Adam bir kez daha saate baktı.
Önce elindeki telefonun saatine sonra da bileğindekine. Aralarındaki iki dakikalık zaman farkı kızın kırk beş dakika geç kaldığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu. Dışarıda, yağmur, caddedeki mağazaların üzerine uzanan tenteleri hırsla dövüyordu. İnsanlar, saçakların altlarına sığınmış, sağanağın geçmesini bekliyorlardı. Yağmur aniden bastırmamış olsa birbirlerinin yanlarından öylece geçip gidecek olan bu insanlar, şimdi kamp ateşinin başında toplanmış bir izci topluluğu gibi neşeliydiler. Saçakların altında birbirlerinden çakmak isteyen, birbirlerine saati soran, yol tarif eden insanlar arasında telaşsız bir yakınlaşma gerçekleşiyordu. Acıkan bir kadın hemen yanlarında duran simitçiye para uzatıyordu. Turistler havanın aniden bozmuş olmasına için için sinirleniyorlardı. Ayaklarındaki keten ayakkabılar önce caddenin tozuna boyanmış sonra da çamur içinde kalmıştı. Çakmağını kaybeden kızla, sigarasını yakarken aynı okuldan olduklarını öğrenen adam arasındaki muhabbet, ortak tanıdıklar bularak hızla ilerliyordu. İşe geç kaldığı için huzursuzlanan takım elbiseli adam dışında herkes, halinden memnun gibiydi. Çişi gelen küçük çocukla annesini saymazsak tabii. En azından, herkes duruma uyum sağlamıştı, diyelim.
Adam, tekrar saatine baktı. Garson üçüncü kez masasının yanından geçince mecburen bir bira daha, dedi. Bir yandan sinirleniyor, bir yandan da sinirlenmek için bir sebep olmadığına kendini inandırmaya çalışıyordu. Güzel şeyler getirmeliydi aklına. Kızı ilk gördüğü zamanı anımsamaya çalıştı. Yine böyle yağmurlu bir havaydı, diye düşündü önce. Sonra yanıldığını fark etti. Kızın üzerindeki mavi çiçekli kolsuz elbise aklına gelince mevsimin basbayağı yaz olması gerektiğini düşündü. Kızın, ondan uzak bir köşede, yanındaki kız arkadaşına anlattığı hikayenin sonunda nasıl da kocaman bir kahkaha attığını hatırladı. Kızdan önce kahkahasıyla tanıştığını anladı o an. İtalik harflerle yazılmış bir anı gizli gibiydi o gülüşte. O seste sabahları anlatılacak kötü rüyalar, gün sonunda okulda yapılanlar, akşam yemeklerinde biraz utanarak anımsanacak çocukluk anıları saklıydı belki. Belki şifresini yalnızca kızın bildiği bir kilitle, beraber yaşanacak günler saklanmıştı içine. Adam o billur gülüşü alıp cebine koymuş, o günden beri kırmadan cebinde taşımıştı. Kız, bu gece gelecek ve adamın ellerinden alıp tek hamlede açacaktı.
Soğuk birayı yudumladıkça midesinden sesler gelmeye başladı. Biraz da patates kızartması sipariş etti. Telefonun ışığı yanıp sönünce, uzandı baktı. Yağmura yakalandığını ama birazdan geleceğini, adam zaten biliyordu. Tuhaf biçimde, kız ona edepsiz bir şaka yapmış gibi gülümsedi. Mavi çiçekli elbiseyi düşündü tekrar. Saçlarının o zaman kısacık olduğunu, çok ciddi bir şey anlatıyormuş gibi yaparken bile gizleyemediği tebessümünü, topuklu ayakkabıları yüzünden dikilirken ağırlığını sürekli bir bacağından diğerine verişini hatırladı. Ellerindeki yüzüklerden birinin masmavi kocaman taşının firuze olduğunu tahmin etti. Yaz gecesinin sakin, el değmemiş ipeksi sıcaklığının hepsini nasıl da terlettiğini anımsadı. Beraber tenha koylarda yüzemedikleri hafta sonları, yan yana bir bankta oturamadıkları deniz kıyıları ve izleyemedikleri her gün batımı için kızı suçladı. İhtimal varken yaşanamamış mutluluğun burukluğu vardı içinde. Parfümünün kokusunun anısı, kafasının içindeki tüm mantıklı düşünceleri paramparça ederek geçirdiği geceleri aklına getirmemeye çalıştı. Bir yazın daha kapıda olduğunu düşündüğünde içi ürperdi. Üzerine doğru dört nala koşan bu mutluluk hayalinden tedirgin oluyor, kendi kurduğu hayalden başı dönüyordu.
