotoğraflarımıza bakarak sessizce iç çekmiyorum. Gözyaşlarım usulca akarak yastığımın kenarını ıslatırken, hıçkırık seslerim incecik bir halk türküsü kıvamında duvarlarda yankılanmıyor. Hayır.
Haykırıyorum. Evin sessizliğe alışmış duvarları sarsılıp, sıvalarını döküyor. Döküldükleri yerde bırakıyorum. Mutfakta yığılmış çöpler, bunaltıcı akşamlarda kimbilir ne kimyasal tepkimelerle çok acayip kokular salıyor. Kapının önüne çıkarmıyorum. Dolapta limonlar küfleniyor, sütlerin son kullanma tarihleri geçiyor, saklama kaplarındaki birtakım zeytinyağlı yemekler hallerinden utanıp benden bile saklanıyorlar. Balkondaki sardunyalar arada bir camı tıklayıp, su istiyor. Lavanta halinden memnun, adeta yağlanmış, şezlongta güneşleniyor. Evdeki her şey, lavanta hariç, yavaşça ölüyor.

 Cuma gecesi giydiğim pijamayı pazar gecesi duş almadan önce çıkarıyorum. Çıkarıp kirli sepetine değil çöp kutusuna atıyorum. Sanki ne kadar yıkansa üzerine sinen mutsuzluk beni bir daha uyutmazmış gibi geliyor. Duştaki su ya çok soğuk ya çok sıcak akıyor. Kopan saçlarım suda dönüp dönüp, sonunda giderin deliğine dolanıyor. Duştan çıktığım an midemin içinde bir yer ısınmaya başlıyor. Sesim yükseliyor. Birtakım çok kaba, şimdi kimseye söylenemeyecek kadar sinkaflı laflarla, onunla hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Ellerimi yerlere vurarak, insanları tek bir fiskemle uzaklara fırlatarak, ağaçları tutup köklerinden söküp atarak, dünyanın bir ucundan diğerine nefes almadan koşmak istiyorum. İçim kaynıyor, anlıyor musunuz? Kapı arkalarını kontrol edip, onun gerçekten gittiğine ikna olduğum gece, banyoda, lavabonun tam önünde, dizlerimin üzerine çöktüm. Bir süre hiç kımıldamadan, nefes almadan, aklımdan hiçbir düşünce geçmeden durdum. O anı siz pazar sabahları trt 1 de izlediğiniz vahşi batı filmlerinden bilirsiniz. Kovboy, barın iki yana açılan kapısından hızla girer, silahını tam çekecekken, karşısındaki önce davranır, üç el arka arkaya ateş eder. Adam gözleri açık, bir damla yaş kirpiğinde donmuş, yere düşer. Ölmek üzere olduğunun farkında, hiçbir şey yapamadan dünyaya hayal kırıklığı ve acımayla bakar. Öyleydim. Kurşun seslerinin vızıltısını bile duyduğuma emindim. Ölmek üzereydim. Yalnızca nefes almaya devam ettiğimden henüz yaşıyordum. Ne kadar süre orada öyle durdum, hatırlamıyorum. Bacaklarım bana tekrar itaat etmeye karar verdiklerinde kalktım, pijamalarımı giydim, koridorun ışığını açık bıraktım, yatağıma yattım. Uyuyamadım.

Her gece ben, tartsam bir gram gelmeyecek hafiflikte uykularda yuvarlanırken, demek geceleri oda ve odadaki her şey bu şekilde burada durmaya devam ediyor, dedim. Bir gece önce yattığımda vücudumun her noktası çarşafa temas ederken, o gece ellerim, ayaklarım bir türlü yerini bulamadı. Oda sessiz, ev sakin, eşyalar kendi halinde. Yan apartmanın karanlığı yerlere kadar perdelerin üzerinde. Arada bir mutfaktan gelen bir tıkırtı. Uzayıp kısalan yatak gıcırtısı. Üst katta tuvalete kalkan birinin çektiği sifonun sesi. Uzaklardan bir bebek ağlaması. Yoldan geçen bir arabanın freni. O kadar. Yaz daha gelmedi diye kaldırmadığım yorgan o gece bacaklarıma dolandı durdu. Aklım, yaşadığımız her günü bir uçurtmanın ipi gibi sarmıştı.O gece açtıkça açtı. Uçurtma havalandıkça havalandı. Her gün sondan başa, baştan yaşandı. Sabah kalktığımda ilkçağlarda bulsaydım kendimi şaşırmazdım. Bulmadım.

