Ama ben sana ne yaptım, diyorum. Önce içimden söylüyorum. Sonra feryat figan dışımdan. Oysa bu defa metanetimi koruyacaktım. Böyle ulu orta bağırıp çağırmaktan, ağlamaktan, kendi kendime konuşmaktan utanıyorum. Aynı zamanda öğrenmiştim ki bir sınır vardı. O sınırı geçince içimde yaşayan birileri haricindeki herkes görünmez oluyordu.
İlk kez bir sokak ortasında kendimi daha fazla tutamayıp hıçkırmaya başladığımda, insanların her dönüp bakışında, ürkek üzüntülerinde, iç çekişlerinde, başlarını öne eğişlerinde boyu kendimi aşan bir mahcubiyet denizine batıp batıp çıkmıştım. Burnum akmış, gözlerim kıpkırmızı olmuş, yüzümün şekli çarpılmıştı. Dünyadaki var oluşum bu değildi, dönüştüğüm şeyin içinde olmaktan utanıyordum. Yüzümü yerden hiç kaldırmadan evin sokağına dek hızlı hızlı yürümüştüm. Aynaya iki gün bakamamış, günlerce makyajsız sokağa çıkamamıştım.
İkincisine hiç beklemediğim bir anda yakalanmıştım. Sessiz sakin bir tatil gününü tenha bir balıkçıda bitiriyorduk. Yemekten sonra eve gidip çamaşırları makinaya atacaktım. Duş alıp erkenden yatacaktım. Garson gelip bir kadeh daha içer misiniz, diye sordu. Bana değil, ona. O da şöyle bir dışarıya baktı, içerim, dedi. Sen de içersin, dedi bana. Kendi sözcüklerim pazar tatilindeydi. Sadece kafamı salladım. İkinci yudumumda konu nasıl olduysa, benim hoyratlığıma geldi. İnsanlara karşı çok haşinsin, dedi. Çok kırıcı oluyorsun, fark etmiyorsun. Bana karşı bile böylesin çoğu zaman. Hayretle yüzüne baktım. Şaşırıyorum bu kadar sevimsizleşebilmene, dedi. Sırtımda patlayan bir balon hissettim önce. Sonra fırtınalı havalarda sallanan bayraklar gibi içimin dalgalanmaya başladığını. Sessizce ağlamaya başlamışken sesimin kendi çeperlerini yırtıp havaya karıştığını hayretle duydum. Sesimdeki tınıyı duyunca korktu. Gözleri büyüdü. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Ne yapacağını bilemez halde ellerini omuzlarıma koydu. İçimden biri de kalkıp onun kalktığı sandalyeye oturdu, bana bakmaya başladı. Alt dudağımın titreyişine, gözlerimin kenarında oluşan kırışıklıklara, içimde boydan boya kırılan aynalara baktı. Onun bardağında kalan rakıyı bir dikişte bitirdi. Ceketini bile almadan çekti gitti. Ben de yerimden kalktım. Bırak beni, dedim. Dur, dedi. Ben bir şey demedim ki, seni üzmek istemedim, dur, nereye gidiyorsun. Tüm masalardaki çatal bıçak sesleri kesilmişti. İnsanlar şaşkınlıkla karışık bir merakla bizi izliyorlardı. Yeter, dedim. Peşimden gelme. Yine de geldi. Yolun ortasında sarsılarak yürürken gelip sarıldı. Saçlarımı okşadı. Bütün sahili yürüdük. Peşimizden geçen günlerin hayaletleri de yürüdü.
Havanın pırıl pırıl olduğu bir cumartesi sabahı. Salonun penceresinden öylece dışarıya bakıyoruz. Ellerimizde diplerinde soğumuş kahvelerin olduğu fincanları tutuyoruz. Bir türlü sehpa almadığımız için her şeyi sürekli elimizde tutuyoruz. İki elimle tuttuğum fincanı sol elime alıp sağ elimle kulağımı tıkıyorum. Napıyorsun, diyor. Söylediklerini duymamış gibi yapıyorum, diyorum. Ciddi bir şey söylüyorum, diyor. İçimden biri, kalkıp oturduğumuz koltuğu ters çeviriyor. Duvarlarda delikler açıyor, kolonlardaki demirleri koparıyor, çatıdaki kiremitleri sokaktan geçenlerin üzerine savuruyor. Ciddi şeyler duymak istemiyorum, diyorum. Çocuklaşma, diyor bana. Bunu bu şeklde yapmamız gerek, yoksa pişman oluruz, diyor. Daha sonra geriye bakıp keşke demek istemiyorum, diyor. Nihayet oturduğum yerden kalkıyorum. Ayaklarımın üzerinde doğrulmam için asırlarca çabalamam gerekmiş gibi yoruluyorum. Sanki iki ayağının üzerinde yürüyen ilk memeli benim. Yürüyüp fincanımı tezgahın üzerine koyuyorum. Sabahki bulaşıkları kuruluyorum. Tabakları dolaba yerleştiriyorum. Ellerimi yıkayıp, saçlarıma lastik bir toka takıyorum. O, koltukta oturduğu yerden bana bakıyor, bir şey demeyecek misin, diyor. Girişte asılı duran kabanımı giyip, yüzüne bakıyorum. Yüzü aynı. İlk gördüğüm gün yüzünde ne varsa aynen duruyor. Dudaklarının kıvrımı, dişlerinin sırası, kirpiklerinin duruşu. Hayret ediyorum. Yüzünün bir parçasını da alıp yanımda götürmek istiyorum. Okşadığım bunca zamandan sonra yanağının sol tarafı benim hakkımmış gibi geliyor. İçimden biri çıkıp kapıyı açıyor. Buyurun, diyor. Elimi tutup merdivenlerden indiriyor. Apartmandan çıkıyorum. Yokuş aşağı adım attıkça ben sana ne yaptım, diyorum. Önce içimden söylüyorum. Sonra feryat figan dışımdan. Balkonda çamaşır asan kadın ve sıra sıra dizili mandallar dönüp bana bakıyor.