14 Kasım 2016 Pazartesi

Kabuk

Duvarlarıyla konuşuyorum, dedi. Neyin duvarlarıyla, dedim. Kafasını sokağa çevirdi. 

Elindeki çatalı masanın üzerine bıraktı. Gözlerinde savaş sonrası şehirler, fırtınaya tutulmuş dağ köyleri, orman yangınları, batık gemiler ve kökleri toprakla beraber kayıp giden sedir ağaçları var. Biri eline keskin bir makas alıp, yüzünü paramparça etmiş sanki. Sonra da anlaşılmasın diye gece hepimiz uyurken itinayla birleştirmiş. Oysa eski halini bilen benim için yüzüne her bakışımda, yüzünde tanıdık olmayan bir şeyler var. Bakışları her önüne gelenden dayak yemiş sokak köpekleri gibi tedirgin. Sesi hep ağlamakla ağlamamak arasında. Neresinden tutacağımı kestiremediğim yeni doğmuş bir bebek gibi ellerimde duruyor. 
Böyle anlarda karşımdakiyle aynı anda iştahım kesilmediğinden suçluluk duygusuyla beraber yemeğime devam ederim. Tabağımdaki et soğusun, sertleşsin ya da biram ılıyıp çirkinleşsin istemem. Yemek masalarında konuşmanın tatlıya kadar ertelendiği sohbetleri tercih ederim. İlla anlatılacaksa şen hikayeler ve şen şakrak kahkahalar olsun isterim. Karşımdaki allah aşkına şunun bir tadına bak diye kendi yemeğinden bir çatal ikram ettiğinde sevinirim. Tabağındaki marulu çatalının ucuyla didikleyip, yağsız tuzsuz galetalardan iki ısırık alınca doyan bir kadın değilim. Bu sebepten belim onlarınki kadar ince değil. Onların spor salonlarında alınlarında ter damlarken ben penceremden dışarıya bakıp tatlı tatlı hayaller kuruyorum. Dolayısıyla onlar pantolon denedikleri kabinlerden benden daha mutlu ayrılıyorlar. Ve karşılarındaki insanlar hüzünle yemeğe ara verdiklerinde önlerindeki orta-az pişmiş sulu kuzu etinden kafalarını kolaylıkla kaldırabiliyorlar. Sanırım anladınız, ben onlardan değilim.

Uzun uzun çiğneyip ağzımdaki son lokmayı da her zerremde hissederek yuttuktan sonra çatalımı tabağa bıraktım. 

O da, nihayet, der gibi kafasını bana doğru çevirip gözlerimin tam içine baktı. Aramızdaki masa yaşadığımız dünyaları ayırıyordu. O günlerde çok mutluydum. İçimin kuş sesleriyle dolu gürültüsü ağzımı açsam dışarıdan duyulabilir gibi geliyordu. Hayatta ilk kez dertsiz tasasız olmaya kesin olarak karar vermiş ve gazetelerdeki kötü haberlere bile gözümün ucuyla dahi bakmayarak da oldukça başarılı olmuştum. Nihayetinde salyangoz kabuğu gibi bir kabuk üretmiştim bir gece uykumda. Kabuğu üretmek için de bolca kemik suyu çorba kaynatmış, gece yarılarına kadar içki içip denizin üzerine vuran ayı izlemiş, kendime kar yağarken giymek için etiketlerine dahi bakmadan beğendiğim tüm kazakları ve elimi haritanın neresine koyduysam oraya denk gelen güzel şehirlere uçak biletleri almış, coğrafyayı beğenmediysem, benim elimde değil mi, küreyi bir tur daha çevirip kendime yeni şehirler seçmiştim. Bolca öpüşmüş, rüyalarımda bile el ele tutuşmuş, tüm geceliklerimi uykularım rahat olsun diye ipekli kumaştan diktirip, evin kaloriferlerini sonuna kadar açmıştım. Gün ortasında canım isteyince oturup bir saat kitap okuyordum, bir komedi filmi açıp izliyordum ya da sevdiğim bir arkadaşımı arayıp liseli kızlar gibi gülüştüğümüz sohbetler ediyordum. Canımın istediği kadar ocak başında oturup, üzerime sinen soğan kokularına aldırmadan közlenmiş biberler, terbiyeli etler, acılı ezmeler ve rakımın yanında hiç durmadan fava yiyordum. Hiçbir bakla bir daha çiçek açmayacakmış gibi keyifle kızarmış ekmeğimin üzerine bir çatal fava koyup ağzıma götürürken içimde çok yetenekli birileri piyanonun tuşlarına basıyor, tohumu ender bulunan çiçekler tomurcuk açıyordu. Sabahları gözlerimi açtığımda içimde fırından yeni çıkmış ekmek kokuları tarçınlı sütlaç kokularına karışıyordu. İnsanlar yüzüme baktıklarında kafamda yanıp sönen şiir mısralarının ışıkları görüyorlar gibi bir hisse kapılıyordum. Oysa anlaşılan görmüyor ve çatallarını dokunmadan soğumaya terk ettikleri yemeklerinin yanına bırakıveriyorlardı.

