Kendi içine doğru yıkılıyordu.
Her sabah uayndığında bugün ne tarafa devrileceğine karar veriyordu. Babil kulesi bile böyle yıkılmak görmemişti. Her taşın yerinden oynama sesi, kulaklarının içinde demirden ayaklı bir karınca kafilesi gibi metal çeperlere sürtüne sürtüne yürüyordu. Gıcırtılarla uyanıyor, perde perde yükselen ses bir süre sonra kafasının içinde bir şeye, yoğun ve yapış yapış bir şeye, bataklık çamuru gibi bir şeye dönüşüyordu. Sonra devrilen metal kapların sesleri. Birbirine çarpan, bir türlü yere de kapaklanmayıp, bir süre her çeperini ayrı ayrı yer karolarına vuran, azıcık ağzı çizilen ama hiç yarasız ve sessizleşerek kendi düştüğü yere kendi mezarını kazan kaplar. Metal kokusu sarıyordu etrafı. Genzine dolup sağır ediyordu. Üzerine düşen bir şey, sesini boynuna sarıp kendini kurtarmaya çalışıyordu. İp gibi, yılan gibi, annesinin kucağına sığınan bir çocuk gibi, ağaçlara sarılan bir koala gibi, akıldan çıkmayan bir isim gibi, karın boşluğunun hemen altında bir heves gibi, susuzluk anında harekete geçen hormonlar gibi. Gidecekleri yeri kestiremeyen gece yolcuları gibi; bir an durup gözlerini kısıyor ve uzaklarda göremedikleri ama olduğunu haritalarından bildikleri bir yeri arıyorlardı. Sesler kulak deliğine çarpıp düşüyor, paramparça olup ayak başparmağına batıyorlardı. Ve kıymık her gün daha derine yürüyüp, bir gün kalbine batıyordu. Bu olurdu. Zaten bunun olmasından hep korkulurdu. Ve bir şeyden hep korkmak, hep onun olacağını beklemek olduğundan, işte gerçekleşiyordu.
Kendi içine doğru yıkılıyordu.
Kendini göremiyor, koklayamıyor; kendine dokunamıyor, tutunamıyordu. Beş duyunun dördü, hep başkalarına çalıştığından, yalnızca sesler kendine kalıyordu. O da başka şeylere benzeye benzeye, olduğu şeyden başkalaşıyordu. Tanrım, hayat ne kadar zorlaşıyordu. Oysa yalnızca az güneşli bir sabah vardı pencerenin hemen önünde. İstese kahve kokuları, kuş cıvıltıları, galata kulesi önlerinde taze poğaçalar ve taptaze bir deniz ayaklarına uzanabilirdi. Yapmıyordu. Orada öylece durmuş, yatarken bile, bir kule gibi devrildiğini ve her parçasıyla paramparça olurken gözlerini açsa mı kapasa mı, kendisiyle bunun pazarlığını yapıyordu. Umutsuz vakalar ne yapsalar umudunu yitirmiyorlardı. Geçmiş zamanda anlatılan hikayeler insanın başından çoktan geçmiş ama sesi kulaklarına sinmiş oluyordu.
Zor oluyordu.
Ama ne kadar zor olursa olsun bu yaşanan da son olmuyordu.
22 Nisan 2015 Çarşamba
20 Mart 2015 Cuma
Yüz
Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Yağmurun ıslatmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Akşamüzeri ve yorgunluk birdenbire bastırmış. Bir damla güneş için duaya duran kediler var apartman önlerinde. Uyandığımız sabahlar karanlık. Gün, göz açıp kapayana dek. Gece zaten zifiri. Biri gelip atlastan yorganı örtmüş üzerimize. Yine de ısınamamışız. Ateşli bir hasta gibi üşümeye devam etmiş, sessiz bir odada içtiğimiz ilaçlardan kötü rüyalar görüp sayıklamış ama ne yapsak demirden ayak bileklerimizi ısıtamamışız. Kendiliğinden giden adımlarla bulmuşuz evin yolunu. Hiç fark etmeden yeni çıkan ekmek kokusuna kapılıp bir fırına girmişiz. Kolumuzun altında ucu yenmiş bir francala; ara ara hızlanan yağmurun altında yürümüş, bazen bir saçak altında durmuşuz.
Evin yakınlarında kimsesiz bir sokak. Saçak altında ellerimi ceplerime sokmuş beklerken, kafamı, gözümü alan televizyon ışığına çevirmişim. Açık renk boyasına egzoz sinmiş bir eski apartman. Giriş katın güneşlikleri çekilmemiş, içerisi gözüküyor. İki yaşlı kadın, evet evet, siz, tüm gün oturduğunuz koltukların biraz içine çökmüş rahat minderlerinden dünyaya, size ait olmayan bir şey gibi, rehavetin içinden bakıyorsunuz. Önünüzdeki melamin tepsinin içinde kış meyveleri ve kahverengi saplı, kör meyve bıçağı. Sehpanın üzerinde yeşil camdan gondol kase. Akşam yemeğinde birer tabak tarhana çorbasını afiyetle içtiniz. Benim akşam yorgunluğundan yüzü asılmış halini gördüğüm fırıncının, siz, öğlen neşesiyle yaptığı çavdarlı ekmeğini yediniz. Zor çalışan bağırsaklarınızda hepsini sindirdiniz. Çaydanlığa biraz kaçak çay, iki tane karanfil atıp, tavşan kanı demlediniz. Bırakamadınız ne yapsanız, bakkalı arayıp iki paket ince sigaralardan sipariş ettiniz. Bakkalın çırağına, Aysel hanım' ı gördü mü bugün, diye sordunuz, iyileşti mi diye merak ettiniz. Kadına bir şey olur diye değil de, ölüm bir kez mahalleye dadanırsa, sizin kapıyı da çalar diye korktunuz. Kaşınızın kenarını kaldırışınızdan bildik, saklayamadınız. Çırak, o sırada evden gelen tansiyon ilacı, kaçak çay, ıhlamur, çürümüş portakal, mercimek, çamaşır suyu, uyku, yaşlılık ve havalanmamış ev kokularının hepsini aynı anda içine çektiğinden başı dönüyordu, sorunuzu daha iyi, iyi, diye geçiştirdi, anlayamadınız. Halbuki doktor Aysel hanım'a bronşit teşhisi koyunca, büyük kızı Bursa'dan gelip almış, kendi evine götürmüştü. Uzunca zaman hiç haber alamadınız.
