28 Kasım 2011 Pazartesi

Saat 6

Saat 6. Masanızdan kalkıp gerinebilirsiniz. Sandalyenizi düzeltin ve ceketinizi giyin. Bugün de bitti. Dışarıya adımınızı atınca derin bir soluk alın ve mevsimin ne olduğunu hatırlayın. Kıştayız. Hava soğuk. Kabanınızın yakalarını kaldırıp, ellerinizi ceplerinize sokun. Cebinizden bir sigara çıkarıp yakın ya da. Ağzınızdan çıkan dumanla beraber başınızdaki ağrının hafifilediğini hissedin. Kafanızı kaldırmışken gökyüzüne bakın. Dolunay var. Ama anlamsız. Ayın durumu ışıkların bu kadar parlak olmadığı coğrafyalarda anlamlı. Yazı düşünün. Sapsarı kumsalları, adaya uzanan soğuk suları ve güneye indiğiniz zamanları özleyin. Tamam. Şimdi eve doğru yürüyün ya da otobüse binin. Ayakta kalın y ada bir cam kenarına oturun. Fark etmez.


Dışarıya bakın. Trafik lambalarındaki saniyeleri sayın. Yanınızda duran otomobilin içindeki insanları izleyin. Düşünün. Hiç gitmediğniz yerleri, arkadaşlarınızdan dinlediğiniz ülkeleri,  adını yalnızca televizyonda duyduğunuz şehirleri düşünün. Dünyada olunabilenecek milyonlarca yer varken neden şu an o otobüste olduğunuzu merak edin. Nasıl olup da dünyadaki bir şehirdeki bir caddeye bu kadar çok insanın ve arabanın sıkışabildiğine şaşırın. Yanınızda oturan kızın aslında yedi milyarda bir ihtimalin gerçekleşmesi olduğunu görün ama inanmayın. Kaldırımda yalnız yürüyen insanlara üzülün. Ne kadar hüzünlü ve ne kadar çoklar, üşüyün. Çok üşüyün hem de... Ne de olsa siz de onlardan birisiniz.


Evin kapısında durun. Anahtarınızı arayın. Bulun. Kapıyı açınca yüzünüze soğuk çarpsın. Yan komşudan gelen yemek kokularını içinize çekin. Buzdolabında küflenmiş yarım bir limon. Boş raflarda yuvarlanan şişeler. Dağınık yatak. Teki kaybolmuş terlik. Katlanmamış pijamalar. Her sehpanın üzerinde bardaklar. Koltukta bisküvi kırıkları. Komodinde kalp kırıkları. Toplamayın hiçbir şeyi. Dağınık kalsın.

Hemen gidip bilgisayarınızı açın. Televizyonun sesini açın. Radyoyu açın. Telefonu yakınınıza alın. Durun. Olmadı. Annenizi arayın. Evet, çok iyiyim. Sesim mi, üşüttüm herhalde biraz, ondandır, deyin. Konuşmanın sonunda durun, aradığınız sözcüğü bulamayın. Boğazınıza takılan şeyleri yutun. Telefonu kapatın. Gidin perdeleri kapatın. Doldurun kadehleri iki tek atın. Ağladığınızı kimse görmesin. Işığı yanan milyonlarca evde, farklı pencerelerden aynı kimsesizliğe bakın.
Anlayın.
Günün sonunda hepimiz yalnızız.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yol

Sana doğru giden bir yoldayım. Cam kenarında oturuyorum. Hava artık erkenden kararıyor. Otobüsün ışıkları çoktan yandı. Trafik var, otobüs tıklım tıklım dolu. Soğuk dışarısı, camlar buğulandı. Ön koltukta oturan çocuk cama eliyle kuşlar çiziyor. Kuşların ömrü çok kısa, hemen eriyip gidiyorlar. İçeride oksijen bitti bitiyor, uyukluyoruz, bazılarının kafaları sağa sola düşüyor. Her durakta açılan arka kapıdan evine doğru koşan yorgun yüzler iniyor, ön kapıdan daha yorgunlar biniyor. Soğuk dolaşıyor ayaklarımızda, ürperiyoruz.


Sana doğru giden bir yoldayım. Geç kaldım. Beni bekliyorsun. Şu an neler yapıyorsun diye düşüyorum. Belki sofraya peçete koymayı unutmuşsundur, çekmeceleri hızlı hızlı açıp kapatıyorsundur. Belki yemeğin tadına baktın, biraz daha tuz ekliyorsundur. Dolaba attığın şarap gelmiştir aklına, çıkarıp masaya koyuyorsundur. Acıkmışsındır iyice, ekmeğin ucundan yiyiyorsundur. Aklında yüzümle odaları dolaşıyorsundur bir bir. Kafanın içindeki tüm düşünceler kapı zili gibi çalıyordur. Kolundaki saate bakıyorsundur durup durup. Geç kaldı, diyorsundur, özlüyorsundur.