Yağmur, başladığı gibi aniden durdu. Tentelerin altındaki büyülü hava bir anda bozuldu. Kaldırım taşlarından havaya binlerce ayak sesinin yankısı dağılıyordu. Kız, sigarasının izmaritini yere atıp, üzerine bastı. Telefonunu çantasına koydu. Yanında dikilen adamla sanki senelerdir tanışıyorlarmış gibi sarılıp, vedalaştı. Yarın, orta bahçede, dedi adam kız arkasını dönerken. Kızın yüzünde, ağzına sığmayan bir tebessüm asılı kalmıştı. Hızlı hızlı yürüyüp, restaurant merdivenlerini üçer beşer çıktı. Önce el sıkışmaya kalktı, sonra çok saçma bulup sarıldı adama, çok geç kaldım, derken. Sesler, sustu. Adam, kızın yüzüne baktı. Tuhaf karşılanabilecek kadar uzun bir bakıştı bu. Kaybettiği bir ismi yüzünde arar gibi alnındaki küçük yara izine, rimelleri yağmurdan akmış kirpiklerine, gözlerinin içindeki yeşil hareye baktı. Bulamıyordu. Sonra kızın acele acele hareket eden uzun parmaklarına, saçlarını düzeltişine, üşüyüp hırkasının önünü kapatışına, göz ucuyla ışıkları yanan telefonuna bakışına, bacak bacak üstüne atarken havalanan ayağına baktı. Hayır, yoktu.
Yanlış otobüse bindiğini çok geç fark eden biri gibi ne sesini çıkarabiliyor ne de otobüsü durdurup inebiliyordu. Ne yiyelim, dedi menüyü açarken. Ben çok aç değilim, dediğini duydu yalnızca kızın.
Kızla ilgili hatırladığı son şey bu oldu.
17 Nisan 2013 Çarşamba
10 Nisan 2013 Çarşamba
25
Ve insan 25 yaşında kayboluyor.
Yan yana evlerde artık iki farklı dünya yaşanıyor.
Şanslı bir kesim var. Onlar, bu yaş gelip, kapıyı çalmadan önce gerçek aşk dedikleri şeyi bulmuş, her şeyi doğal sıralamasına koymuş olmanın huzurunu yaşıyorlar. Önce başarıyla okullarını bitirip, kariyer hırsıyla, az maaş çok yükselme umudu vaat eden bir yere kapağı atıyorlar. Sonra yüzüklerini takıyorlar sol parmaklarına. Akşamları, ellerinde ekmek, yoğurt poşetleriyle eve yorgun argın dönerken, hayatın en karmaşık kısmını başarıyla geride bırakmış, alınması en zor kararları almış oluyorlar. Eve gittiklerinde, onları yan kanepede uzanıp televizyon izleyen başka birinin beklediğini biliyorlar. Hiç konuşmasa bile varlığı yeten biri oluyor orada. İkisi de uyuyakaldıkları kanepeden kalkıp yataklarına yattıklarında, sımsıkı sarılıyorlar. Soğuk ayaklar bir anda ısınıyor. Biraz daha zaman geçince, yan evde birilerinin geceleri yaşadığı iç sıkıntılı uykusuzluk nöbetleri, onlarda bebek bu defa uyanınca kim kalkıp bakacak sıkıntısına dönüşüyor. Yan yana evlerin ışıkları yanıyor sabaha karşı. Biri kucağında bebekle, diğeri elinde sigarasıyla, camdan dışarı bakıyorlar.