Televizyon ekranının karşısında, elinizde çay bardağınız. Gamsızsınız. Tüm felaket haberlerini yorum yapmadan, hiç umursamadan, içinizde bir yer bile sızlamadan izlediniz. İki kişiydiniz ama saatlerce birbirinize tek kelime etmediniz. Bir ara haberleri sunan adamı sizin küçük toruna benzettiniz, benziyor değil mi gülümseyince, dediniz diğerine. Öteki bir mandalinanın yarısını bir defada yutmakla meşguldü, sesi çıkmadı; kafasını salladı ama benzetemedi. Diğerine bir mandalina uzattı. İnce kabuklu, çekirdeksiz. İkinizden birinin aklına bir akşam olsun, perdeyi çekmek gelmedi. Biz her akşam geçerken sizin yerlerinizde oturup haberleri izleyişinizi gördük. Tek bir abajurun ışığında otururken hayatı ne kadar umursamadığınızı, yağan tek bir yağmur damlasına dokunmadığınızı, sabah erken kalkıp pazardan en taze ıspanakları seçtiğinizi, üzerinizdeki aynı model gecelikleri köşedeki italyana tuhafiyeden aldığınızı, gözlüklerinize taktığınız o boncuklu pullu iplerde, içinizdeki kadın sesinin henüz susmadığını gördük. Dünyanın son günü aceleyle kapınıza gelsek; hiç acele etmeden avucumuza dökeceğiniz lavanta kolonyasının etiketini, sucuya, çırağa bahşiş vermek için hazır tuttuğunuz bozuk paraları, kalın bantlı, topuklu terliklerinizi, kafanızdaki mor biyeli saç bantlarını gördük. Ellerinizde buruşan, göz kenarlarınızda kırışan, boynunuzda öpülmemekten mahzunlaşan, dudaklarınızda çatlayan, avurtlarınızda çöken, parmak uçlarınızda titreyip, kalça kemiklerinizde çöken her şeyi gördük. Gördük ve sizi aklımızın bir yerine gömdük.
Sonra birden sokağa döndük. Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Sessiz ve karanlık. Bu saatlerde kimsesiz ve tekinsiz. Akşam geceye. Gece sabaha. Sabah akşama. Yılların yıpratmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Apartmanın dış kapısını biri yine uyarıları dinlemeyip, aralık bırakmış. Daha fazla bekleyemedik, girdik. Paspasın kıvrılan kenarını ayağımızla düzelttik. Kapının zilini ard arda üç kez çaldık. İçiniz geçmişti koltukta. Şöyle bir irkildiniz. Yavaşça doğruldunuz yerinizde. Biriniz kalkıp gözlüğünüzü taktınız. Uzun sabahlığınızın kuşağını sıktınız kapıya yüyürken. Hayırdır inşallah, dediniz sesli sesli. Delikten baktınız uzun uzun. Kapıdaki gölgeyi tanıyor gibiydiniz ama tam da çıkaramadınız. Sonra birden hatırladınız. Ellerinizdeki kırışıklıklar kapının üst kilidine uzandığınız an kaybolmaya, kahverengi lekeler hızla silinmeye, kalbiniz atmaya başladı.
Birbirimizin yüzüne baktığımızda artık biliyorduk, yüzünüz bizim yüzümüzdü.
24 Şubat 2015 Salı
Sıvı
Bazı şeyi elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. Bakarken fark edilemeyen birçok şey sıvı aslında hayatta. Yüzüne bakarken, öperken, boynunu koklarken bir kaya gibi orada var olduğunu düşündüğümüz şeylerin çok büyük parçası; deniz, nehir, göl, şelale, çağlayan. İncecik akan, kurumaya yüz tutmuş bir çay çoğu zaman. Her şey bittiğinde avuçlarını doldurabilecek kadar alabiliyorsun yanına. Gerisi uzaya kısala gidiyor. Ellerinin arasından kayıp gidiyor.
Yanına alabildiğin miktar, avuçlarının ebatıyla orantılı olarak çoğalıp azalıyor hal böyle olunca. Ben sıvılara bu kadar bel bağlayıp yaşayacağımı daha önceden tahmin edebilmiş olsam, Osmanlı tokadı atabilecek kadar büyüsün diye avuçlarım, mermer, basket topu, neyse gereği bulur, çalışır; avuçlarımı bir insan yüzünü içine alabilecek kadar büyütürdüm. Gerekirse, kemik, kas dinlemez; bir oklavayla hamur gibi açar, yüzölçümünü artırırdım. Bilemedim. Oysa o gün geldi. Normal ölçülerde bir makası bile kavrayıp, idare edemeyen bu küçük avuçlarımla, yanıma birkaç damla alabildim. Elimde tutuyorum. Buharlaşmasın, bir kuş ansızın gelip gagasını daldırıp içmeye başlamasın, biri yanımdan geçerken omzuma çarpıp sarsmasın diye, bir kuytuda dikiliyorum.
Sıvılar çok acayip. Önümde delip geçilecek bir dağ olsa, öyle ya da böyle bir ömür uğraşır, yıkar, oyar, parçalar; karşısına geçip yetmiş yılda çıkardığım toprağa bakabilirim. Koklarım, elimde ufalarım, her tarafına bulanır, içine gömülüp yatar, yuvarlanırım. Gece uyur, sabah kalkar, kaldığım yerden devam ederim. Bana, bu değil, başka türlü bir ceza denk geldi. Çünkü işlediğim günah, sıradan bir kürek mahkumununkinin daha ağırı, daha yürek yakıcı ve daha canavarca hislerle işlenmişiydi.
Yapılacak bir şey, kaçılacak bir yer yok. Sıvılar çok acayip. Bu sıvıları nerede taşıyacağımız konusunun, ne kadar önemli olduğunu nasıl olur da tüm dünya aynı anda idrak edememiş olabilir, aklım almıyor. Bir kere cebine koyamıyorsun. Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler' de dediği gibi; bir gömleğin ya da pantolonun ceplerinde hoşuma gitmeyen şey, sıvıları taşımaya uygun tasarlanmamış oluşları. Teneke kutulara koysan, geriye elinde bir parça küf kokusu kalıyor. Üstelik her yeri ayrı tıngırdıyor, sıvılar hep rahatsız oluyor. Cam şişelere doldursan koyu bir buğunun arkasında nefessiz kalıp ölüyorlar ya da havaya karışıp gidiyor. Fark etmeden nefesine çekiyorsun. Sıradan bir soluk gibi içinde gezdirip, ne kadar çirkin yer varsa gösterip, havaya bırakıveriyorsun. Bir daha da ne yapsan bulamıyorsun, havaya salınan milyarlarca soluk arasında kendininkini tanıyamıyorsun. Kağıt kutular samimiyetsiz geliyor; kim ne derse desin bu kağıt milletinin ağaç olduğu günü birden hatırlayıp, bütün sıvıyı köküne çekivermeyeceğinden emin olamıyorsun. Plastikler kötü film kahramanları gibi dikilsin, bir damla vereceğime burada dikilerek ölürüm, diyorsun.
Dikiliyorsun. Ve hiçbir şeyi, ne yapsan, sonsuza dek elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. O an kafanda bir ampul yanıyor. İlkokul bilgilerin birden kafana nüfuz ediyor. Uzaydan çekilen fotoğraflarda lolipop gibi poz veren bu dünyanın diyorlar, dörtte üçü sıvı. Ve dahası inanamayacaksın ama şurada çaresizce dikilip içinde ne kadar kötü his varsa erisin, tüm hatıralar çözülüp gözlerinden aksın, iç organları yerle yeksan olsun ve dursun isteyen senin, yarıdan fazlan sıvı. Düğümlediğin damarlardan akamayan bu sıvılar, biraz daha o kuytuda dikilmekte ısrar edersen seni bir sel gibi alıp sürükleyecek ve bir enkaz yığınının üzerine fırlatıp atacak. Çünkü hiçbir ilkokulda öğrenilemeyen bir bilgiye göre de; hayatın yüzde doksan beşi sıvı. Açtığın hiçbir boşluk kendi halinde kalamıyor. Hayat tüm ağırlığıyla gelip, boşluğu dolduracak kadar artırıyor hacmini. Gerekirse hırçın bir dalga gibi gelip vuruyor, gerekmezse sakince, bir dağ gölü gibi gelip doluyor. Ne yaparsan yap, bu oluyor ve sana kabullenmekten başka gidilecek bir yol kalmıyor.