Bahsedilen duvarların adamın duvarları olduğunu konuşmaya başlayınca anladım. Kıza arkasını dönüp uyuduğu geceler adamın sırtı geçilmez sur duvarlara dönüşüyordu. Kız, bir masalda atıyla dört nala gidip elindeki kılıcı sallayarak devasa şatonun etrafında dönüp dolaşıyor ancak içeriye girilecek tek bir açıklık bulamıyordu. Ve de bulamazdı. Bazı sırtlar bazı kollara açılmazdı. Her anahtar yalnızca kendini bekleyen kapının kilidini açardı. İnsan bunları ne zaman kabulleniyordu da elindeki kılıçla tüm dünyaya karşı savaşmaktan vazgeçiyordu? Kaç uykusuz gece sonra kendi kalbini bir yavru serçe gibi avuçlarının içine alıp okşamaya başlıyordu? Kaç veda sonrası evim diyebileceği bir düzlükte huzur buluyordu? 

Bilmiyordum. Ben, kabuğum ve tabağımdaki ekmeğimi banarak bitirmek istediğim et parçası çaresizdik. Bir dakika, bir dakika, kabuklar bu günler için varlardı. Sessizce tabağımı alıp kabuğun içine doğru süzüldüm. Şimdi adımı söyleyen bir sesin beni aradığını duyuyor ve yanıma bir dilim de ekmek almadığım için üzülüyordum. Dünyayla ilgili üzüntü seviyemi bu noktaya getirmiştim.



4 Kasım 2016 Cuma

Cenin

Hislerimin derinlerinde kendimi çok geniş bir anne karnında yüzen bir cenin gibi hissediyorum. Sabahları güneşin doğması yahut geceleri yıldızların çıkması gibi şeyler mevzu bahis değil. Kendi karanlığımda kulaç atıyorum. Yorulmak diye bir şey yok. Vücudum açlık hissini bilmiyor. Oysa zihnim devasa bir açlık içinde. Gözlerini gördüğü şeylere mıhlıyor. Bir kuşun kanat çırpışında dünya gizemlerine dair sayısız kanıt buluyor. Kanadından bir tüy ansızın kucağıma düşüverse bilinmeyen diye bir şey kalmayacak yeryüzünde. Kuş da bunu bilir gibi yüzünde müstehzi gülümsemesi, kanatlarını açıyor.  Sanırsınız yeri altına alacak. Karanlıkta bunları nasıl görüyorsun diye sormayın. İyi kötü, her rüyayı görmek için önce deliksiz bir karanlığa gömülmek gerekiyor. 