Belki de uyukluyorsundur televizyonun karşısında. Yoğun geçmiştir bugünün, yorulmuşsundur, her yerin ağrıyordur. Gözlerin kapanıyordur arada, uykuya yenik düşüyorsundur. Gazeteleri karıştırıp karıştırıp yerine koyuyorsundur. Çok aç değilsindir, yolda atıştırmışsındır. Günün ağırlığı üzerine çökmüştür. Gelse de bana biraz sarılsa, diye düşünüyorsundur. Öyle karanlık günlerden biridir, şefkate muhtaçsındır.


Belki de bugün, o gün değildir. Belki sana giden yollar çoktan silinmiştir haritalardan. Ben otobüste kafamı yanımda oturan hiç tanımadığım adamın omuzuna dayamış, huzursuz rüyalar görüyorumdur. Sana varmayan hayallerimden kazaklar, kaşkollar örüyorumdur yalnızlığıma. Kömür kokan soğuk hava içime işlerken, sana kavuşacakmışım gibi yürüyorumdur yolları. Sanki yeterince hayal edersem kapıyı açtığımda seni evde bulacakmışım gibi özlüyorumdur. Bir süre gerçekten çıkıp geleceğini düşlüyorumdur. Yemek için acele etmeyip, oyalanıyorumdur mutfakta. Saate baka baka karartıyorumdur geceyi. Bu gece de gelmeyeceğini anlayınca, oturuyorumdur camın önüne.Yoksan her sokak aynıdır, yemekler tatsızdır ve filmler hep kötü sonla bitiyordur. Sen ve ben başka evlerden aynı ıssız ve ıslak sokaklara bakıyoruzdur. Gözümden akan her yaş senin pencerene damlıyordur.


Sana giden bir yoldayımdır her akşam ben ama sana giden yollar kapalıdır.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Barışalım mı?

Garson üçüncü kez masamıza gelip boşları topluyormuş gibi yapıyor. Hayır, başka bir şey istemiyoruz. Yarım saattir sen içmediğin kahveni karıştırıyorsun, ben de kaldırımdan geçen insanları izliyorum. Ellerimi ceplerime sokmamak için kendimi zor tutuyorum. Üşüyorum. İçimden kalkıp gitmek geliyor ama seni bırakamıyorum. Pazar akşamüzeri gibi bir ağırlık bağlanmış ayaklarıma. Gidemiyorum. Kaldırımdan geçen herkes sanki bizi tanıyor. Kocaman bir ekrandayız. Bize bakıp fısıldaşıyorlar. Çoğunun yüzü benim gençliğime benziyor. Oysa ben aynaya bakınca kendimi bulamıyorum.Yıllardır söylediğim tüm cümleler aynada yanıp sönüyor. Çok yanıldım, çok yenildim, tamam. Duyguların hepsi içimde her gece maskeli balo düzenlerken, hangisi gerçek bilmek çok mu kolay? Yine de şaşırıyorum. Bunları düşünerek burada oturan gerçekten ben miyim?


Bazı akşamlar koltuğa uzandığımda vücudum tüm enerjisini kaybediyor, tek bir parmağımı dahi oynatamayacağım sanıyorum. Elim televizyonun kumandasına zor uzanıyor. Değişen kanallardaki hayallerle kendimi oyalıyorum gece boyunca. Arada bir telefonu alıp, uzun uzun tutuyorum elimde. Yazdığım uzun mesajları son anda siliyorum. Bir çeşit kara büyüye tutulmuşum gibi zamanın geçmesini bekliyorum yattığım yerde. Telefonun doğru tuşuna basarsam sanki bir şey olacak ve yaşanan her şey unutulacak, zaman en baştan başlayacak. Tavanda başka bir zamana açılan gizli kapılar var, biliyorum. Ama mümkün değil bir daha ayaklarımı ayaklarınla ısıtıp uyumak, anlıyorum. Sırtımı televizyona dönüp sarılıyorum koltuğa. Yalnızken yatak acımasız. Oysa koltuğun kolları var, o da bana sarılıyor.