Bazen kuru bir yaprak gibi, bir taşa takılmış bir parça çikolata ambalajı gibi, bazen ne kadar vakur, kuru bir dal gibi, akıp gidiyorsun.
Tutunma.
Yanına alabildiğin miktar, avuçlarının ebatıyla orantılı olarak çoğalıp azalıyor hal böyle olunca. Ben sıvılara bu kadar bel bağlayıp yaşayacağımı daha önceden tahmin edebilmiş olsam, Osmanlı tokadı atabilecek kadar büyüsün diye avuçlarım, mermer, basket topu, neyse gereği bulur, çalışır; avuçlarımı bir insan yüzünü içine alabilecek kadar büyütürdüm. Gerekirse, kemik, kas dinlemez; bir oklavayla hamur gibi açar, yüzölçümünü artırırdım. Bilemedim. Oysa o gün geldi. Normal ölçülerde bir makası bile kavrayıp, idare edemeyen bu küçük avuçlarımla, yanıma birkaç damla alabildim. Elimde tutuyorum. Buharlaşmasın, bir kuş ansızın gelip gagasını daldırıp içmeye başlamasın, biri yanımdan geçerken omzuma çarpıp sarsmasın diye, bir kuytuda dikiliyorum.
Sıvılar çok acayip. Önümde delip geçilecek bir dağ olsa, öyle ya da böyle bir ömür uğraşır, yıkar, oyar, parçalar; karşısına geçip yetmiş yılda çıkardığım toprağa bakabilirim. Koklarım, elimde ufalarım, her tarafına bulanır, içine gömülüp yatar, yuvarlanırım. Gece uyur, sabah kalkar, kaldığım yerden devam ederim. Bana, bu değil, başka türlü bir ceza denk geldi. Çünkü işlediğim günah, sıradan bir kürek mahkumununkinin daha ağırı, daha yürek yakıcı ve daha canavarca hislerle işlenmişiydi.
Yapılacak bir şey, kaçılacak bir yer yok. Sıvılar çok acayip. Bu sıvıları nerede taşıyacağımız konusunun, ne kadar önemli olduğunu nasıl olur da tüm dünya aynı anda idrak edememiş olabilir, aklım almıyor. Bir kere cebine koyamıyorsun. Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler' de dediği gibi; bir gömleğin ya da pantolonun ceplerinde hoşuma gitmeyen şey, sıvıları taşımaya uygun tasarlanmamış oluşları. Teneke kutulara koysan, geriye elinde bir parça küf kokusu kalıyor. Üstelik her yeri ayrı tıngırdıyor, sıvılar hep rahatsız oluyor. Cam şişelere doldursan koyu bir buğunun arkasında nefessiz kalıp ölüyorlar ya da havaya karışıp gidiyor. Fark etmeden nefesine çekiyorsun. Sıradan bir soluk gibi içinde gezdirip, ne kadar çirkin yer varsa gösterip, havaya bırakıveriyorsun. Bir daha da ne yapsan bulamıyorsun, havaya salınan milyarlarca soluk arasında kendininkini tanıyamıyorsun. Kağıt kutular samimiyetsiz geliyor; kim ne derse desin bu kağıt milletinin ağaç olduğu günü birden hatırlayıp, bütün sıvıyı köküne çekivermeyeceğinden emin olamıyorsun. Plastikler kötü film kahramanları gibi dikilsin, bir damla vereceğime burada dikilerek ölürüm, diyorsun.
Dikiliyorsun. Ve hiçbir şeyi, ne yapsan, sonsuza dek elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. O an kafanda bir ampul yanıyor. İlkokul bilgilerin birden kafana nüfuz ediyor. Uzaydan çekilen fotoğraflarda lolipop gibi poz veren bu dünyanın diyorlar, dörtte üçü sıvı. Ve dahası inanamayacaksın ama şurada çaresizce dikilip içinde ne kadar kötü his varsa erisin, tüm hatıralar çözülüp gözlerinden aksın, iç organları yerle yeksan olsun ve dursun isteyen senin, yarıdan fazlan sıvı. Düğümlediğin damarlardan akamayan bu sıvılar, biraz daha o kuytuda dikilmekte ısrar edersen seni bir sel gibi alıp sürükleyecek ve bir enkaz yığınının üzerine fırlatıp atacak. Çünkü hiçbir ilkokulda öğrenilemeyen bir bilgiye göre de; hayatın yüzde doksan beşi sıvı. Açtığın hiçbir boşluk kendi halinde kalamıyor. Hayat tüm ağırlığıyla gelip, boşluğu dolduracak kadar artırıyor hacmini. Gerekirse hırçın bir dalga gibi gelip vuruyor, gerekmezse sakince, bir dağ gölü gibi gelip doluyor. Ne yaparsan yap, bu oluyor ve sana kabullenmekten başka gidilecek bir yol kalmıyor.
Bazen kuru bir yaprak gibi, bir taşa takılmış bir parça çikolata ambalajı gibi, bazen ne kadar vakur, kuru bir dal gibi, akıp gidiyorsun.
Tutunma.
25 Aralık 2014 Perşembe
Siz
Beni karanlık odalara hapsedin.
Sesimi susturmak için, akciğerlerimi, göğüs kafesime bağlayın. Sürekli uzak diyarlara uçmaya çalıştıkça kanatları dökülen içimdeki şu kuşu, ya alın bir kafese kapayın ya da gözlerini dağlayın. Yaşanamayacak ne kadar mutluluk ihtimali varsa hepsinin peşinden koşan bacaklarımı, sakatlayın. Bir gün gelsin de akıllanayım, diye Malabadi köprüsünün az uzağındaki o devasa ağacın önünde diz çöküp, gökyüzüne bakın ve ne olduğunu tam olarak bilemediğiniz bir şeylere, adaklar adayın. Dünya üzerinde söylenmiş her sesi duyan kulaklarımın dönüştüğü beyaz kutup tavşanlarını, ne olur, biraz koşun, uğraşın ama avlayın. Bir kez denediği her şeyi kafasında çöpe dönüştürüp, varlıklarını değersizleştiren şu aklımı, bir kez daha bağışlayın. Sizi bir gün bir yerde gördüysem ve nedenini hiç bilmeden ve azıcık bile umursamadan özlüyorsam eğer, bir kez de siz bana doğru adımlar atın ya da sesimi duyunca dönüp bakın, koşmayın artık, yavaşlayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce karanlığın içine bakayım ve sonsuza gidiyormuş gibi virajlara dolanan şu yolda, sessizce uyumama izin vermeyen her şeye, biraz da siz, içinizden gözyaşı dökün ya da ne olacak, bu defa bağıra çağıra ağlayın.
Beni ışıktan kulelerde, gözlerimi açamayacak hale gelene dek bekletin.
