16 Aralık 2016 Cuma

Mutsuz hikayeler

Mutsuz hikayeler yazmanı istemiyorum, diyor bana elimi sıkı sıkı avucunun içinde tutarken. Biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak. 

Saat henüz sabahın yedisi. Hava gece gibi karanlık. Karanlık ve soğuk. Aralık ayı gibi soğuk. Ve yağmurlu. Bir şeylere çarpıp seken yağmur damlaları gelip cama vuruyor. Bir damlanın gelip cama vurma sesini anlatmak için çok fazla tarif yapmak gerek. Damlayan bir şey gibi değil. Patlayan bir şey gibi de. Hepimiz o sesi bildiğimiz için kolay geliyor hayal etmek. Hiç duymamış birine anlatamayacağım bir ses. Ve sanırım bu yüzden romantik. İşte, damlalar gelip cama vuruyor. Yataktan kalkmak zorunda olduğumuz saat bize doğru yaklaşıyor. O an zaman, üzerimize doğru dört nala koşan bir at. Bizi sırtına bindirip koşmaya devam edecek. 
Kolu başımın altında. Acımadığını iddia ediyor. Geriniyorum. Kısa kollu pijamayla uyuduğum geceler üşüyen kollarım, sabahları biraz ağrıyor. Yüzümü ona doğru dönüyorum. Boynu burnumun hizasında kalıyor. Yatak uyku kokuyor. Boynu tam olarak kendisi gibi kokuyor. Boynunun kokusu kayıtlara geçiyor. 
Ama ben mutsuz hikayeler yazmıyorum ki, diyorum. Yazıyorsun, diyor. Zaten gitmeyeceğimi bildiğin halde, bana gitmekten bahsetme, diye yazıyorsun. Bu yüzden dün işten gelirken marketten üç litre vişne suyuyla yirmi dörtlü tuvalet kağıdı aldım. Yolda da durup antep çarşısından bir büyük kavanoz kornişon turşusu. Bütün sevdiğin şarkılardan listeler yapıp dosyaladım. Gitmeyeceğimi biliyorsun, değil mi, hem nereye gideceğim ki, diyor. 
O an biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak.

Biraz geri çekiliyorum. 
Göğüs kafesime karışsa içimde yaşayan hayvanlarla dolu yeri de görecek. O kakafonide bu söylediklerinin nasıl yankılandığını, suya çarpıp ormanlık bir yerde havaya karıştığını kendisi de görecek. Oranın karanlığının nasıl en karanlıktan daha karanlık olduğunu da. Yağmurunun ıslanmayan hiçbir zerre kalmadan durmadığını da. Devrilmiş kavak ağaçlarını, çırılçıplak gezen kabileleri, hiç doğmamışların hayaletlerini, ne kadar gömsem çürümeyenleri, tam turunu her tamamladığında gelip yüzüme bir tane vuran devasa avuç içlerini, tuhaf kokulu sürüngenlerin toplanıp başında su içtikleri bataklıkları, viraneye dönmüş şehirleri, bir an bile susmadan ağlayan çocuk yaştaki hayalleri, elimi yanlışlıkla her uzattığımda ısıran av köpeklerini, göz gözü görmeyen sisli terkedilmişlikleri, bir yere yüklenmek üzere yığınlarla bekleyen sessiz nefesleri, rengarenk kanatlarıyla uzaklardan her dönüşlerinde hiç bilmediğim yeni bir heves taşıyan kelebekleri, atmaya kıyamadığım ama koyacak yer de bulamadığım sayısız gevezelikleri, karıncaların hiç ara vermeden bir yerden bir yere ağızlarında taşıdıkları verip tutmadığım sözleri, gözlerini oyup en güzel kıyafetleriyle bir dolabın kuytusuna terk ettiğim oyuncak bebekleri, kaybettiğim kokulu silgileri, her güneşin doğuşunda tutunup uyandığım güzel kokulu hayalleri de görecek. Yazılan hiçbir kelimenin silinemediğini de. Mutsuz hikayelerin tekinsiz gecelerde gelip nasıl bir anda beni bir tenhaya sürüklediğini de. Zamanın koşan atlarının bozkırlarda sürüler halinde yaşadığını da. Henüz bitmemiş bir paket diş macununa baktığımda beş gün sonra bitecek bir paket gördüğümü belki anlatabilirim o zaman. Her tam şeyin gün geçtikçe yalnızca azalacağına olan inancımın dipsiz bir kuyu gibi beni içine çektiğini de. Bu korkunç fikrin korkusuna kapılıp gidivermemek için kendimi uçan bir balonu bağlar gibi bileğine bağlamak istediğimi hemen o an anlatıversem. 

