En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtin, diye sorduğunu hatırladım soğanları soyarken. Gözlerim yaşarmaya başladı. Buzdolabının üzerindeki kibritler aklıma geldi. Nohut ve mercimeklerin uzun, tozlu kavanozlarını, dibinde kalmış bir parmak çikolatanın çoktan bozulduğu yuvarlak kavanozu, üzerinden yalnızca bir kaşık yenmiş ananas reçelinin küçük kavanozunu, inek şeklindeki rafadan yumurta kaplarını, sayfası hala şubatta duran bisküvi reklamlı takvimi rahatsız ede ede aradım. Bulamadım. Akan burnumu çeke çeke çekmeceleri karıştırdım. Bir kibriti bulup, ağzımda tutabilseydim bunlar hiç olmayacaktı. Soğanları kibrit aramak aklıma hiç gelmeden soyup, şu tencereye atsaydım da gözlerim bu kadar yanmayacaktı. Aramaya başladım ama bir kez. Bulmak istiyorum.
Tezgaha baktım. Soyulmamış patatesler, tombul kabaklar, buzu bir türlü çözülmeyen bir avuç kıyma ne olacaklarını bilemez halde duruyorlar. Mutfağa girdiğimden bu yana sanki asırlar geçti. Oysa daha iki soğanın kabuklarını soydum, o kadar. Nereden baksam bir saat daha üstüm başım kokarak, dumanlarım tüte tüte bu mutfaktayım. Gündüz aklıma gelen, akşam eve gidip yemek pişirme fikri, metronun merdivenlerinden ağır ağır çıkarken o kadar iyi bir fikir gibi gelmemeye başlıyor. Yürüyüp Borsa restoranın önüne geldiğimde hiç zahmetsiz mevsim sebzelerini tabaklarına doldurmuş, yiyen insanları görünce markete gitmekten vazgeçer gibi oluyorum. Ama bende tuhaf bir hastalık var. Bir fikrin bir kez iyi bir fikir olduğuna ve onu yapacağıma karar verdikten sonra kötü bir fikir olduğunu düşünsem de artık onu gerçekleştirmem gerekiyor. Kendi düşüncelerime bir tür saygı duruşu.
Ayaklarımı sürüyerek marketin önündeki kasalarda pörsümüş sebzelere yöneliyorum. Bu mevsimin sebzeleri neler diye aklımdan geçiriyorum bir yandan. Bir kez daha, bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Yavaş yavaş çürümeye başlamışlar, renkleri değişmiş. Üzülüyorum. Neden kimse sizi seçmedi, diyorum eğilip kulaklarına. Onlar da benim kulağıma benzer bir şey söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de kızmıyorum, kilolarca yaralı bereli kabakla evin yolunu tutuyorum.
En son ne zaman bir şeyden sonsuza kadar vazgeçtim, diye düşünüyorum yine. Sonsuza kadar lafı çok uzun geliyor. Vazgeçmemişimdir, diyorum. Fıtratımda çabuk küsüp çabuk barışmak var. Çok savaşıp kazanamayınca bir süre kendi haline bırakmak var. Elimi eteğimi çekip biraz uzaktan bakmak var. Bir şeyler yanlış gittiğinde, en başa geri dönecek kadar çok geri adım atmak var. Ama vazgeçmek, bilemiyorum. Hayal kırıklıklarına kendimi daha fazla ezdirmemek için vazgeçmiş gibi yaptığım olmuştur. Her gece gidip kafamı duvarlara sürte sürte ağlarken, ertesi gün biri sorduğunda kimi, neyi, diye anlamamış numaraları yaptığım da. Nihayetinde sıradan bir faniyim. Defalarca üst üste alıp kaldığım bir ders yüzünden bir dönem fenalıklar geçirdiğimi, herkesin bir dahaki dönem tekrar alırım diye ikinci vizeye bile girmediği dersin kalacağım çok belli finaline hazırlanırken bahar şenliğine gidemediğimi biliyorum. İçimdeki umut ölmediğinden belki, belki asla iyileşemeyecek bir iyimser olduğumdan, insanların kimyasındaki tam dozunda bir şeyin bende eksik ya da fazla olmasından.
Sonsuza kadar, diye düşünüyorum, kabaklar daire şeklinde tencerenin içinde yuvarlanırken. Kabaklar henüz keşfedilmemiş gezegenler gibi tencerenin içinde dururken güneş sistemi, yıldızlar, kara delikler, dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Sanki biraz uzun baksam, küvetin deliğinden çekilip giden sular gibi, benimle beraber her şey tencerenin dibindeki boşluktan çekilecek, kaybolup gideceğiz. Yok, diyorum, hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçemem.
Gidip ev telefonunu alıyorum. Salondaki balkon kapısını açıyorum. Son diktiğim çiçekler yine tutmamış; saksıların içinde boyunları eğik, kuruyan yapraklarına bakıyorlar. Su ve güneş ışığının tatmin edemediği çiçeklere canım sıkılıyor. Neden bu kadarıyla mutlu olup, yaşayamıyorsunuz, diye soruyorum eğilip. Onlar da benim kulağıma benzer şeyler söylüyorlar ama burada sizinle paylaşmak istemiyorum. Yine de su döküyorum topraklarına, yine de belki yaşarlar diye konuşuyorum canlı kalmış yapraklarıyla. Telefonu hala elimde tuttuğumu fark ediyorum bir süre sonra. Eğilip, çiçek saksılarıyla aynı boyda durup, dünyaya bir yaprak açısından bakarken, seni arıyorum. Ev telefonunun çalmasına şaşırıyorsun sen de, uzun uzun çaldıktan sonra açıyorsun. Sesimi duyunca daha da çok. Hiçbir şeyden sonsuza kadar vazgeçmedim, dediğimde lafı dolandırmadan, daha da çok. Peki benden, diyorsun. Gözümün önünde bir yeşil dal ayağa kalkıyor suyu içine çektikçe. Bir martı beni fark etmeden gelip parmaklıklara konuyor. Bakkaldan ekmek söyleyen kadın, balkondan uzattığı sepeti yavaş yavaş yukarıya çekiyor. Söylenemeyecek şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hayır, diyemiyorum. Yarın akşam buluşalım mı, diyorum onun yerine. Yine hayır, vazgeçmedim, diyemem ama belki sen bakışlarımdan anlarsın diye umuyorum. Kapatıyoruz. Sabit bir sesin içinden çıkmak ister gibi çınlattığı telefon elimde dururken yanık kokusu doluyor burnuma.
Kabaklar. Bir sene boyunca birinin gelip onu kasadan alıp, poşete koyup eve götüreceği anı beklemiş olan kabaklara bakıyorum. Canlı canlı yakarak öldürdüğüm kabaklardan biri kafasını kaldırıp, hayat çok kısa, neden kimseyi sevemedin, diyor kulağıma. Cevap veremiyorum. Acımasız bir diktatör gibi soğukkanlı, uzaklara bakıyorum.