 Hiçbir şey olmamış gibi kalktım, gözlerimi maviye boyayıp, kırmızı bir etek giydim. İsyansa isyan dedim. Bu kadarcık şey içimdeki yaşama sevincini kaybettiremezdi bana. Günü biraz sessiz geçirdim, tamam. Pek konsantre olamadığımdan bazı cümleleri tamamlayamadım, bazılarını taşa vurdum, kırdım. Olsun. Akşam işten çıkıp, kalabalık sokaklarda yürüdüm. Birkaç sokak boyunca keyfim yerindeydi. Balık pazarının önündeki kedileri okşadım, tezgahlardaki barbunları saydım. Vitrinlerdeki yazlık elbiselere, rengarenk mayolara, piknik kıyafetine benzettiğim uzun eteklere baktım. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Birden aklıma yapmayı unuttuğum bir şey gelmiş gibi, yüreğim hopladı. Yolun karşısına geçerken neredeyse koşuyordum. Kapı önündeki masalarında üniversite öğrencilerinin dev bardaklarda buz gibi biralar içtiği bir yere telaşla girdim. Henüz kimselerin olmadığı bara oturdum. Barmen yüzüme şöyle bir baktı. Beni tanımış gibiydi. Daha önce gelmiş miydim buraya diye etrafa baktım. Kiraz ağacından bu daracık ahşap merdiveni daha önce görsem hatırlardım, dedim. Adı ne buranın, dedim barmene. Bir an yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. Bas sesiyle, Atlas, dedi. Kuruladığı bardağı tezgaha bırakıp, elini uzattı, merhaba, Bahadır, ben de. Suratındaki müstehzi gülümseme konuşurken hiçbir yere kıpırdamıyordu. Yüzünün ölçüsüne göre kesilip, dudaklarına dikilmiş gibiydi. Bardakları kuruladığı bezi omzuna attı. Eğildi. Barın altında bir süre görünmez oldu. Doğrulduğunda elindeki kutunun içinden gözdamlası gibi bir şey çıkardı. Aç ağzını, dedi. Hiç karşı koymadım. Ne olduğunu bile sormadım. Ömrüm boyunca yabancılara güvenmemekle, onların verdiği şeyleri yememekle ilgili öğretilmiş ne varsa sildim attım. Yerde yatmış ölmeyi bekleyen kovboydum yine. Ağzıma iki damla mor sıvı damlattı. O kadar.

Sonra neler olduğuyla ilgili çok düşündüm. Bazı geceler uykumun çok derin bir yerinde o ana geri dönüp, mantıklı açıklamalar bulur gibi oldum. Uyandığımda, her şey çok gerçeküstü geldiğinden, öyle olmamıştır, dedim. İnanamadım. Ama içten içe emindim. Gördüğüm her şey, gerçekten olmuştu.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-2

Başka birinin ona anlattığı bir hikayenin sonuymuş gibi, unutulmuş, diye tekrarladı. 

Terk edildiğinden beri hissettiği acı her gün yeni bir duyguya dönüşüyordu. O da,  o hissi sokakta kimsesiz bir yavru köpek bulmuş gibi hemen sahipleniyor, ona her seferinde başka bir isim takıyordu. Dün bulduğu 'az sevilmiş'ten sonra bugünkü 'unutulmuş', dilinde, ağzının her yanına yayılan kekremsi bir tat bıraktı. Bakkalın verdiği çilekli sakızı çıkarıp, attı. 
Acının onu dönüştürdüğü her hali, kendi üzerinde deneyler yapan bir fare gibi izliyordu. Kendini tanıyamıyor, neye nasıl tepki vereceğini kestiremiyor, bir sonraki adımını ne tarafa atacağını tahmin edemiyordu. Aklının derinlerinde, daha önce sınırlarını geçmeye hiç cesaret edemediği topraklarda her gördüğü şeye şaşırarak yürüyor; kendi ikliminde yetişmesinin imkansız olduğunu düşündüğü ağaçların her yaprağına hayret ediyor, en üst dallarına tırmanıp aşağıya baktığında gördüğü uçsuz bucaksız coğrafyada kendini karınca kadar hissediyor ve korkuya kapılıyordu. 