Tamam mı, sevgilim diyor. Ne sorduğunu hatırlamıyorum. Tamam diyorum. Ne sorarsa tamam demek istiyorum zaten. Yüzüne bakıp reddeceğim ne olabilir ki? Kafamın ortasından öpüyor beni. Saç tellerimden bir titreşim geçip gövdeme iniyor. Titreşim kuvvetlenip bir şimşeğe dönüşüyor. Kapkara gökyüzünde aniden düşen bir yıldırım gibi gidip göğüs kafesime düşüyor. Orman aydınlanıyor. Atlar koşuyor. Birkaç ağaç daha devriliyor. Dalgalar sahilleri dövüyor. Bir tren rayından çıkıp yol kenarında ağaçlara çarpıyor. Kuşlar dallarından havalanıyor. Kanatları kırılıyor. Yeryüzünün örtüsü artık yapışmadığı bir yerinden çıkıp kıvrılıyor. Hızlı şeyler daha da hızlanıyor, hızlanıyor, hızlanıyor ve aniden hepsi birden duruyor. Yağmur damlaları havada asılı kalıyor. Şimdi diyor, yumurtanı peynirli mi istersin? Evet, diyorum. Benimle beraber gelecek misin akşam yemeğe peki. Kafamı sallıyorum. Gelip bir kez daha kafamdan öpüyor. Bu kez kulağımın yan tarafından. Atlar kafalarını kaldırıp bir anda başlayıp duran yağmurun nedenini anlamak istiyorlar. Anlayamıyorlar. Yağmurun sesi gibi bir şey. Tarif edemiyorlar.


6 Aralık 2016 Salı

Bana gitmekten bahsetme

Bana gitmekten bahsetme.

Hiçbir kapıyı usulca açma ve sakın sessizce kapatma.
Gürültüyle kapansınlar ardından.
Yer yerinden oynasın.
Hemen döneceğine yemin ettiğin bir ayin gibi uzaklarda bir dağın tepesinden eteklerine taşlar yuvarlansın.
Gözünü açtığın gibi yataktan kalkıp gittiğin sabahlar var.
Başının yastıktaki izi hızına ayak uyduramayıp oracıkta kalıyor.
Sıcaklığın içten içe yanan bir köz gibi parlamaya devam ediyor.
Çarşafa düşmüş birkaç tel saçın kıvrılıp bir soru işaretine dönüşüyor.
İşte o sabahlar sana gitme dersem, gerçekten gitme. 
Dur.
Kapının eşiğine attığın ayağın havada kaldıysa dahi, dur.
Güneş bir kez olsun başka alemlere doğsun.
Gel, sarılalım. Yorganı üzerimize çekip içinde yok olalım.
Ya da giydiklerini tek tek çıkarıp askılarına geri as. Gel var olalım.
Avuç içlerin yeni bir atlas olsun. Kolların sırtımdaki kemiklerin bir parçası.
Çarşaflar havalanıp havalanıp her seferinde başka bir coğrafyaya konsun.
Öğütüldükçe havaya rayihalar salan şeylerin hepsiyle hemzemin olalım.

Korkunç bir rüyamı anlattığımda cevap verme. Uzanıp saçımdan öp. Öperken kokla. Koklarken okşa. Okşarken daha önce hiç duymadığım bir tonunda konuş şefkatin.
Sus sonra.
Kelimelerin yetmediği boşluklara kokun dolsun.
Bir dalganın bir kayada bir oyuk açarken gösterdiği sabırla konuşalım.
Çocukça hikayeler anlatırsam sana uyku vaktine yakın, bil ki korkuyorum.
Kendi içimdeki kasırgada yüzüne çarpan her sözcük yeryüzüne attığım bir kanca gibi gelip sana saplanıyorsa mesela.
Yastıkta beni bekleyen hafif uykularla aramızdaki mesafe durmadan artıyorsa.
İçimde incelen ipliklere düğümler at. Elini uzat. Serçe parmağım kafesinden kurtulsun.
Bildiğim şeylerin hepsinden şüpheyle, içimde yepyeni ve ılık bir dünya kurulsun.

Bana bitmekten bahsetme.
Tuvalet kağıtlarını, şampuanları, vişne sularını, dil peynirleri ve kornişon turşuları hep yedekli al.
Nar taneleri tabakta biterken kendilerinden birer tane daha doğursunlar.
Biten kitapları raflara zincirle. Filmler hep yeniden izleme mesafesinde dursun.
Her şey bir kasetin deliğine işaret parmağımı sokup çevirdiğimde geriye dönsün.
Mevsimdir geçer, bahar yine gelir deme.
Başucumdaki çekmecede her daim sıcak iklimlere iki uçak bileti olsun.
Uzun deyip anlatmadığın hikayeler kuş olup uçsun.
İtiraf edemediğin gençlik hataların balık bile olsalar, sularda boğulsun.

Ne vakit olursa olsun, bana gitmekten bahsettiğin an, dünya dursun.