Yürüyelim mi biraz, diyorsun sonunda. Aramızdaki suskunluk, yüksek gerilim hattı gibi çarpıyor kımıldadıkça. Başını kaldırmışsın fincanından. Kaşık baş dönmesinden kusacak gibi yatıyor tabağın içinde. Kahve hem acı hem soğuk artık. Dışarıda hava soğuk. Güneş batarken altında uzanan deniz soğuk. Ceplerime sokmadığım için parmaklarım soğuk. Bakışlarındaki pişmanlıkla karışık hayalkırıklığı soğuk. Biliyorum ki ev de soğuk. Odalar, koridorlar canlanıyor gözümün önünde. Yastıklar buz parçaları gibi duruyorlar yatağın üzerinde. Tüylerim ürperiyor.


Uzanıp elini tutuyorum. Aramızdaki mesafe kıtalardan kıtalara uzuyor önce, sonra kısalıyor. Barışalım mı artık, diyorum. Camın önündeki kalabalık başlarını sallayarak uzaklaşıyor. Çok uzun bir sessizlik oluyor. Kalbin konuştuğu yerde akıl susuyor çünkü.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Arka balkon

O lanetli günlerden birinin akşamıydı. Hava hiç kararmayacak, güneş o sahte gülümsemesiyle sonsuza dek başımızın üzerinde asılı kalacak sandım. Kocaman duvar saatinin ortasında akreple yelkovan, ayaklarına prangalar bağlanmış gibi durdular tüm gün. Telefon hiç çalmadı. Ben de kimseyi aramadım. Dokuz bardak çay içtim, dört fincan sütlü kahve. İki paket tuzlu bisküviyi bıraktığın mektubu okurken yedim. İki paket sigarayı şimdi ne yapıyorsun acaba, diye düşünürken içtim. Pencerenin önünde dikilip, karşı apartmanın balkonlarına baktım uzun uzun. Arka balkonlar insanların eşyalarını sürgüne yolladığı topraklar sanki. Tozlanmış yapma çiçekler, artık kullanılmayan fırınlar, ayakkabı kutuları, dikiş makineleri, boş saksılar, kuş kafesleri kaderlerine boyun eğmişler. Televizyon çanakları yüzüne dönüşüp, gülümsediler. Çalı süpürgeleri el salladı, eski oyuncaklar başlarını bile kaldırmadılar, dünyaya küstüler. Ben de senin arka balkonunda mıyım acaba artık?

Ne zamanki paltolarının yakalarını kaldırmış memurlar, ellerinde francala ekmekleriyle evlerinin yolunu tuttular, kalktım yerimden. Işıkları kapattım. Sigara mezarlığına dönüşen kültablasını çöpe boşattım. Birden sanki bir yerde beni bekliyorlarmış da çok geç kalmışım gibi bir his kapladı içimi. Kapının alt kilidini kilitledim, üstü bıraktım. Merdivenlerden uçarcasına indim. Koşar adım attım kendimi dışarıya. Soğuk hava yüzüme çarptı. Kaşkolumu burnuma kadar doladım. Otobüs durağına kadar nasıl gittim, hatırlamıyorum. Taksime giden ilk otobüste buldum kendimi. Kalabalıkta tutunacak bir yer bulamadım. Ilık insan bedenlerinin ortasında buz gibi ellerimle durdum. Birden içime cam kırıkları saplanmaya başladı. Önce paltomun sonra gömleğimin düğmelerini açtım. Acının nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Kalbiniz dedi, yanımda dikilen kadın parmağının ucuyla dokunarak. Kalbim mosmordu. Sanki bir yere çarpmışım, sıkıştırmışım, ezmişim gibi. Bir şey yok, dedim bana bakan kalabalığa dönüp. Bir şey yok, yalnızca, bugün terkedildim de... Hepsi başlarını sallayarak, önlerine döndüler. Olur böyle şeyler diye, mırıldandılar. Nefesim o an kesilecek, otobüsün oksijensiz havasında boğularak öleceğim sandım.

Yok, hayır, ölmedim. Otobüsten inince İstiklal caddesinin ilk sağından dönüp, meyhanelerin sokağına girdim. Çalgıcılar beni tanıdı, halimi görünce acıdı. Başımı her hafta seninle gittiğimiz o meyhanenin mermer masasına dayadım. Garson bana soğuk sular, kova kova buzlar, kolonyalı mendiller getirdi. Bir kadeh daha rakı koydu göğsümü açıp her bakışımda bardağıma. İki parça daha buz attı acımı dindirir diye düşünüp. O doldurdu ben içtim. Kadehler doldu boşaldı. Kültablaları doldu boşaldı. Masalar doldu boşaldı. Ben hep ağladım. Sanki bu yaşıma dek ağlayacak neyim varsa bu gece için biriktirmişim gibi hiç durmadan ağladım. Işıkları kapatıp, kapıyı üzerime kilitlediler, yerimden bile kıpırdamadım.