Bazı sabahlar uyandığında, içinde bulduğu acıyı tüm dünyaya haykırmak istiyordu. 
Birinin yokluğu somut bir şeydi. Varlığı kadar gerçek bir biçimde oturuyordu kahvaltı masasında. Yumurtasının kabuklarını soymuyor, ekmeğini zeytin yağına banmıyor, çayını içmeden soğutuyordu, o kadar. Yine de vardı. Yokluğun sebep olduğu acı da öyle. Elini yavaşça nefes borusundan içeri uzatsa, göğüs kafesinin altında, üzüntünün katılaşarak yarattığı bir çakıl taşı bulacaktı, emindi. Sırf bu histen kurtulabilmek için çok defalar sabaha karşı, banyonun beyaz fayanslarındaki yansımasına bakarak kendini kusturmaya çalışıyor; eline ağrıyan çene kemiklerinden ve zonklayan şakaklardan başka bir şey geçmiyordu. Böyle zamanlarda aklına daha büyük acılar getirmeye çalışıyordu. Annesinin öldüğünü farz ediyordu içinden defalarca tövbe tövbe diyerek. İnsanlar neler yaşıyor, diyerek telkin ediyordu kendini. Hiçbiri işe yaramıyordu. Her seferinde kendini asla hatırlayacağını ummadığı bir başka güzel anının kollarında buluyordu. Kendindeki acıyı, dünyada o an yaşanan başka bir acıyla yarıştırmaya başladıktan hemen sonra, aklı, çok hasta olduğu bir kış gecesine kayıyordu mesela. Adamın, omuzlarını yumuşacık öperek onu sakinleştirmeye çalışırken söylediği her sözcük karşısında yanıp sönüyordu. O gece insan vücudunda öyle bir dokunuşun iyileştiremeyeceği tek bir yaranın olamayacağını düşündüğünü anımsıyordu kırık bir gülümsemeyle. Bir an iyileşir gibi oluyor, bu ılık his geldiği gibi hızla yok oluyordu. Geriye kocaman bir boşluk kalıyordu yine. 

Bu sabah tek başına oturduğu sofrada, siyah zeytinler kapkara gözlere dönüşüp yüzüne uzun uzun baktıklarında, bazı yaraları, açan kişiden başka kimsenin iyileştiremeyeceğini anlamıştı. Çıkıp gelen her anı, yeni bir yaralanma anıydı. Gelip çarpıyor, bir yeri deliyor, kanıyor, yavaşça soğuyor ve bir zaman sonra kabuk tuttuğu yerden tekrar açılıyordu. Bir çemberin üzerinde koşmak gibiydi. Yoruluyor, nefes alamıyor, bir anlık derin bir nefes için, içinden dualar ediyordu. Yine de onu unutmak, yaşananları yok saymak istemiyordu. Yokluğunu da kaybedersem, ondan hiç iz kalmak ki, diyordu. Her şeyin hiç yaşanmamış gibi olacağı düşüncesine katlanamıyordu.  O zamanlar çaresizce titriyordu. 

Yine titremiş, masadan kalkıp o koyu renk elbiseyi giymeye,  güneşsiz odalarda toplantılar yapmaya, içindeki tüm insani duyguları yok sayan bir güne daha başlamaya gücü yetmemişti. Bazen yetmezdi. 

Sabahın o erken saatleri, çocuklukta yaşanmış kötü bir anı gibiydi şimdi. Ara sokak önünde tüm neşesiyle uzayıp gidiyordu. Adımları sakinleşmişti. Cebinden karpuzlu bir sakız çıkarıp ağzına attı. Ellerini ceplerine soktu. Teri soğudukça içi ürperiyordu.

5 Haziran 2015 Cuma

Gidilmemiş yerler atlası-1

Eski hayatının yükünden kurtulmaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Bakkalın para üstü olarak verdiği sakızlara sinir olmak yerine, daha kapıdan çıkmadan çilekli olanı ağzına atarak işe başlamaya karar verdi. Kapının önündeki standın önünde dikildi, gazete manşetlerinden aklını uzaklaştırarak, iki tane mizah dergisi kaptı. Geri dönüp parasını öderken sakızların bir kısmını vermek yerine, yine bir bütün banknot uzattı. Bakkal paraya şöyle bir baktı, daha fazla sakız veremedi. Bozuk yok şimdi, sonra alırım, dedi. Karşılıklı gülümsediler. Dergileri  ikiye katlayıp çantasının ön gözüne sokuşturdu. Kapının önündeki daracık gölgeye iri cüssesini sığdırmaya çalışan ön ayağı sakat köpek kafasını kaldırıp ayak seslerinin sahibine baktı, hiç ilgilenmeden kafasını çevirdi. Dünyanın tüm yükü omuzlarında gibi boynu eğik, donuk bakışlarını yolun gri asfaltına dikti. 