Yüzerken gözlerimin içinde çalan melodiyi size nasıl atlatsam. Düşünün, masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. İçeride kalabalığın konuşmadan başka her şeye benzeyen sesi ve verilmiş nefeslerinin havasızlığı var. Akşam için yapılmış hiçbir planınız yok. Uzun mesailer bu yüzden çok da umurunuzda değil. Yalnızca diğerleri yapıyor diye siz de mesaiye kaldım diye yakınıyorsunuz telefonda akşam anneniz aradığında. Ve o sıralar evin kaloriferleri pek ısınmıyor. Tesisat değişiyor kusura bakmayın, yazan kibarlıktan çok uzak bir not asılı apartmanın girişindeki panoda. Apartman yöneticisini aradığınızda telefonlara çıkmıyor. Buna rağmen alt katta oturan gürbüz oğlan çöpü yarım kollu atletiyle çıkarıyor. Ve nasıl da üşümüyor. Siz yanından geçerken ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor. Arkanızdan uzun uzun kalçanıza bakıyor. Ne apartmanın ne de bu oğlanın kusuruna bakıyorsunuz. Onun yerine yatağa en son kayağa giderken giydiğiniz termal çoraplarla giriyor ve uzun uzun duvarlara bakıyorsunuz. Bütün vücudunuz soğuktan kasılmış oluyor. Uyuyamıyorsunuz. O an içinizde bir yer bir hayale kapılıyor. Bir vücudun yorganın altında büzülmüş bacaklarınıza kendi sıcacık bacaklarını doladığını düşünüyorsunuz. Kollarını vücudunuza sardıkça sanki küçülüyorsunuz. Öyle ki küçülüp küçülüp bir çakıl taşı kadar kalıyorsunuz. Oysa o kadar küçüleceksem bir kestaneye dönüşeyim diyorsunuz. Haşlanmayı, kömür sobasında közlenmeyi ya da fırında kebap olmayı istiyorsunuz. Kestane olmazsam nar tanesi, mandalina dilimi, armut çöpü, ayva yaprağı olayım diyorsunuz. Uyuyamadığınızda gecelerin kimyası bozulur, saatleri uzar. Alt kattaki televizyon gürültüsü duyuluyor. Kısacık bir an için uykuya dalıyorsunuz ve anında sabah oluyor. İşte o gecenin sabahında masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. Göz kapaklarınız önünüzdeki kağıtları okudukça ağırlaşıyor. Bademcikleriniz hafif hafif ağrıyor.  Kargo unutamadığınız eski sevgilinizin adı yazılı bir zarf getiriyor. Açıyorsunuz. İçinden gidiş dönüş uçak bileti çıkıyor. Uçak uzaklardaki bir tropikal adaya gidiyor. Aynı anda telefonunuz çalmaya başlıyor. Gülümsüyorsunuz. İşte o anı alıp bir kavanoza kapatsak ve notalara bölsek nasıl bir melodi çıkarsa kafamda öyle bir müzik çalıyor. Sanki ağırlığı olan her şey havalanıyor ve uçmaya başlıyor. O nasıl oluyor diye sormayın. Uçakları tartsak tonlarca çekiyor ama hepsi bir şekilde uçuyor.


''Cenin,'' diye bana sesleniyor bir ses. 
''Gidiyorsun. ''
''Bundan otuz yıl sonra bir gün durup dururken, otuz yıl sonra bugün yaptıklarımın ne anlamı olacak diye düşünüyor olacaksın. Sabahları güneşin doğuşunu izlemiyor, geceleri kayan yıldızlardan dilek tutmuyorsun. Ay hangi dördünde onu bile bilmiyorsun. İçinde çalan müziğin sesi kısılmış. Martı seslerini dinlemiyor, üzerine pislediklerinde gidip piyango bileti almıyorsun. Yorgunluğun aklını esir almış. Bir ağacın altına oturup hiçbir şey düşünmeden uzaklara bakamıyorsun. Balıkçı tezgahındaki balıkların, manavda yan yana dizili rokanın, semizotunun, maydanozun, yanından geçtiğin çiçek açmış meyve ağaçlarının isimlerini bilmiyorsun. Adını bilmediğin insanlara canım diye sesleniyorsun. Denizin içine kafanı sokup dibine bakarken eski günleri anımsıyorsun. Üşüdüğünde yanındakilere sarılmak yerine giderek daha kalın kazaklar giyiyorsun. Acıktığında değil saati geldiğinde yemek yiyorsun. Bu yüzden de asla doymuyorsun. Güzel hislere teslim olamıyorsun. Kahkahalarla gülünecek komik olaylara ancak tebessüm ediyorsun. Acı anıları koparıp atamıyorsun. İçinde biriktirdiğin kötü hisler yüzünden uykunda ağlıyorsun. Kar topu oynamıyor, çimenlerde yuvarlanmıyorsun. Ne bir kediyi kucağına yatırıp okşuyorsun ne de evdeki çiçeklere su veriyorsun. Zeytinyağına ekmeğini bandırmıyor, tarla domateslerine kekik dökmüyor, bir dilim karpuzu ısırarak yiyemiyorsun. Ev kokar diye palamut kızartmıyor, kilo yapar diye kahvaltıda simit yemiyorsun. Kendi doğum günü pastanın tadına bakmıyorsun. Banyoda bile şarkı söylemiyorsun. Hep sonradan akıl ediyorsun. Pişmanlık içinde yedi kat mağaralar açıyor, kayboluyorsun. Uyuyamıyorsun. Geceleri tüm ışıklar açık yatıyorsun yine de korkuyorsun. Bunları nereden biliyorsun diye sorma. Uçmak için önce yüksek bir yerden düşmek gerekiyor.