İçimdeki tüm kemikler, dokunulduğu an un ufak olacak hale gelene dek etlerimi dağlayın. Loş ve kuytu dağ ormanlarının bir yerlerinden yola çıkmış dört nala üzerime koşan yabani atların ne kadar çok korku yüklü olduğunu siz de sezin ve onlar bana varamadan, bir karlı dağın gölgesinde durdurun, hesap sorun ya da acımayın, sakatlayın. Neşemi kaçıran puslu ihtimallerin binbir yüzle uykularıma saldırdığı gecelerin sabahlarında, elim yüzüm çizikler içinde, ne kadar yorulduğumu görünce, acıyın ve beraber huzurla uyunabilecekler listesinden adını işaretleyelim en sıcak ayaklı adayın. Bir önceki hayatınızda ne günah işlediyseniz görmezden gelelim bazı geceler; ilk defa gelmişsiniz gibi dünyaya, bir şişe kırmızı şarabın doğduğu topraklardan bahsedelim ya da siz bahçedeki köpek olun, hemen ayak ucumda durun, aynı dolunaya bakalım, siz aklınıza çok değişik bir anı geldiğinde, ben anlarım, sadece havlayın. Her seferinde sıra nasıl bana bu kadar hızlı gelebilir, bir kez de bir deniz kıyısında oturmuş konuşurken, siz pervasızca aklınızdan geçen her şeyi söyleyiverin ve saçmalayın. Ne kadar hastayım bazı kış geceleri; ateşimden aklımdaki tüm notalar birbirine karışıyor ve korkunç müzikler odaların duvarlarında yankılanıyorken, neden yapmıyorsunuz, biriniz mutfağa girip, biraz ıhamur kaynatın, tavuk haşlayın. Mesela biraz zamansız gelen hislere dolanmış gibi hissettiğinizde, azıcık derin nefes alın ve neye ait olduğunu bilmediğiniz gölgelerle savaşmayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce yeni doğan güneşin, karlarla kaplı upuzun ağaçları nasıl sonsuza dek kocaman elleriyle sevip okşayacakmış gibi sarmaladığına baktığımda, içimizde asırlardır susan bir şeyler sessizce fısıldasın ya da bu defa bağıra çağıra ağlasın.
Beni yeni gelen yıllardan, cam bir şeker kavanozunda, şefkatle sarıp, saklayın. Ve bunu yapmak için de bir neden aramayın, mantıklı bir gerekçe bulmaya çalışmayın. Herkesi sevmek için geçerli sebepler bulmak gerektiğine sizi kim inandırdı, bu laflara inanmayın. Dahası siz siz olun, birini sevmeden geçecek bir hayata alışmayın.
Sesimi susturmak için, akciğerlerimi, göğüs kafesime bağlayın. Sürekli uzak diyarlara uçmaya çalıştıkça kanatları dökülen içimdeki şu kuşu, ya alın bir kafese kapayın ya da gözlerini dağlayın. Yaşanamayacak ne kadar mutluluk ihtimali varsa hepsinin peşinden koşan bacaklarımı, sakatlayın. Bir gün gelsin de akıllanayım, diye Malabadi köprüsünün az uzağındaki o devasa ağacın önünde diz çöküp, gökyüzüne bakın ve ne olduğunu tam olarak bilemediğiniz bir şeylere, adaklar adayın. Dünya üzerinde söylenmiş her sesi duyan kulaklarımın dönüştüğü beyaz kutup tavşanlarını, ne olur, biraz koşun, uğraşın ama avlayın. Bir kez denediği her şeyi kafasında çöpe dönüştürüp, varlıklarını değersizleştiren şu aklımı, bir kez daha bağışlayın. Sizi bir gün bir yerde gördüysem ve nedenini hiç bilmeden ve azıcık bile umursamadan özlüyorsam eğer, bir kez de siz bana doğru adımlar atın ya da sesimi duyunca dönüp bakın, koşmayın artık, yavaşlayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce karanlığın içine bakayım ve sonsuza gidiyormuş gibi virajlara dolanan şu yolda, sessizce uyumama izin vermeyen her şeye, biraz da siz, içinizden gözyaşı dökün ya da ne olacak, bu defa bağıra çağıra ağlayın.
Beni ışıktan kulelerde, gözlerimi açamayacak hale gelene dek bekletin.
İçimdeki tüm kemikler, dokunulduğu an un ufak olacak hale gelene dek etlerimi dağlayın. Loş ve kuytu dağ ormanlarının bir yerlerinden yola çıkmış dört nala üzerime koşan yabani atların ne kadar çok korku yüklü olduğunu siz de sezin ve onlar bana varamadan, bir karlı dağın gölgesinde durdurun, hesap sorun ya da acımayın, sakatlayın. Neşemi kaçıran puslu ihtimallerin binbir yüzle uykularıma saldırdığı gecelerin sabahlarında, elim yüzüm çizikler içinde, ne kadar yorulduğumu görünce, acıyın ve beraber huzurla uyunabilecekler listesinden adını işaretleyelim en sıcak ayaklı adayın. Bir önceki hayatınızda ne günah işlediyseniz görmezden gelelim bazı geceler; ilk defa gelmişsiniz gibi dünyaya, bir şişe kırmızı şarabın doğduğu topraklardan bahsedelim ya da siz bahçedeki köpek olun, hemen ayak ucumda durun, aynı dolunaya bakalım, siz aklınıza çok değişik bir anı geldiğinde, ben anlarım, sadece havlayın. Her seferinde sıra nasıl bana bu kadar hızlı gelebilir, bir kez de bir deniz kıyısında oturmuş konuşurken, siz pervasızca aklınızdan geçen her şeyi söyleyiverin ve saçmalayın. Ne kadar hastayım bazı kış geceleri; ateşimden aklımdaki tüm notalar birbirine karışıyor ve korkunç müzikler odaların duvarlarında yankılanıyorken, neden yapmıyorsunuz, biriniz mutfağa girip, biraz ıhamur kaynatın, tavuk haşlayın. Mesela biraz zamansız gelen hislere dolanmış gibi hissettiğinizde, azıcık derin nefes alın ve neye ait olduğunu bilmediğiniz gölgelerle savaşmayın. Biraz omzunuza yatıp, sessizce yeni doğan güneşin, karlarla kaplı upuzun ağaçları nasıl sonsuza dek kocaman elleriyle sevip okşayacakmış gibi sarmaladığına baktığımda, içimizde asırlardır susan bir şeyler sessizce fısıldasın ya da bu defa bağıra çağıra ağlasın.
Beni yeni gelen yıllardan, cam bir şeker kavanozunda, şefkatle sarıp, saklayın. Ve bunu yapmak için de bir neden aramayın, mantıklı bir gerekçe bulmaya çalışmayın. Herkesi sevmek için geçerli sebepler bulmak gerektiğine sizi kim inandırdı, bu laflara inanmayın. Dahası siz siz olun, birini sevmeden geçecek bir hayata alışmayın.