Karşı kaldırıma geçti. Normal günlerde hiç girmediği bir arka paralel sokaktan yürümeye karar verdi. Araba egzosu, korna sesi ve trafikte sinirleri gerilen insanlardan yayılan o tedirgin edici titreşimden kaçıyordu. Girdiği sokakta hiç ses yoktu. Yolun iki tarafındaki ağaçlar coşkuyla tüm yapraklarını açmış, göğü tutmak istercesine uzanmışlardı. Kediler. Sokağın daimi sahipleri. Nöbetlerini bir sonraki kuşaklara devrede devrede yaşarken, duvarlardaki gölgeleri, boş kalmış bankları, çocuk parklarındaki ihmal edilmiş salıncakları yalnız bırakmamışlardı. Yürüdü. Ağaçların altından, kedilerin yanından kaldırım taşlarını eze eze yürüdü. Tam da güneşin insanlığı eritmeye yemin ettiği saatlerdi. Terlemeye başladı. Sırtından damla damla terlerin süzüldüğünü hissediyordu. Umursamadı. En son ne zaman bu kadar terleyecek kadar esaslı koştum, diye düşündü. Hatırlayamadı. En son ne zaman bir şeyden delice korktuğunu, bir şeye hırsla sahip olmak istediğini, biriyle tutkuyla öpüştüğünü, bir şeye kahkahalarla güldüğünü de hatırlayamadı. Oda sıcaklığında ne eriyen ne de buz tutan bir cisim gibi, biri onu bir yerlerde unutmuştu sanki. Unutulmuş, dedi içinden. 

Geçen sene gittiği bir sergide izlediği video geldi aklına. Bir tabak şeftaliyi bir masanın üzerine bırakıp gidiyorlardı. Gün geçtikçe renklerinin nasıl bozulduğunu, kabuklarının ne büyük hızla incelip dağıldığını, kadife tüylerinin küflerle ne kadar da savaşmadan kaplandığını, pes ettikleri an sularını nasıl salıverdiklerini, nihayetinde de kurtların içine doluşup onları şeftaliden bambaşka şeylere çevirdiğini gün be gün izliyordu insan. Sonraki günler aklına geldikçe midesini bulandırmıştı. Şimdiyse midesi bulanmıyor, kendini bizzat tabaktaki en ham şeftali olarak görüyordu. Her şey yaşanıp biter, geceler süren kavgalar gözlerinin altında halka halka birikirken, çekip gitmek aklına bile gelmemişti. Tabakta oturup küflenmeyi kabul etmişti. İçi kötü kokularla dolarken ağzını açıp içinden geldiği gibi bağıramamış, mutsuzluğu kabullenmiş ve terkedilmeyi beklemişti. Adamın, beni affet, her şey daha kötüye gidecek devam edersek, deyip kapıya yürüyüşünü izlemiş, kapı kapandıktan sonra gidip, gerçekten gitti mi diye evin içindeki tüm kapıların arkasına tek tek bakmıştı. O gece bile, bir şey daha olacakmış gibi sabaha kadar koltukta oturup sokağın ıssızlığını izlemişti. Neyi beklediğini hiçbir zaman bilememişti. Tüm hayatı bir gün başına gelecek bir olayın hayatını değiştireceğine, anlamsız gördüğü bütün bir yaşamdaki noktaları birleştireceğine içten içe inanarak geçtiğinden, durumunu yadırgamamıştı. Bu sabaha kadar. 
Ve bu sabaha kadarki hayatı, hiç gelmeyecek bir günü beklemek için fazlasıyla uzun bir süreydi.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Kule

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Her sabah uayndığında bugün ne tarafa devrileceğine karar veriyordu. Babil kulesi bile böyle yıkılmak görmemişti. Her taşın yerinden oynama sesi, kulaklarının içinde demirden ayaklı bir karınca kafilesi gibi metal çeperlere sürtüne sürtüne yürüyordu. Gıcırtılarla uyanıyor, perde perde yükselen ses bir süre sonra kafasının içinde bir şeye, yoğun ve yapış yapış bir şeye, bataklık çamuru gibi bir şeye dönüşüyordu. Sonra devrilen metal kapların sesleri. Birbirine çarpan, bir türlü yere de kapaklanmayıp, bir süre her çeperini ayrı ayrı yer karolarına vuran, azıcık ağzı çizilen ama hiç yarasız ve sessizleşerek kendi düştüğü yere kendi mezarını kazan kaplar. Metal kokusu sarıyordu etrafı. Genzine dolup sağır ediyordu. Üzerine düşen bir şey, sesini boynuna sarıp kendini kurtarmaya çalışıyordu. İp gibi, yılan gibi, annesinin kucağına sığınan bir çocuk gibi, ağaçlara sarılan bir koala gibi, akıldan çıkmayan bir isim gibi, karın boşluğunun hemen altında bir heves gibi, susuzluk anında harekete geçen hormonlar gibi. Gidecekleri yeri kestiremeyen gece yolcuları gibi; bir an durup gözlerini kısıyor ve uzaklarda göremedikleri ama olduğunu haritalarından bildikleri bir yeri arıyorlardı. Sesler kulak deliğine çarpıp düşüyor, paramparça olup ayak başparmağına batıyorlardı. Ve kıymık her gün daha derine yürüyüp, bir gün kalbine batıyordu. Bu olurdu. Zaten bunun olmasından hep korkulurdu. Ve bir şeyden hep korkmak, hep onun olacağını beklemek olduğundan, işte gerçekleşiyordu.