Şanslı bir kesim var. Onlar, bu yaş gelip, kapıyı çalmadan önce gerçek aşk dedikleri şeyi bulmuş, her şeyi doğal sıralamasına koymuş olmanın huzurunu yaşıyorlar. Önce başarıyla okullarını bitirip, kariyer hırsıyla, az maaş çok yükselme umudu vaat eden bir yere kapağı atıyorlar. Sonra yüzüklerini takıyorlar sol parmaklarına. Akşamları, ellerinde ekmek, yoğurt poşetleriyle eve yorgun argın dönerken, hayatın en karmaşık kısmını başarıyla geride bırakmış, alınması en zor kararları almış oluyorlar. Eve gittiklerinde, onları yan kanepede uzanıp televizyon izleyen başka birinin beklediğini biliyorlar. Hiç konuşmasa bile varlığı yeten biri oluyor orada. İkisi de uyuyakaldıkları kanepeden kalkıp yataklarına yattıklarında, sımsıkı sarılıyorlar. Soğuk ayaklar bir anda ısınıyor. Biraz daha zaman geçince, yan evde birilerinin geceleri yaşadığı iç sıkıntılı uykusuzluk nöbetleri, onlarda bebek bu defa uyanınca kim kalkıp bakacak sıkıntısına dönüşüyor. Yan yana evlerin ışıkları yanıyor sabaha karşı. Biri kucağında bebekle, diğeri elinde sigarasıyla, camdan dışarı bakıyorlar.
Yalnız bir kesim var. Hayattaki en büyük amaçları saydıkları o şahane işe de girip, haritalarındaki bir köşeyi daha dönüyorlar ve o an yolun bittiğini görüyorlar. Biraz para kazanıp, daha yalnız olunabilecek evlere de yerleşince, geceler ansızın uzamaya başlıyor. Mutlu sona bağlanmayan bir filmde ansızın çıkan son yazısı gibi huzursuz ediyor insanı bu hayat. Önlerine çıkan her soruda yanlış şıkkı işaretlemiş gibi bir pişmanlıkla dolup taşıyorlar. Ekranı gittikçe büyüyen televizyonlarla, telefonlarla konuşulamadığını o günlerde anlıyorlar. Mutlu olmadıklarını fark etmeye başladıklarında neyle mutlu olacaklarını da bilmediklerini anlıyorlar. Çok uzun zamandır aldatılıyormuş gibi hissediyorlar kendilerini. Uyuyamamak ve hiçbir sabah zamanında uyanamamak da o zaman başlıyor. Camı açıp dar sokaklara uzatıyorlar kafalarını. Kaldırımlar boş ve gece çok karanlık oluyor her defasında. Evler hep sigara, yalnızlık ve hayal kırıklığı kokuyor. Buzdolabında şişeler nereye gittiğini bilmeden yuvarlanıyor. Büyük yataklar ucu bucağı gözükmeyen vadiler gibi uzanıyor. Yan daireden bebek ağlamaları geliyor. Ve işte insan tam o anda kayboluyor.
Geceleri restaurantlar iki farklı insan grubuyla doluyor artık. Birileri, arkadaşlarının tanıştırdığı kızlarla ilk randevuları için en iyi gömleklerini giymiş, geç kalan kızı beklerken üçüncü birasını yudumlayanlar. Onları evde bekleyen kimsesizlik hissinden öyle çok korkuyorlar ki kalkıp gidemiyorlar. Bekliyorlar. Yapacak hiçbir işi olmayan biri gibi bekliyorlar. Gidecekleri yere giden tek otobüsü bekler gibi bekliyorlar. Sonra o his geliyor. Daha önce tanıştığı hiçbir kızla bir ilişki yürütememesinin sorumlusu olan o his. Her şeye rağmen birine gerçekten aşık olabileceğine olan umudunu kaybetmeyen o his. Sessizce gelip yanına oturuyor. Ondan sonra gelen kızlar, yüzlerindeki ışıltıyı ansızın kaybediyor, içlerindeki lambalar sönmüş gibi, bir gölge saçlarından kalkmıyor. Adam yan masada el ele oturan o genç çifti işte o zaman fark ediyor.
Ve insan 25 yaşında kayboluyor.
Çoğu zaman da bir daha bulunamıyor.
Ve insan 25 yaşında kayboluyor.
Çoğu zaman da bir daha bulunamıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)