23 Aralık 2014 Salı
Göz
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını, bir gün Galata kulesinin altında otururken; birdenbire, hiç de aydınlanma yaşamayı beklemediğim bir anda, anladım. Kahveyi lezzetli çekirdeklerden çekmeyi bu kadar iyi becerebilen bir yerin, nasıl olup da bir mozaik pastada bu kadar başarısız olabileceğini düşünüyordum o an. Önümde yatan mozaik pastanın bisküvilerinin, hiç çatal değmeden çöpe atılıp gitmesine gönlüm razı olmuyor; küçük çatalımın dişleriyle her parçasını paramparça ediyor, sert metali çikolatasının içine batırıp çıkarıyor, püre haline getirdikçe, pastanın her yerine iyice temas ettiğime emin oluyordum. Pastanın artık ölse de gam yemeyecek kadar dolu dolu bir hayat yaşadığına emin olduktan sonra, küçük, yuvarlak masanın ucuna itebildim tabağı. Dudaklarıma dokundurduğum peçeteyi üzerine uzunlamasına örtüp, veda busesini de verdiğimde cenaze merasiminin sonuna gelmiştim ki, garson gelip aceleyle kaldırdı tabağı önümden. Belli ki bir süredir mozaik pastaya yapılan işkenceyi uzaktan seyretmiş, elinden bir şey gelmemiş ama fırsat bulduğu an, onu ellerimden kurtarıp, huzur içinde, kulenin sabahtan akşama değişen gölgesinin altında çay demleriyle, kahve çekirdeklerinin keskin kokusuyla, kurumuş tost ekmeği artıklarıyla, ruj izli peçetelerle, yarısına kadar yazılıp vazgeçilmiş mektuplarla, her markadan sigara izmaritleriyle dolup dolup boşalan çöpe gömmeye yemin etmişti. Yüzüme bakarken, nezaketini asgaride muhafaza etmeye devam ediyor; ama içten içe beni yargılıyordu. Dudaklarının kenarlarından dökülen söylenmemiş sözler, o gün arsızca gözlerimizi kamaştıran kış güneşinin altında parlıyorlardı. Görmemek imkansızdı. Bu sustuklarını, birazdan çok az insanın geçtiği yan sokakta sigara molasına çıktığında, diğer garsona anlatacak; ikisi beraber, benim bir tabak dolusu şımarıklığımdan ağızlarını eğe büke bahsedecekler, az önce mozaik pastaya yaptığımın biraz değişiğini bana yapacaklardı. Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
Bu sırada bir gözümde kocaman bir bandajın olduğunu, dünyaya alıştığım kadar geniş bir açıdan bakamadığımı ve yüreğimde, az önce bir neşterin göz kapağımda hoyratça dolaşırken bıraktığı korkak titreşimlerin ara ara yükselip alçaldığını, baştan söylemeliydim. Belki önce, bir hastaneye gidip, parlak ışıklı bir ameliyathanede yalnızca on dakika yatmanın bile içimde ne acayip korkuları açığa çıkardığından bahsetmeliydim. İçimde, yeni uyanmış şefkate aç, sıcak vücutlu yuva çocuklarının, yüzünü ilk defa gördüğüm, benden uzak coğrafyalarda yaşamış ve yaşlanmış akrabaların, varlıklarına muhtaç olduğum seviyede aşina olduğum otobüs şoförlerinin, bakkal çıraklarının, geceyarısı çöpleri toplayan adamların, evin hiç bilmediğim kirlerini çamaşır sularıyla temizleyen bazı kadınların, ilkokul öğretmenimin, yazlıktaki dondurmacının oğlunun seslerini duyuyor; bazılarını özlediğimi bazılarını ise hiç tanımadığımı fark ediyordum. Tüm hislerin sesleri birkaç ton daha yüksek perdeden duyuluyordu. İçlerinden acıma, tüm heybetiyle ayağını yere vuruyordu. En çok kendime, sonra, kulenin altında dilenen çocuktan, yerlerde bir parça ekmek kırığı arayan güvercine, apartmanların arasında sanki içi daralıyormuş gibi hissettiğim Galata kulesinden, vitrinde bayatlayan, kimsenin tercih etmediği sufleye, her şeye acıyor, nereye baksam, üzülüyordum. Birazdan yan masada oturmuş bol sütlü kahvelerinin köpüklerini kaşıklarının ucuyla yerken, neşeyle konuşan yaşlı çiftin yanlarına gidip, biraz sarılalım mı, diyeceğime, artık emin olmuştum. Mozaik pastayı da gömdüğüme göre, hayatta yapacağım çok da bir şey kalmamıştı.
O an bir kalbim daha olsa, içimdeki bu acıklı şeyleri de iki kat fazla mı yaşardım, diye düşündüm. Biri kapandığında diğeriyle görebileceğimiz bir göz, sesleri küstürmeyeceğimizbir kulak daha, biri tıkansa bizi nefessiz bırakmayacak bir burun deliği, hayata bir çivi gibi çakılmaya yetecek bir bacak, birinin elini yine de tutmaya yetecek bir el daha, evet, ne gerekliydi. Yedek parçalarıyla üretilmiş bir makina gibi; bazı arızalara karşı hem temkinli hem tahammüllüydük, İçimizde, bakıp imrendiğimiz romantik çiftler gibi tatlı hayatlar yaşayan iç organlarımız, çok lazımdı. Ama sanki yine de biraz kalabalıklara oynuyor, fotoğraf makinalarına fazla mutlu gülümsüyorlardı.
Oysa kalp diyorum, iki tane olsa, daha çok sevmez, şimdikinin iki katı kırılırdı. Depoladığı korkularla çıldırtır, uzun gecelerde uyutmaz, ağlatmaya doymaz, içimiz lime lime olana kadar bizi parçalar, biz sağır olmak için dua etmeye başlayana kadar konuşup, hüzünlü hikayeler anlatırdı. İki tane beynin kuşkular, kuruntular ve kusurlarla doldurduğu bir hayata ne kadar dayanabilirdik? İki midenin birden bulanmaya, kelebeklerle dolmaya, acıkmaya, ne yese doymamaya meyilli ruh halleriyle nasıl başa çıkardık? İki tane dilin, yediği mozaik pastalardan tatmin olmadığını, kahveleri yarıda bıraktığını, ekşi eriklerden kamaşıp, ayva tatlılarında dağıldığını düşünün. Yok, yapamazdık. Doğduktan kısa süre sonra belirlenemeyen bir hastalıktan ölmüş gibi yapar; aslında yorulur, yaşamaktan vazgeçerdik.
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını anladığımda, evet, her şeyi fazla abartıyordum. Dünya, gören gözüme bambaşka ve renklerin daha karanlık olduğu bir haliyle görünüyordu. Aynı dakikalarda, kapıdan giren biri, sağlam iki gözünü getirip masaya koyuyor, renklerin parlaklığı artsın diye, dünyanın ekran ayarlarıyla oynuyordu. Acıklı şeylerin ağızları küçülmeye başlıyor, garson sigara molasında beni tamamen unutup, arkadaşına yeni sevgilisinden bahsediyor, mozaik pasta bir sonraki hayatında dünyaya limonlu cheesecake olarak geliyordu.
Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
Bu sırada bir gözümde kocaman bir bandajın olduğunu, dünyaya alıştığım kadar geniş bir açıdan bakamadığımı ve yüreğimde, az önce bir neşterin göz kapağımda hoyratça dolaşırken bıraktığı korkak titreşimlerin ara ara yükselip alçaldığını, baştan söylemeliydim. Belki önce, bir hastaneye gidip, parlak ışıklı bir ameliyathanede yalnızca on dakika yatmanın bile içimde ne acayip korkuları açığa çıkardığından bahsetmeliydim. İçimde, yeni uyanmış şefkate aç, sıcak vücutlu yuva çocuklarının, yüzünü ilk defa gördüğüm, benden uzak coğrafyalarda yaşamış ve yaşlanmış akrabaların, varlıklarına muhtaç olduğum seviyede aşina olduğum otobüs şoförlerinin, bakkal çıraklarının, geceyarısı çöpleri toplayan adamların, evin hiç bilmediğim kirlerini çamaşır sularıyla temizleyen bazı kadınların, ilkokul öğretmenimin, yazlıktaki dondurmacının oğlunun seslerini duyuyor; bazılarını özlediğimi bazılarını ise hiç tanımadığımı fark ediyordum. Tüm hislerin sesleri birkaç ton daha yüksek perdeden duyuluyordu. İçlerinden acıma, tüm heybetiyle ayağını yere vuruyordu. En çok kendime, sonra, kulenin altında dilenen çocuktan, yerlerde bir parça ekmek kırığı arayan güvercine, apartmanların arasında sanki içi daralıyormuş gibi hissettiğim Galata kulesinden, vitrinde bayatlayan, kimsenin tercih etmediği sufleye, her şeye acıyor, nereye baksam, üzülüyordum. Birazdan yan masada oturmuş bol sütlü kahvelerinin köpüklerini kaşıklarının ucuyla yerken, neşeyle konuşan yaşlı çiftin yanlarına gidip, biraz sarılalım mı, diyeceğime, artık emin olmuştum. Mozaik pastayı da gömdüğüme göre, hayatta yapacağım çok da bir şey kalmamıştı.