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Kendini göremiyor, koklayamıyor; kendine dokunamıyor, tutunamıyordu. Beş duyunun dördü, hep başkalarına çalıştığından, yalnızca sesler kendine kalıyordu. O da başka şeylere benzeye benzeye, olduğu şeyden başkalaşıyordu. Tanrım, hayat ne kadar zorlaşıyordu. Oysa yalnızca az güneşli bir sabah vardı pencerenin hemen önünde. İstese kahve kokuları, kuş cıvıltıları, galata kulesi önlerinde taze poğaçalar ve taptaze bir deniz ayaklarına uzanabilirdi. Yapmıyordu. Orada öylece durmuş, yatarken bile, bir kule gibi devrildiğini ve her parçasıyla paramparça olurken gözlerini açsa mı kapasa mı, kendisiyle bunun pazarlığını yapıyordu. Umutsuz vakalar ne yapsalar umudunu yitirmiyorlardı. Geçmiş zamanda anlatılan hikayeler insanın başından çoktan geçmiş ama sesi kulaklarına sinmiş oluyordu.

Zor oluyordu.
Ama ne kadar zor olursa olsun bu yaşanan da son olmuyordu.



20 Mart 2015 Cuma

Yüz

Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Yağmurun ıslatmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Akşamüzeri ve yorgunluk birdenbire bastırmış. Bir damla güneş için duaya duran kediler var apartman önlerinde. Uyandığımız sabahlar karanlık. Gün, göz açıp kapayana dek. Gece zaten zifiri. Biri gelip atlastan yorganı örtmüş üzerimize. Yine de ısınamamışız. Ateşli bir hasta gibi üşümeye devam etmiş, sessiz bir odada içtiğimiz ilaçlardan kötü rüyalar görüp sayıklamış ama ne yapsak demirden ayak bileklerimizi ısıtamamışız. Kendiliğinden giden adımlarla bulmuşuz evin yolunu. Hiç fark etmeden  yeni çıkan ekmek kokusuna kapılıp bir fırına girmişiz. Kolumuzun altında ucu yenmiş bir francala; ara ara  hızlanan yağmurun altında yürümüş, bazen bir saçak altında durmuşuz.

Evin yakınlarında kimsesiz bir sokak. Saçak altında ellerimi ceplerime sokmuş beklerken, kafamı, gözümü alan televizyon ışığına çevirmişim. Açık renk boyasına egzoz sinmiş bir eski apartman. Giriş katın güneşlikleri çekilmemiş, içerisi gözüküyor. İki yaşlı kadın, evet evet, siz, tüm gün oturduğunuz koltukların biraz içine çökmüş rahat minderlerinden dünyaya, size ait olmayan bir şey gibi, rehavetin içinden bakıyorsunuz. Önünüzdeki melamin tepsinin içinde kış meyveleri ve kahverengi saplı, kör meyve bıçağı. Sehpanın üzerinde yeşil camdan gondol kase. Akşam yemeğinde birer tabak tarhana çorbasını afiyetle içtiniz. Benim akşam yorgunluğundan yüzü asılmış halini gördüğüm fırıncının, siz, öğlen neşesiyle yaptığı çavdarlı ekmeğini yediniz. Zor çalışan bağırsaklarınızda hepsini sindirdiniz. Çaydanlığa biraz kaçak çay, iki tane karanfil atıp, tavşan kanı demlediniz. Bırakamadınız ne yapsanız, bakkalı arayıp iki paket ince sigaralardan sipariş ettiniz. Bakkalın çırağına, Aysel hanım' ı gördü mü bugün, diye sordunuz, iyileşti mi diye merak ettiniz. Kadına bir şey olur diye değil de, ölüm bir kez mahalleye dadanırsa, sizin kapıyı da çalar diye korktunuz. Kaşınızın kenarını kaldırışınızdan bildik, saklayamadınız. Çırak, o sırada evden gelen tansiyon ilacı,  kaçak çay, ıhlamur, çürümüş portakal, mercimek, çamaşır suyu, uyku, yaşlılık ve havalanmamış ev kokularının hepsini aynı anda içine çektiğinden başı dönüyordu, sorunuzu daha iyi, iyi, diye geçiştirdi, anlayamadınız. Halbuki doktor Aysel hanım'a  bronşit teşhisi koyunca, büyük kızı Bursa'dan gelip almış, kendi evine götürmüştü. Uzunca zaman hiç haber alamadınız.

