Yarın geçerken uğrar mısın bana, diyorum. Hiçbir şey demiyor. Gördüğüm şey, en başta kafasının tam ortası. Eğilmiş, ayakkabılarının bağcıklarını bağlıyor. Doğrulup, montunun ceplerini yokluyor. Anahtarlarım içeride mi kalmış, diyor. Uzanıp koridordan içeriye bakıyorum. Yarısı içilmiş kahve fincanları, yere düşmüş yastıklar, hafifçe kapatılmış perdeler. Havada yarı neşeli bir koku var. Buldum buldum, diyor. Cebinden çıkarıp gözümün önünde anahtarları şöyle bir sallıyor. Metallerin birbirine çarpma sesi havaya dağılıyor. Çıngır çıngır. Cevap vermedin, diyorum. Yerdeki bakışlarını kaldırıp, yüzümde dolaştırıyor. Gördüğüm şey, cevap vermemek için kendini zor tuttuğundan sıktığı çene kasları. Öyle sıkıyor ki, yüzünün şekli, yanlara doğru uzayıp kısalan bir ovale dönüşüyor. Bilmem, diyor. Dönüşte buradan geçmeyebilirim. İçimde yükselen türlü bağırışlar, anlamsız seslere dönüşüp sessizleşiyor. Peki, diyorum. Ben evdeyim. Yalnız mı olursun, diyor. Kim olacak ki, diyorum.
Sorumun anlamsızlığının ikimiz de farkındayız tabi. Ev burası, yol geçen hanı değil. Gelip giden belli. Hele bir de evli bir kadının evine kim girip çıkabilir ki? Kuru yaprakların yığıldığı mermer merdivenlerde toplasam on kişinin ayak izi vardır. Ki çoğunun izini diğer evlerin girişinde de buluruz. Bakkal çırağı, sucu, kargocu, haftada bir temizliğe gelen kadın, ben, bebek arabasının tekerlek izleri. Adnan. Ayakkabılarının uçlarına bakıp, kusura bakma çamurluymuş ayakkabılarımın altı, burayı da pislettim, diyor. Önemli değil, diyorum. Böylece senin de ayak izlerin oldu. Neden bahsettiğimi anlamıyor. Uzanıp öpecek gibi oluyor. Vazgeçiyor. Birden gülümsüyorum. Peki, diyorum. Geçersen uğrarsın.
Gördüğüm şey sırtı. Kalın montunun içinde sırtının çizgilerini tahmin etmeye çalışıyorum. Kürek kemiklerinin birleştiği yeri, kafasını kaldırdığında boynunun altındaki derinin kırıştığını, kaslarının gerildiğini görür gibi oluyorum. Yürüyüp gidiyor.