O an bir kalbim daha olsa, içimdeki bu acıklı şeyleri de iki kat fazla mı yaşardım, diye düşündüm. Biri kapandığında diğeriyle görebileceğimiz bir göz, sesleri küstürmeyeceğimizbir kulak daha, biri tıkansa bizi nefessiz bırakmayacak bir burun deliği, hayata bir çivi gibi çakılmaya yetecek bir bacak, birinin elini yine de tutmaya yetecek bir el daha, evet, ne gerekliydi. Yedek parçalarıyla üretilmiş bir makina gibi; bazı arızalara karşı hem temkinli hem tahammüllüydük, İçimizde, bakıp imrendiğimiz romantik çiftler gibi tatlı hayatlar yaşayan iç organlarımız, çok lazımdı. Ama sanki yine de biraz kalabalıklara oynuyor, fotoğraf makinalarına fazla mutlu gülümsüyorlardı.
Oysa kalp diyorum, iki tane olsa, daha çok sevmez, şimdikinin iki katı kırılırdı. Depoladığı korkularla çıldırtır, uzun gecelerde uyutmaz, ağlatmaya doymaz, içimiz lime lime olana kadar bizi parçalar, biz sağır olmak için dua etmeye başlayana kadar konuşup, hüzünlü hikayeler anlatırdı. İki tane beynin kuşkular, kuruntular ve kusurlarla doldurduğu bir hayata ne kadar dayanabilirdik? İki midenin birden bulanmaya, kelebeklerle dolmaya, acıkmaya, ne yese doymamaya meyilli ruh halleriyle nasıl başa çıkardık? İki tane dilin, yediği mozaik pastalardan tatmin olmadığını, kahveleri yarıda bıraktığını, ekşi eriklerden kamaşıp, ayva tatlılarında dağıldığını düşünün. Yok, yapamazdık. Doğduktan kısa süre sonra belirlenemeyen bir hastalıktan ölmüş gibi yapar; aslında yorulur, yaşamaktan vazgeçerdik.
Neden bazı organlarımızdan ikişer tane olmadığını anladığımda, evet, her şeyi fazla abartıyordum. Dünya, gören gözüme bambaşka ve renklerin daha karanlık olduğu bir haliyle görünüyordu. Aynı dakikalarda, kapıdan giren biri, sağlam iki gözünü getirip masaya koyuyor, renklerin parlaklığı artsın diye, dünyanın ekran ayarlarıyla oynuyordu. Acıklı şeylerin ağızları küçülmeye başlıyor, garson sigara molasında beni tamamen unutup, arkadaşına yeni sevgilisinden bahsediyor, mozaik pasta bir sonraki hayatında dünyaya limonlu cheesecake olarak geliyordu.
Böyleydi. Karma dediğimiz şeyin bir tur dönmesi için bazen dakikalar yetiyordu.
26 Kasım 2014 Çarşamba
Leblebi
Çok seviyorum ama, dedi sonunda. Sustum. Bazı cümlelerin, kendilerinden sonra gelecek başka bir cümleye tahammülü olmadığını biliyordum.
Çok seviyorum, dedikten sonra bar taburesinden yalpalayarak, zar zor indi. Yorgun suratlı genç garsona tuvaleti sordu. Öyle bir hali vardı ki; içimden onu uyutup sabaha kadar ayak ucunda oturmak, uyku arasında ağlayarak uyandıkça, tamam, geçti deyip, avucunu okşamak geliyordu. En savunmasız haliyle oturuyordu akşamın erkeninden beri karşımda. Savaş meydanının ortasına her şeyden habersiz dalan bir çocuk saflığındaydı. Bir gram makyaj yapmamıştı. Yüzü incelmiş ve eskimişti. Kestane saçları başına sonradan eklenmiş gibi yerini bulamıyor; her teli ayrı istikamete savruluyor, gözlerine batıyor, konuşurken ağzına giriyordu. Gözlerinde delikler açılmıştı. İnsan biraz uzun baksa, içindeki karanlığı görüyordu. Kalbiyle beraber vücudunun zembereği kırılmış, elinin kolunun ayarı kaçmıştı. Masanın üzerinde konacağı yere karar veremeyen bir sinek gibi dolaşan ince parmakları hareket ettikçe, kafamı başka bir yöne çeviriyordum. İçimdeki acıma hissi, yavaşça tadı ekşi başka bir şeye dönüşüyor, kaçmak istiyordum. Onun bu halinden arkama bakmadan kaçıp gitmek ve söylediklerini sonsuza kadar aklımdan çıkarmak için ölüyordum. Şimdi o yokken kalkıp gitsem ve onu burada bu haliyle bıraksam diye düşünürken, garson yeni bir tabak karışık çerez getirdi.
Ne kadar acıktığımı o an fark ettim. Bol acılı bir kase işkembe çorbası, sarımsaklı ıslak hamburger, ağzını açmış bol limonlu bir porsiyon midye ve içi alınmış yarım ekmeğe doldurulmuş, bol baharatlı kokoreç selam vererek önümden geçtiler. Ben yemem ki böyle şeyler, dedi. Tuvaletten dönmüştü ve demek ki, aklımdan geçenleri o da görmüştü. Zaten kim çok mutlu olduğu sakin bir pazar öğleden sonrası birden bol acılı ve sarımsaklı kelle paça çorbası içmek ister ki, diye düşündüm. Her gün biraz daha derine gömülüp, her gece seni ağlatan o şeyleri öldürmek için kendini rakı sofralarına, tuzlu tekila kadehlerine, içinde dağ gölleri oluşturan litrelerce biraya vurduktan sonra, tüm güzel anıların gittiğini ama onların kaldığını gördüğünde. Evet, işte tam o an. Kendinden alacağın intikam bir yarım ekmek kokoreçe dönüştüğünde. Dudaklarından midene acı baharatlar ip gibi uzadıkça, dilin yanıp, gözlerin doldukça. Tenin ısınıp, yanakların hafiften kızarınca. Öyle iki lokmada bitecek gibi değil. Çiğnedikçe ağzında büyüyen ısırıklar. Lezzetli değil, ekmek taze değil ve sen zaten aç bile değilsin. Ağzında çoğaldıkça çoğalan beyaz ekmek birazdan içinde ölmeyen o şeylerin üzerine beyaz bir yastık gibi çökecek. Nefessiz bırakıp hiç olmazsa seslerini kesecek. Ve sen ertesi sabah hayal meyal hatırladığın bu anlardan, tiksineceksin. Bir an önce sindirip, vücudundan atmak isteyeceksin. Ya da son lokmayı yutup; bir köşeyi dönecek, birkaç adım atacak ve kusacaksın. Yüzlerce insanın ortasında, kimsesiz biri gibi. İçinde ne biriktiyse bırakıvereceksin ortalığa. Belki zehirlenip ölmüşlerdir diye düşüneceksin birkaç dakika. Kafanın içinde beyaz bir sessizlik olacak. Birine tutunacaksın ya da bir duvara dayanıp, duracaksın. Bunları sessizce düşünüyordum ama sanki onun bu yeni hali, söylemediğim şeyleri bile duyar gibiydi. Kafasını salladı.