Televizyon ekranının karşısında, elinizde çay bardağınız. Gamsızsınız. Tüm felaket haberlerini yorum yapmadan, hiç umursamadan, içinizde bir yer bile sızlamadan izlediniz. İki kişiydiniz ama saatlerce birbirinize tek kelime etmediniz. Bir ara haberleri sunan adamı sizin küçük toruna benzettiniz, benziyor değil mi gülümseyince, dediniz diğerine. Öteki bir mandalinanın yarısını bir defada yutmakla meşguldü, sesi çıkmadı; kafasını salladı ama benzetemedi. Diğerine bir mandalina uzattı. İnce kabuklu, çekirdeksiz. İkinizden birinin aklına bir akşam olsun, perdeyi çekmek gelmedi. Biz her akşam geçerken sizin yerlerinizde oturup haberleri izleyişinizi gördük. Tek bir abajurun ışığında otururken hayatı ne kadar umursamadığınızı, yağan tek bir yağmur damlasına dokunmadığınızı, sabah erken kalkıp pazardan en taze ıspanakları seçtiğinizi, üzerinizdeki aynı model gecelikleri köşedeki italyana tuhafiyeden aldığınızı, gözlüklerinize taktığınız o boncuklu pullu iplerde, içinizdeki kadın sesinin henüz susmadığını gördük. Dünyanın son günü aceleyle kapınıza gelsek; hiç acele etmeden avucumuza dökeceğiniz lavanta kolonyasının etiketini, sucuya, çırağa bahşiş vermek için  hazır tuttuğunuz bozuk paraları, kalın bantlı, topuklu terliklerinizi, kafanızdaki mor biyeli saç bantlarını gördük. Ellerinizde buruşan, göz kenarlarınızda kırışan, boynunuzda öpülmemekten mahzunlaşan, dudaklarınızda çatlayan, avurtlarınızda çöken, parmak uçlarınızda titreyip, kalça kemiklerinizde çöken her şeyi gördük. Gördük ve sizi aklımızın bir yerine gömdük.

Sonra birden sokağa döndük. Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Sessiz ve karanlık. Bu saatlerde kimsesiz ve tekinsiz. Akşam geceye. Gece sabaha. Sabah akşama. Yılların yıpratmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Apartmanın dış kapısını biri yine uyarıları dinlemeyip, aralık bırakmış. Daha fazla bekleyemedik, girdik. Paspasın kıvrılan kenarını ayağımızla düzelttik. Kapının zilini ard arda üç kez çaldık. İçiniz geçmişti koltukta. Şöyle bir  irkildiniz. Yavaşça doğruldunuz yerinizde. Biriniz kalkıp gözlüğünüzü taktınız. Uzun sabahlığınızın kuşağını sıktınız kapıya yüyürken. Hayırdır inşallah, dediniz sesli sesli. Delikten baktınız uzun uzun. Kapıdaki gölgeyi tanıyor gibiydiniz ama tam da çıkaramadınız. Sonra birden hatırladınız. Ellerinizdeki kırışıklıklar kapının üst kilidine uzandığınız an kaybolmaya, kahverengi lekeler hızla silinmeye, kalbiniz atmaya başladı.

Birbirimizin yüzüne baktığımızda artık biliyorduk, yüzünüz bizim yüzümüzdü.


24 Şubat 2015 Salı

Sıvı

Bazı şeyi elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. Bakarken fark edilemeyen birçok şey sıvı aslında hayatta. Yüzüne bakarken, öperken, boynunu koklarken bir kaya gibi orada var olduğunu düşündüğümüz şeylerin çok büyük parçası;  deniz, nehir, göl, şelale, çağlayan. İncecik akan, kurumaya yüz tutmuş bir çay çoğu zaman. Her şey bittiğinde avuçlarını doldurabilecek kadar alabiliyorsun yanına. Gerisi uzaya kısala gidiyor. Ellerinin arasından kayıp gidiyor.

Yanına alabildiğin miktar, avuçlarının ebatıyla orantılı olarak  çoğalıp azalıyor hal böyle olunca. Ben sıvılara bu kadar bel bağlayıp yaşayacağımı daha önceden tahmin edebilmiş olsam, Osmanlı tokadı atabilecek kadar büyüsün diye avuçlarım, mermer, basket topu, neyse gereği bulur, çalışır; avuçlarımı bir insan yüzünü içine alabilecek kadar büyütürdüm. Gerekirse, kemik, kas dinlemez; bir oklavayla hamur gibi açar, yüzölçümünü artırırdım. Bilemedim. Oysa o gün geldi. Normal ölçülerde bir makası bile kavrayıp, idare edemeyen bu küçük avuçlarımla, yanıma birkaç damla alabildim. Elimde tutuyorum. Buharlaşmasın, bir kuş ansızın gelip gagasını daldırıp içmeye başlamasın, biri yanımdan geçerken omzuma çarpıp sarsmasın diye, bir kuytuda dikiliyorum.

Sıvılar çok acayip. Önümde delip geçilecek bir dağ olsa, öyle ya da böyle bir ömür uğraşır, yıkar, oyar, parçalar; karşısına geçip yetmiş yılda çıkardığım toprağa bakabilirim. Koklarım, elimde ufalarım, her tarafına bulanır, içine gömülüp yatar, yuvarlanırım. Gece uyur, sabah kalkar, kaldığım yerden devam ederim. Bana, bu değil, başka türlü bir ceza denk geldi. Çünkü işlediğim günah, sıradan bir kürek mahkumununkinin daha ağırı, daha yürek yakıcı ve daha canavarca hislerle işlenmişiydi.

Yapılacak bir şey, kaçılacak bir yer yok. Sıvılar çok acayip.  Bu sıvıları nerede taşıyacağımız konusunun, ne kadar önemli olduğunu nasıl olur da tüm dünya aynı anda idrak edememiş olabilir, aklım almıyor. Bir kere cebine koyamıyorsun. Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler' de dediği gibi; bir gömleğin ya da pantolonun ceplerinde hoşuma gitmeyen şey, sıvıları taşımaya uygun tasarlanmamış oluşları. Teneke kutulara koysan, geriye elinde bir parça küf kokusu kalıyor. Üstelik her yeri ayrı tıngırdıyor, sıvılar hep rahatsız oluyor. Cam şişelere doldursan koyu bir buğunun arkasında nefessiz kalıp ölüyorlar ya da havaya karışıp gidiyor. Fark etmeden nefesine çekiyorsun. Sıradan bir soluk gibi içinde gezdirip, ne kadar çirkin yer varsa gösterip, havaya bırakıveriyorsun. Bir daha da ne yapsan bulamıyorsun, havaya salınan milyarlarca soluk arasında kendininkini tanıyamıyorsun. Kağıt kutular samimiyetsiz geliyor; kim ne derse desin bu kağıt milletinin ağaç olduğu günü birden hatırlayıp, bütün sıvıyı köküne çekivermeyeceğinden emin olamıyorsun. Plastikler kötü film kahramanları gibi dikilsin, bir damla vereceğime burada dikilerek ölürüm, diyorsun. 

Dikiliyorsun. Ve hiçbir şeyi, ne yapsan, sonsuza dek elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. O an kafanda bir ampul yanıyor. İlkokul bilgilerin  birden kafana nüfuz ediyor. Uzaydan çekilen fotoğraflarda lolipop gibi poz veren bu  dünyanın diyorlar, dörtte üçü sıvı. Ve dahası inanamayacaksın ama şurada çaresizce dikilip içinde ne kadar kötü his varsa erisin, tüm hatıralar çözülüp gözlerinden aksın, iç organları yerle yeksan olsun ve dursun isteyen senin, yarıdan fazlan sıvı. Düğümlediğin damarlardan akamayan bu sıvılar, biraz daha o kuytuda dikilmekte ısrar edersen seni bir sel gibi alıp sürükleyecek ve bir enkaz yığınının üzerine fırlatıp atacak. Çünkü hiçbir ilkokulda öğrenilemeyen bir bilgiye göre de; hayatın yüzde doksan beşi sıvı. Açtığın hiçbir boşluk kendi halinde kalamıyor. Hayat tüm ağırlığıyla gelip, boşluğu dolduracak kadar artırıyor hacmini. Gerekirse hırçın bir dalga gibi gelip vuruyor, gerekmezse sakince, bir dağ gölü gibi gelip doluyor. Ne yaparsan yap, bu oluyor ve sana kabullenmekten başka gidilecek bir yol kalmıyor.
Bazen kuru bir yaprak gibi, bir taşa takılmış bir parça çikolata ambalajı gibi, bazen ne kadar vakur, kuru bir dal gibi, akıp gidiyorsun. 