Saatler geçti. Gece, çocukluktan ilk gençliğe adım attı. Bitmeyecek bir hikaye dinliyordum; anlamış ve kabullenmiştim. Çerez tabağının içinde beyaz leblebiler sağa sola çarparak yuvarlanıyorlardı. Zaten ilk seçilen bademlerle sizin aynı midede buluşacak olmanız başlı başına bir hikaye, diyerek, onları da attım ağzıma. Ne kadar çok sevip ne kadar çok haksızlığa uğradığını anlattığı hikaye devam ediyordu. Fark etmeden, ne vardı bu kadar sevecek, deyiverdim. Kafasını kaldırıp tam yüzüme baktı. Yüzümde bir yere dikkatlice, uzun süre bakarsa söylediklerini anlayacakmışım gibi. Kirpiklerini küçük bir kız çocuğu gibi kırpıştırdı. Ağlayacaktı. Durdurulamaz bir noktada olduğunu görüyordum. Uzanıp kolunu tuttum. Kalk dedim, gidelim.
Yürüdükçe açıldı. Nefes alış verişi düzeldi. Kalabalık onun kafasını dağıttı, benimkini karıştırdı. O an, nerede, ne yaptığını ikimizin de bilmek için delirdiği aynı adam, onu mahvettiğinden habersiz, telefonumun cevapsız aramalarında bir isim olarak duruyordu. Birazdan mesajlar atacak, buluşalım diyecek, ben mesajları okurken suratımda en ufak bir gülümseme olmasın diye tüm kaslarımı hizaya dizecektim. Yine de bir saniye bile düşünmeyecek, neredeyse oraya, nehre düşmüş kuru bir yaprak gibi sürüklenecektim.
Balık pazarından çıkarken, şu midyelerden yiyelim, diye tutturdu. Durduk. Narin ellerinde bembeyaz yarım ekmek, bir tepeye çökmüş bulut gibi duruyordu. Nefes almadan, beni şaşırtarak yedi. Her lokmayı, ne olur tadına bak, diye ısrar ede ede çiğnedi. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişti, belliydi. Ellerini kolonyalı mendile sildi. Çöpünü katlayıp kenara koydu. Koluma girdi. Caddeye çıktığımız an iki büklüm oldu.
Sonrasında ayakkabılarımın üzerindeki kusmukları ve cebimde ısrarla titreşen telefonu hatırlıyorum.
Çok seviyorum, dedikten sonra bar taburesinden yalpalayarak, zar zor indi. Yorgun suratlı genç garsona tuvaleti sordu. Öyle bir hali vardı ki; içimden onu uyutup sabaha kadar ayak ucunda oturmak, uyku arasında ağlayarak uyandıkça, tamam, geçti deyip, avucunu okşamak geliyordu. En savunmasız haliyle oturuyordu akşamın erkeninden beri karşımda. Savaş meydanının ortasına her şeyden habersiz dalan bir çocuk saflığındaydı. Bir gram makyaj yapmamıştı. Yüzü incelmiş ve eskimişti. Kestane saçları başına sonradan eklenmiş gibi yerini bulamıyor; her teli ayrı istikamete savruluyor, gözlerine batıyor, konuşurken ağzına giriyordu. Gözlerinde delikler açılmıştı. İnsan biraz uzun baksa, içindeki karanlığı görüyordu. Kalbiyle beraber vücudunun zembereği kırılmış, elinin kolunun ayarı kaçmıştı. Masanın üzerinde konacağı yere karar veremeyen bir sinek gibi dolaşan ince parmakları hareket ettikçe, kafamı başka bir yöne çeviriyordum. İçimdeki acıma hissi, yavaşça tadı ekşi başka bir şeye dönüşüyor, kaçmak istiyordum. Onun bu halinden arkama bakmadan kaçıp gitmek ve söylediklerini sonsuza kadar aklımdan çıkarmak için ölüyordum. Şimdi o yokken kalkıp gitsem ve onu burada bu haliyle bıraksam diye düşünürken, garson yeni bir tabak karışık çerez getirdi.
Ne kadar acıktığımı o an fark ettim. Bol acılı bir kase işkembe çorbası, sarımsaklı ıslak hamburger, ağzını açmış bol limonlu bir porsiyon midye ve içi alınmış yarım ekmeğe doldurulmuş, bol baharatlı kokoreç selam vererek önümden geçtiler. Ben yemem ki böyle şeyler, dedi. Tuvaletten dönmüştü ve demek ki, aklımdan geçenleri o da görmüştü. Zaten kim çok mutlu olduğu sakin bir pazar öğleden sonrası birden bol acılı ve sarımsaklı kelle paça çorbası içmek ister ki, diye düşündüm. Her gün biraz daha derine gömülüp, her gece seni ağlatan o şeyleri öldürmek için kendini rakı sofralarına, tuzlu tekila kadehlerine, içinde dağ gölleri oluşturan litrelerce biraya vurduktan sonra, tüm güzel anıların gittiğini ama onların kaldığını gördüğünde. Evet, işte tam o an. Kendinden alacağın intikam bir yarım ekmek kokoreçe dönüştüğünde. Dudaklarından midene acı baharatlar ip gibi uzadıkça, dilin yanıp, gözlerin doldukça. Tenin ısınıp, yanakların hafiften kızarınca. Öyle iki lokmada bitecek gibi değil. Çiğnedikçe ağzında büyüyen ısırıklar. Lezzetli değil, ekmek taze değil ve sen zaten aç bile değilsin. Ağzında çoğaldıkça çoğalan beyaz ekmek birazdan içinde ölmeyen o şeylerin üzerine beyaz bir yastık gibi çökecek. Nefessiz bırakıp hiç olmazsa seslerini kesecek. Ve sen ertesi sabah hayal meyal hatırladığın bu anlardan, tiksineceksin. Bir an önce sindirip, vücudundan atmak isteyeceksin. Ya da son lokmayı yutup; bir köşeyi dönecek, birkaç adım atacak ve kusacaksın. Yüzlerce insanın ortasında, kimsesiz biri gibi. İçinde ne biriktiyse bırakıvereceksin ortalığa. Belki zehirlenip ölmüşlerdir diye düşüneceksin birkaç dakika. Kafanın içinde beyaz bir sessizlik olacak. Birine tutunacaksın ya da bir duvara dayanıp, duracaksın. Bunları sessizce düşünüyordum ama sanki onun bu yeni hali, söylemediğim şeyleri bile duyar gibiydi. Kafasını salladı.