Tutunma.

25 Aralık 2014 Perşembe

Siz

Beni karanlık odalara hapsedin.
Sesimi susturmak için, akciğerlerimi, göğüs kafesime bağlayın. Sürekli uzak diyarlara uçmaya çalıştıkça kanatları dökülen içimdeki şu kuşu, ya alın bir kafese kapayın ya da gözlerini dağlayın. Yaşanamayacak ne kadar mutluluk ihtimali varsa hepsinin peşinden koşan bacaklarımı, sakatlayın. Bir gün gelsin de akıllanayım, diye Malabadi köprüsünün az uzağındaki o devasa ağacın önünde diz çöküp, gökyüzüne bakın ve ne olduğunu tam olarak bilemediğiniz bir şeylere, adaklar adayın. Dünya üzerinde söylenmiş her sesi duyan kulaklarımın dönüştüğü beyaz kutup tavşanlarını, ne olur, biraz koşun, uğraşın ama avlayın. Bir kez denediği her şeyi kafasında çöpe dönüştürüp, varlıklarını değersizleştiren şu aklımı, bir kez daha bağışlayın. Sizi bir gün bir yerde gördüysem ve nedenini hiç bilmeden ve azıcık bile umursamadan özlüyorsam eğer, bir kez de siz bana doğru adımlar atın ya da sesimi duyunca dönüp bakın, koşmayın artık, yavaşlayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce karanlığın içine bakayım ve sonsuza gidiyormuş gibi virajlara dolanan şu yolda, sessizce uyumama izin vermeyen her şeye, biraz da siz, içinizden gözyaşı dökün ya da ne olacak, bu defa bağıra çağıra ağlayın.

Beni ışıktan kulelerde, gözlerimi açamayacak hale gelene dek bekletin.
İçimdeki tüm kemikler, dokunulduğu an un ufak olacak hale gelene dek etlerimi dağlayın. Loş ve kuytu dağ ormanlarının bir yerlerinden yola çıkmış dört nala üzerime koşan yabani atların ne kadar çok korku yüklü olduğunu siz de sezin ve onlar bana varamadan, bir karlı dağın gölgesinde durdurun, hesap sorun ya da acımayın, sakatlayın. Neşemi kaçıran  puslu ihtimallerin binbir yüzle uykularıma saldırdığı gecelerin sabahlarında, elim yüzüm çizikler içinde, ne kadar yorulduğumu görünce, acıyın ve beraber huzurla uyunabilecekler listesinden adını işaretleyelim en sıcak ayaklı adayın. Bir önceki hayatınızda ne günah işlediyseniz görmezden gelelim bazı geceler; ilk defa gelmişsiniz gibi dünyaya, bir şişe kırmızı şarabın doğduğu topraklardan bahsedelim ya da siz bahçedeki köpek olun, hemen ayak ucumda durun, aynı dolunaya bakalım, siz aklınıza çok değişik bir anı geldiğinde, ben anlarım, sadece havlayın. Her seferinde sıra nasıl bana bu kadar hızlı gelebilir, bir kez de bir deniz kıyısında oturmuş konuşurken, siz pervasızca aklınızdan geçen her şeyi söyleyiverin ve saçmalayın. Ne kadar hastayım bazı kış geceleri; ateşimden aklımdaki tüm notalar birbirine karışıyor ve korkunç müzikler odaların duvarlarında yankılanıyorken, neden yapmıyorsunuz, biriniz mutfağa girip, biraz ıhamur kaynatın, tavuk haşlayın. Mesela biraz zamansız gelen hislere dolanmış gibi hissettiğinizde, azıcık derin nefes alın ve neye ait  olduğunu bilmediğiniz gölgelerle savaşmayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce yeni doğan güneşin, karlarla kaplı upuzun ağaçları nasıl sonsuza dek kocaman elleriyle sevip okşayacakmış gibi sarmaladığına baktığımda, içimizde asırlardır susan bir şeyler sessizce fısıldasın ya da bu defa bağıra çağıra ağlasın.

Beni yeni gelen yıllardan, cam bir şeker kavanozunda, şefkatle sarıp, saklayın. Ve bunu yapmak için de bir neden aramayın, mantıklı bir gerekçe bulmaya çalışmayın. Herkesi sevmek için geçerli sebepler bulmak gerektiğine sizi kim inandırdı, bu laflara inanmayın. Dahası siz siz olun, birini sevmeden geçecek bir hayata alışmayın.