Saatler geçti. Gece, çocukluktan ilk gençliğe adım attı. Bitmeyecek bir hikaye dinliyordum; anlamış ve kabullenmiştim. Çerez tabağının içinde beyaz leblebiler sağa sola çarparak yuvarlanıyorlardı. Zaten ilk seçilen bademlerle sizin aynı midede buluşacak olmanız başlı başına bir hikaye, diyerek, onları da attım ağzıma. Ne kadar çok sevip ne kadar çok haksızlığa uğradığını anlattığı hikaye devam ediyordu. Fark etmeden, ne vardı bu kadar sevecek, deyiverdim. Kafasını kaldırıp tam yüzüme baktı. Yüzümde bir yere dikkatlice, uzun süre bakarsa söylediklerini anlayacakmışım gibi. Kirpiklerini küçük bir kız çocuğu gibi kırpıştırdı. Ağlayacaktı. Durdurulamaz bir noktada olduğunu görüyordum. Uzanıp kolunu tuttum. Kalk dedim, gidelim.
Yürüdükçe açıldı. Nefes alış verişi düzeldi. Kalabalık onun kafasını dağıttı, benimkini karıştırdı. O an, nerede, ne yaptığını ikimizin de bilmek için delirdiği aynı adam, onu mahvettiğinden habersiz, telefonumun cevapsız aramalarında bir isim olarak duruyordu. Birazdan mesajlar atacak, buluşalım diyecek, ben mesajları okurken suratımda en ufak bir gülümseme olmasın diye tüm kaslarımı hizaya dizecektim. Yine de bir saniye bile düşünmeyecek, neredeyse oraya, nehre düşmüş kuru bir yaprak gibi sürüklenecektim.
Balık pazarından çıkarken, şu midyelerden yiyelim, diye tutturdu. Durduk. Narin ellerinde bembeyaz yarım ekmek, bir tepeye çökmüş bulut gibi duruyordu. Nefes almadan, beni şaşırtarak yedi. Her lokmayı, ne olur tadına bak, diye ısrar ede ede çiğnedi. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişti, belliydi. Ellerini kolonyalı mendile sildi. Çöpünü katlayıp kenara koydu. Koluma girdi. Caddeye çıktığımız an iki büklüm oldu.
Sonrasında ayakkabılarımın üzerindeki kusmukları ve cebimde ısrarla titreşen telefonu hatırlıyorum.
16 Ekim 2014 Perşembe
SON
Bütün filmler mutlu bitmek istiyor.
Karanlık salonlarda körleşip, ışıklar açıldığında gözleri kamaşan herkes eve mutlu sonlara olan inancını kaybetmeden dönmek. Yer gösterici filmi yirmiüçüncüye izlerken, hiç olmazsa bu kez kızın adama döndüğünü düşünmek. Başroldeki kız bile. Filmin bu kopyasında, birden senaryoya isyan edip sokaklardan koşarak geçmek, adamın dikildiği o merdiven başına soluk soluğa çıkmak, sigarasının son nefesini çeken adama tüm gücüyle sarılmak istiyor.
Ne yazık, bir kez daha neşeli ihtimaller yüzlerini yere eğiyor. Adam, orada, hala bekliyor. SON yazısı çıktıktan sonra oturuyor merdivenin en üst basamağına, ceketinden cep matarasını çıkarıyor. Sessiz sedasız içiyor. Güneş battıktan, salondaki koltukların altlarına atılmış boş su şişeleri, sakız kağıtları, gazoz tenekeleri ve koltukların aralarına sıkışan patlamış mısır taneleri temizlendikten, salondan çıkan son seyirci bile eve gidip koltuğuna oturduktan sonra, yerinden kalkıyor. Midesi bulanıyor. Karnı aç. İçinde pişmanlığa benzer bir his, sıkıştığı çarktan kendini kurtarmaya çalışıyor; çıkamadıkça her yeri kan revan içinde bırakıyor. Derin bir nefes alıyor. Pişmanlıklarını serbest bırakamaz adam. Bırakırsa yaşayamaz.
Yürüyor. Filmin gece gösterimine yetişmeye çalışan bir çiftle çarpışıyorlar yolda. Adamı tanır gibi bakıyorlar yüzüne ama çıkaramıyorlar. Az sonra filme girdiklerinde başroldeki oyuncunun kayıp olduğunu görüp ne kadar şaşıracaklarını düşünüp, gülüyor adam. Sesli gülüyor sonra. Yanından geçen küçük bir çocuk, annesinin omzundan kafasını kaldırıp ona bakıyor. Çocuğun gözleri kızarmış, uykulu. Annesinin yüzü ise filmde kavuşamadığı kadına ne çok benziyor. Üzülüyor adam. Bari bu kez en azından bana doğru yola çıksaydı, diyor. Yolun tam ortasında mesela, birden vazgeçer gibi olsa, yavaşlasa, bir banka oturup biraz düşünmeye karar verse, adam uzun bacaklarıyla iki dakikada varırdı yanına. Bekleyen insanın hisleri bilenirdi zamanla. Karşıdan atılan her adımı içinde duyardı. Oysa adam hiç duymadı ve duymuyor. Bir kez olsun kavuşamadığı kadınının kokusunu duyuyor burnunun ucunda yalnızca. Rol icabı bunlar, diyor. Kendini inandıramıyor. Konu kadın değil çünkü kendi de biliyor. Adam yalnızca kötü sonlardan hoşlanmıyor. Bekleyişlerin dönüştüğü hayal kırıklarının bir balon gibi içinden havalandığını hissediyor. Elleri uyuşuyor birden. Nereye gittiğini bilmediğini fark ediyor. Kendini hiç bilmediği bir ara sokakta buluyor. O an yoruluyor. İçinden havalanan balonun göğsünü delip çıktığını, pişmanlığın sıkıştığı çarkları yerinden söküp, dışarıya taştığını görüyor. Yığılıp kalıyor.
Film başlıyor.
İzleyiciler karanlık bir ekrana bakıyorlar uzun süre. Bir kısmı hemen, bir kısmı biraz daha zaman geçtikten sonra söylenmeye başlıyor. Neler olduğunu anlayamıyorlar. Sesler iyice yükseldiğinde başroldeki kadın görünüyor ekranda. Bir köprüden ayaklarını sarkıtmış seyircilere bakıyor. Siz diyor, mutlu bitmeyen bir filmde oynamanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz. Biliyorlar. Bir kısmı hemen, evet, diyor, bir kısmı sevgilisinin elinden tutup salonu hızla terk ediyor. Havaya karışan huzursuz şeylerin ciğerlerine yapışmasına müsaade etmiyorlar. İyi ediyorlar. Kadın uzun uzun anlatıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sesi iyice çatallaşıyor bir süre sonra. Film hiç başlamıyor. SON yazısı hiç görünmüyor. Çıkışta seyircilere bilet paraları iade ediliyor. Sinemanın yönetim kurulu o gece acilen toplanıp filmi bir daha oynatmama kararı alıyor. Başroldeki kadın kariyerine komediyle devam ediyor. Adamı bir daha hiç gören olmuyor. Ailesi bir süre İstiklalin bütün duvarlarını kayıp aranıyor ilanlarıyla donatıyor. Birileri gelip ilanların üzerine konser afişi yapıştırıyor, bazı ilanlar rüzgardan uçup gidiyor. Bugün o filmi kimse hatırlamıyor. Seyirciler bugün bile ne kadar düşünseler o gün neler yaşandığını anımsayamıyorlar.
Bütün filmler mutlu bitmek istiyor.
En mutsuz hikayeler en çok mutlu olmak isteyenlerin başına geliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)